TEVBE SURESİ

İniş Sırası: 113 • Mushaf Sırası: 9 • Medeni Sure • 129 Ayettir

Ey İman edenler! Alimler ve din adamlarının çoğu, insanların mallarını haksız olarak yerler ve Allah'ın yolundan alıkorlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele! O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak (onlara): "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını!" denilecek. (Tevbe 34-35)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Bu, Allah ve O’nun elçisi tarafından, müşrikler içerisinden[*] anlaşma yaptıklarınıza yönelik bir ilişik kesme ilanıdır:

Min edatının ‘bütünden bir parça’ vurgusu taşıdığı 4. âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Aynı âyet, ilişik kesme ilanının muhataplarının tüm müşrikler değil sadece anlaşmayı bozanlar olduğunu da açıklamaktadır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

2. Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi gezip dolaşın. Şunu da bilin ki, Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah kâfirleri mutlaka perişan edecektir.
3. Bu büyük hac gününde[*] Allah ve elçisi tarafından bütün insanlara yapılan duyuru şudur: Allah’ın ve elçisinin bu müşriklerle ilişkisi kalmamıştır! (Ey müşrikler!) Tövbe ederseniz / dönüş yaparsanız sizin için iyi olur. Yüz çevirirseniz bilin ki Allah’ı aciz bırakamazsınız. (Ey Muhammed!) Kâfirlik edenlere acıklı bir azabı müjdele!

Cahiliye döneminde Kureyşlilere ve çevrelerindeki bazı kabilelere hums denirdi. Hums dinlerine bağlı, karşı konamayacak güçte kahraman anlamına gelir (el-Ayn). Bunlar kendilerini “ehlullah /Allah’ın yakını” gördüklerinden, Harem bölgesi dışında kaldığı için hac sırasında Arafat’a çıkmazlardı (Taberi Bakara 189’un tefsiri). Bu ilan onlara yapıldığı için hacc-ı ekber günü, iddia edildiği gibi Arafat vakfesinin yapıldığı gün değil, kurban bayramının birinci günü olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. (Ey müminler!) Bu duyuru; sizinle antlaşma yapmış, sonra ona aykırı bir davranışta bulunmamış ve size karşı hiç kimseye destek vermemiş müşrikleri kapsamaz. Onlarla yaptığınız antlaşmaya, süresi bitinceye kadar tam olarak uyun[*]. Allah müttakileri / yanlışlardan sakınanları sever.

Burada bahsedilen antlaşma, Hudeybiye Antlaşması’dır. Hendek Savaşından bir yıl sonra 628 yılı Mart ayında Mekkeli müşrikler ve Medineli Müslümanlar arasında yapılan bu antlaşmaya göre on yıl boyunca taraflar ve müttefik olduğu kabileler birbirlerine saldırmayacak ve her türlü ticari ilişkide emniyeti temin edeceklerdi. Antlaşmadan iki yıl sonra Kureyş’ten gizli destek alan Benî Bekir kabilesi, Müslümanların müttefiki olan Benî Huzaa kabilesine saldırarak antlaşmayı bozmuş oldu. Bu âyette, antlaşmaya sadık kalanlar istisna edilmiş, onlar için antlaşma maddelerinin işlerliğinin devam edeceği bildirilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Bu haram aylar / can ve mal dokunulmazlıklarının olduğu bu dört ay[1*] çıkınca (Mekke’den ayrılmayan) o müşrikleri[2*] bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, kuşatın ve onlar için her gözetleme yerinde bekleyin. Ama dönüş yapar, namazı özenle ve sürekli kılar ve zekatı da verirlerse artık onları serbest bırakın[3*]. Şüphesiz Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Yukarıdaki duyuru, haram aylarının ikincisi olan Zilhicce’de yapılmıştı. Buradaki haram aylar (el-eşhuru’l-hurum) bilinen haram aylar değil, ikinci ayette belirtilen can ve mal dokunulmazlığının tanındığı dört aydır. Haram denmesi, bu süre içinde muhatapların dokunulmaz sayılmasından dolayıdır.

[2*] Bu müşriklerin tamamı daha önce Muhammed aleyhisselamı öldürmeye kalkan, Müslümanları Mekke’den göç etmeye zorlayan kimselerdir. Nebiye karşı işlenmiş bu suçun karşılığı olarak ya verilen tarihe kadar göç edecekler ya da savaş suçlusu oldukları için (Bakara 2/191) öldürüleceklerdir. 11. ayette tövbe edip /dönüş yapıp bunu hareketlerine de yansıttıkları takdirde bu muameleye maruz kalmayacakları bildirilmektedir.

[3*] Tevbe 9/11 (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. O müşriklerden (Mekke’den ayrılmış) biri yanına gelmek isterse ona güvence ver ki gelsin, Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu, kendini güvende gördüğü bölgeye ulaştır. Böyle yap, çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur.
BÖLÜM 2
7. Mescid-i Haram yanında[*] yaptığınız antlaşmanın kapsamına girmeyen müşrikler lehine, Allah ve elçisi nezdinde verilmiş bir söz nasıl olabilir ki! Antlaşma yaptıklarınızdan size karşı dürüst davranmaya devam edenlere siz de dürüst davranın. Allah yanlışlardan sakınanları sever.

Burada Mescid-i Haram, Mekke anlamındadır. Çünkü bu antlaşma Mekke’nin 17 km uzağındaki Hudeybiye’de yapılmıştır. Hudeybiye için “Mekke’nin batnında” yani Mekke’nin Medine istikametine göre alt sınırında ifadesi de kullanılır (Fetih 48/24). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. Nasıl (onların bir sözü) olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda söz de antlaşma da gözetmezlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar; (oysa) kalpleri yüz çeviriyor. Onların çoğu yoldan çıkmışlardır.
9. Basit bir kazanç uğruna, Allah'ın ayetlerini az bir dünyalık karşılığında sattılar da, insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları gerçekten ne kötüdür.[*]

“Allah’ın ayetlerini” yani Kur’ân’ı ve İslâm’ı “az bir pahaya” -ki bu, heva ve şehvet peşinde koşmaktır- “değişerek” -iştirâ / satma, istibdâl / değiştirme anlamındadır- “O’nun yolundan uzaklaştılar” kendileri döndüler ya da başkalarını engellediler. Bunların, Ebû Süfyân’ın [v. 31/652] toplayıp, yedirip içirdiği bedeviler olduğu da söylenmiştir. “Bunlardır işte, saldırganlar!” yani zulüm ve şirretlik konusunda nihaî sınırı aşanlar. (Zemahşeri Tefsiri)

10. Bir mü’min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir.
11. Fakat tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen[*] bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

“Biz bu ayetleri açıklıyoruz” yani açıkça beyan ediyoruz. Bu ifade, antlaşma yapılan Müşriklerle ilgili hükümleri iyice düşünüp anlamaya ve bu hükümleri muhafazaya sevk ve teşvik kabilinden bir ara cümle olup, adeta şöyle denmektedir: Asıl bilen, bu hükümlerin açıkça beyan edilmesi üzerinde düşünen kimsedir. (Zemahşeri Tefsiri)

12. Antlaşmalarından sonra (ilişkiyi kesme ilanı dışında kalanlar) yeminlerini bozar ve dininize de saldırırlarsa o zaman siz de küfrün elebaşlarına savaş açın. Artık verdikleri sözün bir değeri kalmamış olur. Böyle yapın, belki yanlış davranışlarından vazgeçerler.
13. Antlaşma yeminlerini bozan, Elçiyi (yurdundan) çıkarmaya çalışan ve ilk önce size karşı (savaşa) başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz?[*] (Gerçek) müminlerseniz, (bilin ki) Allah kendisinden korkmanıza daha layıktır.

Yüce Allah antlaşma yeminlerinden dönen müşriklerle savaşılması gerektiği noktasında müslümanları teşvik etmekte, bu amaçla sözü edilen müşriklerin hem yeminlerini bozduklarını, hem Hz. Muhammed’i ve beraberindeki müminleri yurtlarından yani Mekke’den çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını, hem de müslümanlarla savaşı ilk defa onların başlattığını hatırlatmaktadır. Yüce Allah bu şekilde üç gerekçeyi bildirerek müslümanların saldıran müşriklere karşı savaşması için kendilerini teşvik etmektedir.,Ayetin sonundaki “gerçekten inanıyorsanız” ifadesi, müminlerin Yüce Allah’a sadece “inanmalarını” değil, aynı zamanda “güvenmeleri” gerektiğini de içermektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

14. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin; onlara karşı size yardım etsin ve mümin topluluğun kalplerini ferahlatsın![*]

Allah Teâlâ savaşmadıkları için müminleri kınadıktan sonra, onlara açıkça savaşma emri vererek “Onlarla savaşın.” buyurmuş ve kalpleri sebat bulsun ve niyetleri sahih olsun diye onlara, düşmanlarını onların elleriyle öldürerek azap edeceğini, esir ederek perişan edeceğini ve onlara zafer ve galibiyet nasip edeceğini vaat etmiştir. “Bir mümin topluluğun içlerini ferahlatıp müminlerden bir topluluğun…” -Bu topluluk Huzâ‘a kabilesidir. İbn Abbâs şöyle demiştir: Bunlar Sebe’den, Yemen’den birkaç sülale olup, Mekke’ye gelerek Müslüman olmuşlar, Mekkelilerden şiddetli eziyet görmüşler, sonra Peygamber (s.a.)’e adam gönderip şikâyette bulunmuşlar, o da onlara, “Müjdeler olsun! Kurtuluş yakındır!” buyurmuştur.- “…kalplerindeki hıncı gidersin” onlardan gördüğünüz kötülüklerden dolayı kalplerinizde oluşan öfkeyi gidersin. Allah Teâlâ bütün bu vaat ettiği hususları gerçekleştirmiştir. Bu da O’nun elçisi olan Peygamber (s.a.)’in peygamberliğinin sıhhatine delildir. (Zemahşeri Tefsiri)

15. Bir de inanıp güvenenlerin kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah gerekeni yapanın tövbesini / dönüşünü de kabul eder. Allah Alîm; bilen ve Hakîm; kararları doğru olandır.
16. Yoksa siz, Allah içinizden cihadeden ve Allah'tan, Elçisinden ve mü'minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız?[*] Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.

Em (yoksa) önceki ifadeden bağımsızdır (munkatı‘). Hemze ise böyle sanılmış olmasını kınamaktadır. Mâna şöyledir: İçinizden halis olanlar, yani Allah yolunda sırf Allah rızası için cihâd eden ve Peygamber (s.a.)’i ve mü- minleri engellemeye çalışanları içli dışlı dost, yani sırdaş edinmeyen kimselerin -Allah bunlardan razı olsun- kimler olduğu ortaya çıkıncaya kadar, elbette olduğunuz hal üzere bırakılacak değilsiniz!

Lemmâ beklenti ifade eder ve bütün bunların açığa çıkmasının beklendiğini, dinlerini Allah’a halis kılamayan kimselerin muhlislerden ayırt edileceğini ifade eder.

وَلَمْ يَتَّخِذُواْ   (ve edinmeyen) ifadesi, جَاهَدُواْ   (cihâd eden) cümlesine ma‘tūf olup onunla aynı sıla ifadesinin kapsamındadır. Sanki “Allah içinizden ihlaslı olup cihâd eden ve Allah’tan gayrı sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarıncaya kadar” denilmiştir. Velîce kelimesi, tıpkı dehīlenin dehale fiilinden türemesi gibi velece fiilinden fe‘île vezninde türetilmiştir. [Mot-a-mot “Henüz Allah bilmeden” ifadesindeki] “bilgi yokluğu”ndan maksat, bilinenin yokluğudur. Tıpkı, mâ ‘alima’llāhu minnî mâ kīle fiyye (Hakkımda söylenenleri Allah benim hakkımda bilmemektedir) ifadesi gibi ki “Hakkımda söylenenler benden sadır olmamıştır” demektir. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 3
17. Müşriklerin, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederlerken, Allah’ın mescitlerini imar etme görevleri yoktur.[*] Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Onlar, ateşte [ebedî] kalacaklardır.

Yani müşrikler, kendilerinin inkârcı olduklarını bildikleri halde Allah’a ibadet maksadıyla yapılan Kâbe’yi onarmalarına asla imkân ve ihtimâl yoktur.

“Allah’ın mescitleri” anlatımı, sadece Mescid-i Haram-ı değil yeryüzündeki bütün mescitleri ihtiva eden bir ifadedir. O gün müşrikler Kâbe’ye sahip çıkıyorlardı, bugün de cami ile pek bir alakası olmayan insanlar cami inşa ederek günah çıkartmaya çalışıyorlar. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

18. Allah'ın mescitlerini ancak Allah'ı ve âhireti tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir. İşte onlar cennete ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler.
19. (Ey müşrikler)! Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda [cihad] edenlerin (fedakârlık yapanların) imanı ile bir mi tutuyorsunuz? (Oysa) onlar Allah katında eşit değillerdir.[*] Allah o zalimler topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.

Yüce Allah kendilerince yaptıkları bazı hizmetleri abartılı gösterenlerin algısını şiddetle eleştirmektedir. Bu çerçevede hac mevsiminde hacılara su hizmeti vermekle Mescid-i Haram’ı tamir etmeyi Yüce Allah’a ve ahiret gününe iman ile Allah yolunda cihad etmeyi bir sayanların bu kabulünü reddetmektedir. Yüce Allah Mekkeli müşriklerin kendilerince yapıp yeterli gördükleri bu iki işle birlikte, müslümanların Yüce Allah’a ve ahiret gününe imanlı bir şekilde Allah yolunda yapıp ettikleri her türlü fedakârlığı aynı düzeyde kabul etmeyi şiddetle reddetmektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

20. İman edip hicret[*] edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla [cihad] edenler (fedakârlık yapanlar), derece bakımından Allah katında daha üstündürler. İşte onlar kurtulanların ta kendileridir.

Hicret sözlükte, kişinin bir şeyden bedeniyle, diliyle veya kalbiyle uzaklaşmasıdır (Müfredat). Bir müslümanın, istenmediği bir yerden bedeniyle uzaklaşması (Nisa 4/97, Enfal 8/72-75); babası, annesi, eşi veya kendine yakın gördüğü kişilerin kafir olmalarından dolayı kalbiyle uzak kalması da hicrettir (Âl-i İmran 3/28, Nisa 4/138-144, Tevbe 9/23-24, Müzzemmil 73/10) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

21. Rableri onlara kendisinden bir rahmet, bir hoşnutluk ve içinde çok değerli / kalıcı nimetlerin bulunduğu cennetler müjdeliyor.
22. Onlar orada [ebedî] kalacaklardır. Şüphesiz ki büyük ödül yalnızca Allah’ın katındadır.
23. Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli[*] (yönetici) edinmeyin. İçinizden kim onları (yönetici) veli edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

24. De ki: “Babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından (yok olup gitmesinden) korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Elçisinden ve Allah yolunda [cihad] etmekten (fedakârlık yapmaktan) daha sevgili ise artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin!”[*] Allah yoldan çıkanlar topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.

Burada geçen “emir”den maksat, Yüce Allah’ın “azap emri”dir.,Bu ayet müslümanlara bir sevgi ahlakı öğretmekte, Allah sevgisinin önüne başka sevgileri geçirmemek gerektiği mesajını içermektedir. Bu ayet Mücâdele 58:22 ve Mümtehine 60:1. ayetlerle birlikte okunmalıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

BÖLÜM 4
25. Allah birçok yerde size yardım etti. Huneyn gününde[*] de öyle oldu. O gün sayıca çok olmanız sizi fazla etkilemişti; ama bu bir işinize yaramadı. Tüm genişliğine rağmen yeryüzü size dar geldi. Sonra da gerisin geri dönüp çekildiniz.

Huneyn Savaşı, Mekke’nin fethinden 20 gün sonra Müslümanlarla Hevazin kabilesi arasında gerçekleşmiştir. Nebimiz, daha önceleri Medine’den Hevâzin’in muhtelif kolları üzerine akıncı birlikleri göndermişti. Mekke’nin fethi amacıyla Medine’den çıkıldığında Resulullah seferin hedefini Ebu Bekir’den bile gizlemişti. Hevazin kabilesi seferin kendilerine karşı yapıldığını zannederek Sakif dahil Hevazin’in bütün kollarının katılımıyla büyük bir ordu oluşturdu. Mekke fethi sonrası durumdan haberdar olan Nebi as, Hevazin’e karşı sayıca üstün bir ordu ile yürüdü. Ancak çok daha önceden savaş meydanında konuşlanmış olan Hevazin kabilesi, alanın bütün imkanlarını kendi lehleri için kullanarak savaşın başında Müslüman orduyu dağıttı. Toplamda 200 ila 300 arası şehit verilen savaş, Muhammed aleyhisselamın geri çekilen birlikleri yeniden tanzim ederek ikinci bir taarruz yapması ile Müslümanların lehine döndü. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

26. Sonra Allah, Elçisine ve müminlere güven indirmişti. Sizin görmediğiniz ordular (melekler) göndermişti de kâfirlere azap etmişti. İşte bu, kâfir olanların cezasıdır.
27. Bütün bunlardan sonra, Allah, gerekeni yapanların tövbesini / dönüşünü kabul eder. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
28. Ey inanıp güvenenler! (Antlaşmayı bozan) müşrikler[1*] birer pisliktir; içinde bulundukları bu yıldan sonra[2*] Mescid-i Haram’a[3*] yaklaşmasınlar. Bundan dolayı muhtaç duruma düşmekten korkarsanız[4*], gerekli görürse Allah ikramıyla ihtiyacınızı giderecektir. Allah Alîm; daima bilen ve Hakîm; kararları doğru olandır.

[1*] Hudeybiye antlaşmasını bozmamış olan müşrikler süre sonuna kadar Mekke’de yaşayabilecekleri için burada sözü edilen müşrikler, Hudeybiye antlaşmasını bozanlardan başkası değildir. Zaten Allah Teâlâ şu ayette müşriklerin orada yaşayacağını bildirmiştir: Bir gün İbrahim şöyle yalvardı: “Rabbim /Sahibim, burayı güvenli bir şehir yap! Buranın halkından, Allah’a ve ahiret gününe inananları her üründen yararlandır!” Allah da şöyle dedi: “Ayetleri görmezlikte direneni de bir süre yararlandırır, sonra onu ateş azabına mahkûm ederim. Ne kötü hale gelmektir o!” (Bakara 2/126) İman ve şirk kişinin kalbindedir; oraya kimse baskı yapamaz. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Dinde zorlama olamaz; doğrular ile yanlış kurgular birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim tağutları tanımaz da Allah'a inanıp güvenirse, kopması imkânsız en sağlam kulpa yapışmış olur. Allah, her şeyi dinler ve bilir.” (Bakara 2/256) Bir kimseyi inancından dolayı bir yere sokmamak veya bir yerden çıkarmak, ona yapılan en büyük zorlama ve baskıdır.

[2*] Dört ay müddetleri bitince.

[3*] Yani Mekke’ye yaklaşmasınlar. Bkz.Tevbe 9/7’nin dipnotu.

[4*] Onlar gelmezlerse ticari faaliyetler aksar, gelirimiz azalır diye bir korkuya kapılmayın.(Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

29. Kendilerine kitap verilmiş olanlardan, Allah’a ve ahiret gününe inanıp güvenmeyen, Allah’ın ve resulünün / elçisinin getirdiği kitabın[1*] haram saydığını haram saymayan ve bu doğru dini din edinmeyen kimselerle; kendileri küçük düşüp o cezayı[2*] elleriyle ödeyecek hale gelinceye kadar savaşın[3*].

[1*] Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه ) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resulünün /elçisinin getirdiği kitabın” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35).

[2*] “O ceza” diye meal verdiğimiz el-cizye (الْجِزْيَةَ), çeşit bildiren mastardır, belli bir ceza demektir. Onun ne olduğunu ancak şu âyetten öğrenebiliriz: “Ayetleri görmezlikte direnenlerle (kafirlerle) savaşta karşılaşınca boyun köklerini vurun. Etkisiz hale getirince onları, sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra esirleri karşılıksız ya da fidye alarak serbest bırakın ki savaşın ağırlığı kalmasın...” (Muhammed 47/4)

Savaşta küçük düşüp o cezayı elleriyle verecek hale gelmeleri, esir olmalarıdır. Ödeyecekleri ceza da karşılıksız serbest bırakılmayanların ödeyecekleri fidyedir. Gelenekte gayri müslimlerin erkeklerinden alınan baş vergisi anlamındaki cizyenin, her hangi bir delili yoktur.

[3*] Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Yanlış davrananlar dışındaki ehl-i kitap’la mücadelede sadece en güzel yöntemi uygulayın...” (Ankebut 29/46) Yanlış davrananlar, bize savaş açanlardır. İlgili âyet şöyledir: “Allah yolunda, sizinle savaşanlarla savaşın ve haksız saldırı yapmayın. Allah, haksız saldırı yapanları sevmez.” (Bakara 2/190) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 5
30. Yahudiler, “Üzeyir, Allah'ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da, “Mesîh, Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar!
31. (Yahudiler) Allah'la beraber (aşırı yücelttikleri din adamları olan) hahamlarını ve (Hıristiyanlar da aynı şekilde kendi) rahiplerini Allah'tan ayrı birer Rab konumuna getirdiler. Meryem oğlu (İsa) Mesih'i de (zaten Allah'ın oğlu ilan ederek) rab edinmişlerdi.[*] Hâlbuki onlara yalnız bir tek ilah (olan Allah')a kulluk etmeleri emredilmiştir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır / yücedir.

Ayette geçen “ahbar” terimi, “hebr” sözcüğünün çoğuludur. Bu terim “Kitap ehlinin bilginleri” -daha çok Yahudi bilginleri- anlamına gelir. “Ruhban” terimi ise “rahip” sözcüğünün çoğuludur, Hıristiyanlarda genellikle manastırlarda yaşayan din adamları için kullanılır. Aynı zamanda insanlardan uzaklaşıp uzlete, riyazete çekilerek dünyalıkları ve dünya zevklerini terk eden ve kendini aşırı derecede ibadete veren kişiler anlamına gelir.

Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların rahiplerini ilah edinmelerinden maksat, Allah’ın mesajlarını bırakarak sahte ilah edindikleri bu kişilerin vahiy dışındaki söylemlerine itibar etmeleri ve onların kişisel emir ve yasaklarına uymaları demektir ki bu da onların, din adamlarına kulluk etmesi anlamına gelmektedir. Ayetin devamında Allah: “Hâlbuki onlara yalnız bir tek ilah (olan Allah’)a kulluk etmeleri emredilmişti” buyuruyor.

Aynı öldürücü tehlike bugünün Müslümanları için de geçerlidir. Allah ve resulü adına birçok şey farklı isimler altında Müslümanlara dayatılmaya çalışılıyor. Kur’an’la çelişmesine rağmen uydurma hadislerle Hz. Peygamber üzerinden meşrulaştırılarak bazı hurafeler Müslümanların hayatına sokulmak isteniyor. Hahamlarda ve rahiplerde görüldüğü gibi kişiler, özellikle bazı din adamları aşırı derecede yüceltilerek kendilerine tanrısal özellikler yükleniyor. Kutsanan bu kişiler üzerinden yanlış dini telkinlerle mütedeyyin insanlar yozlaştırılıyor ve bağnaz bir toplum meydana getiriliyor. Onun için kim tarafından ve hangi adla olursa olsun söylenenleri, yaşananları, Kur’an’a ve onun yaşanmış hali olan sünnete -ki sünnet Kur’an’ın kendisidir, ahlakıdır- giderek sorgulamalıyız. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum çünkü sünnet diye şişirilmiş ve içi hurafelerle, bidatlerle, uydurma mucizelerle doldurulmuş bir peygamber hayatıyla da karşılaşabilirsiniz. Müslümanlar olarak bilgili ve uyanık olmalıyız, aksi takdirde bizim de yukarıdaki sınıflardan bir farkımız kalmaz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

32. Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. (Oysa) kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.
33. Dinini, bütün dinlere hâkim kılmak için Elçisini bu rehber (Kur’an) ve gerçek din ile gönderen Allah’tır. Varsın müşrikler / Allah’ı ikinci sıraya koyanlar bundan hoşlanmasınlar.
34. Ey İman edenler! Alimler[1*] ve din adamlarının[2*] çoğu, insanların mallarını haksız olarak yerler ve Allah'ın yolundan alıkorlar.[3*] Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!

[1*] Ahbâr (احبار), kelimesi “Hibr”in çoğuludur. Hibr (حبر) ise sözlükte “âlim”, “bilgin”, ve “mürekkep” gibi anlamlara gelir.[1] Tefsirlerde Ahbâr kelimesine “Yahudi din adamları”, “Bilgili âlimler”, “Fakihler”, “Zâhitler” gibi farklı anlamlar verilmiştir. Ahbâr; herhangi bir konuda veya sadece dini konularda kitaplar, yazılar yazan kişiler; özelde Yahudi din adamları, genelde Müslüman veya gayrimüslim tüm âlim/bilginler için kullanılır.[2] Bu kelime Kur’an’da dört ayette ve hepsi de çoğul olarak geçmektedir.[3] Bunlardan bir tanesi mealen şöyledir: “Ey inanıp güvenenler! Bilginlerin ve din adamlarının birçoğu insanların mallarını haksız yolla yer ve onları Allah’ın yolundan engellerler…” (Tevbe, 9/34)

[1] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. IV, s. 157; el-İsfâhânî, Müfredât, s. 215.

[2] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, c. IV, s. 157; el-İsfâhânî, Müfredât, s. 215; Mâide, 5/44.

[3] Mâide, 5/44, 63; Tevbe, 9/31, 34.

KAYNAK: Aydın Mülayim, Kur’an’da Din Adamları, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 58.

[2*] Ruhban, “korkmak”, “çekinmek” anlamlarına gelen r-h-b kökünden (rahbet, rahbâniyyet) türemiş bir kelimedir. “Allah’tan korkan”, “O’ndan çekinen” anlamında “Râhib” kelimesinin çoğuludur. Buna göre Ruhban; “Allah’tan korkan ve O’ndan çekinen kimseler”, “Allah rızasını kazanmak için dünyayı terk etmiş kişiler” olarak tanımlanır. Tefsir kitaplarında ruhban ile genelde “Allah’tan korkanlar”, “kendilerini ibadete adamış kişiler”, “İsa (a.s.)’ın davetine icabet eden ve ona tabi olup şeriatı üzere olanlar” ve özelde “Hristiyan din adamları”nın kast edildiği söylenir. Hristiyanlıkta rahipler, insanların Allah ile ilişkilerinde günahları kilise adına affetme yetkisine sahip olan, adaklar ve kurbanlar sunmak üzere atanmış olan kişilerdir. Türkçede bunlar papaz, keşiş olarak da ifade edilir. Hristiyanlığın algıladığı ve böyle bir algıyla oluşturulan dini kurumların İslam’da yeri yoktur. (Bkz. Hadîd, 57/27) Bize göre, ruhban sınıfı sadece Hristiyanlığa özgü olmayıp her dinin kendi tarzında ruhbanı olabilir. Çünkü Allah’ın emri gereğince Rabbinden çekinen herhangi bir kimseye rahip denilebilir. (Bakara, 2/40) İnsanlar çoğunlukla Allah’tan korktuğuna inandıkları ve “din adamı” olarak kabul ettikleri bu kişilere din adına bir takım yetkiler verir ve böylece yoldan çıkarlar. Bu tür kimseler hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bilginlerini ve din adamlarını (ruhban) Allah ile aralarına koyup rab edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa onlara verilen emir, sadece tek bir ilaha(tanrıya) kul olmalarıdır. Ondan başka ilah yoktur. Allah, onların ortak (şirk) koştuklarından uzaktır.” (Tevbe, 9/31)

KAYNAK: Aydın Mülayim, Kur’an’da Din Adamları, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 61-64.

***

[3*] Bu din istismarının devam edebilmesi ve sömürü sektörünün ayakta kalabilmesi için dinin kaynağına doğrudan ulaşmak isteyenleri yanlış dini telkinlerle, aslı astarı olmayan fetvalarla Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Aynı durum İslâm dünyası için de geçerlidir. Nikâh ve sünnet merasimleri, cenaze ve kabir başı organizasyonları, mevlit okumalar ve hatim indirmeler, ıskat-ı salât ve telkin aldatmacaları, muska yazmak, vs. gibi hiçbir dini dayanağı olmayan ritüeller icat edip fiyat borsaları oluşturulmaktadır. Bunları ve benzerlerini hahamlar ve rahipler yaptığı zaman yanlış oluyor da Müslüman sözde din adamları yaptığı zaman neden doğru oluyor? Din sömürüsü yaparak insanları gerçek dininden uzaklaştıran hahamlar ve rahipler azabı hak ederken, aynı işi yapan İslâm’ın sözde temsilcileri neden cenneti hak ediyor? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

35. O gün o altın ve gümüşlerin üstü cehennem ateşinde kızdırılacak da bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacak (onlara): "İşte bu kendi canınız için saklayıp biriktirdiğiniz şeydir. Haydi şimdi tadın bakalım şu biriktirdiğiniz şeyin tadını!" denilecek.[*]

Bu ayetlerde mal ve servet ahlakı öğretilmekte, biriktirilip sonunda Allah yolunda infak edilmeyen malların kişilerin azabına dönüşeceği haber verilmektedir. Bu ayet Âl-i İmrân 3:180 ile birlikte okunmalıdır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

36. Gökleri ve yeri yarattığı gün, Allah’ın kitabında[1*] olan şudur: Allah katında ayların sayısı on ikidir; bunlardan dördü haram aylardır[2*]. İşte doğru hesap budur. Bu aylarda (savaşıp[3*] da) kendinizi kötü duruma düşürmeyin! Ama müşrikler (bu yasağı dikkate almayıp) sizinle nasıl bütün aylarda savaşıyorlarsa siz de onlarla o aylarda savaşın[4*]! Bilin ki Allah, yanlışlardan sakınanlarla beraberdir.

[1*] Evrenin yapısı ile ilgili olarak levh-i mahfuzda yani korunmuş kitapta kayıtlı olan bilgi (Hac 22/70, Sebe 34/3).

[2*] Haram aylar; Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır.

[3*] Bakara 2/194, 217; Maide 5/2, 97.

[4*] Buradaki kâffeten (كافة) ifadesine bütün aylarda (في كافة الشهور) anlamı verilmiştir. Kâffeten (كافة)‘deki tenvin muzafun ileyhten ıvazdır. Ayetin bağlamına bakılınca, muzafun ileyhin aylar (الشهور) dışında bir şey olamayacağı görülür. Zaten haram aylarda bizimle savaşılırsa bize de savaşma hakkı doğar (Bakara 2/194, 217). Tefsir ve meallerde bu ayete “topyekün savaşma” anlamı verilir. Halbuki bu anlam Tevbe 9/122’ye ters düşmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

37. Nesî[*] / haram ayları yerinden oynatmak için yapılan ekleme, yalnızca kâfirliğe kâfirlik katmaktır. Kafirlik edenler, eklenen kısmı bir yıl helal bir yıl da haram sayarak bu yolla saptırılırlar. Bunu, Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uyum sağlamak için yaparlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal saymış olurlar. Kötü işleri, onlar için süslü gösterilir. Allah, o kâfirler topluluğunu yola getirmez.

Nesî, “geciktirme” anlamında mastardır. Kamerî yıl ile güneş yılı arasında 11 gün kadar fark vardır. Bu da haccın, yılın her mevsimini dolaşmasına sebep olur. Hac ibadeti, can ve mal güvenliğinin sağlandığı peş peşe gelen üç haram ayından ikincisi olan Zilhicce’nin dokuzunda başlar ve on üçünde biter. Haram aylarından Zilkade, hacca gelirken, Muharrem de dönüş sırasında hacıların yol güvenliği açısından önemlidir. Ancak haram ayların, yılın bütün mevsimlerini dolaşıyor olması, bazı kimselerin hesabına gelmediği için kamerî aylara ilave yaparak onları belli bir mevsimde sabitlemeye çalışmışlardır. İşte bu hilenin adı ‘nesî’ dir.

Bunu Yahudiler de yapmaktadır. Onlar dini konularda Güneş-Ay (Lunisolar) takvimini esas alırlar. Bu sistemde ayın başlangıcı ve bitişi kamerî takvimde olduğu gibi ayın hareketine göre hesaplanır. Ancak yılların sayısı hesaplanırken Güneş dikkate alınır. Aylar sene boyunca sabittir. Ayları sene boyu sabit tutabilmek için belli aralıklarla seneye ilave bir ay (Adar II) ekleyip ayların sayısını on üçe çıkarırlar. Bu hesapta her on dokuz senede yedi defa, bir yıl on üç ay çeker. Daha sonra bu on dokuz yıllık periyot başa sarar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 6
38. Ey iman edenler! Size ne oldu ki "Allah yolunda savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız. Ahiretin yerine dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimliği ahirete göre çok azdır.[*]

Bu ve bundan sonraki ayetler Tebük Seferi ile ilgili olarak inmiştir. Öyle ki bu sefer, gerçek Müslümanlarla münafıkları birbirinden ayırmıştır. Bizans İmparatorluğu, Müslümanların hicretten sonraki başarılarından kaygılanmaya başlamış ve Hz. Muhammed öncülüğündeki İslam’ın yayılmasından ciddi rahatsızlık duymuştu. İslam’ın daha fazla kitlelere ulaşmasına engel olmak için Hristiyan olan Arapların da desteğini alarak bir çalışma başlatmıştı. Tam böyle bir zamanda Suriye’de bulunan Hristiyanlar, Bizans İmparatoru Heraklius’a bir mektup göndererek; “Muhammed’in öldüğünü, İslam coğrafyasında kıtlığın baş gösterdiğini, Müslümanların dağılmaya yüz tuttuğunu, dolaysıyla Medine’ye sefer düzenlendiği takdirde Müslümanların karşı koyamayacağını ve Hristiyanlık inancına katılabileceklerini...” bildirmişlerdi.

Bunun üzerine Müslümanları yok etmeyi planlayan Bizans İmparatoru 40.000 kişilik bir ordu hazırlayarak Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Hicretin dokuzuncu yılında (M. 630’da) Bizans İmparatorunun Müslümanlara karşı büyük bir saldırı plânladığını haber alan Allah’ın Elçisi, genel bir seferberlik ilan ederek derhâl hazırlıklara başlanmasını emretmişti. Fakat münafıklar Romalılara karşı savaşmanın bir intihar olacağını ortaya atarak kendileriyle beraber yeni Müslüman olanların da bu sefere katılmamasını sağlamışlardı. Bütün olumsuz şartlara ve münafıkların engellemesine rağmen, Hz. Peygamber, sadık ve samimi Müslümanların gayretiyle topladığı 30.000 kişilik İslam ordusuyla Tebük’e doğru yola çıktı. İslam Ordu Tebük’e kadar gelmişti ki, Bizanslıların savaştan vazgeçtiği haberini aldılar.Hem tedbir hem de tebliğ amaçlı İslam ordusu yirmi gün boyunca orada kaldılar. Bu zaman zarfında, bölgedeki kabilelere Allah’ın dini anlatılarak temsille tebliğler yapıldı ve bölge halkının çoğu İslâm’ı kabul etti ve bölge İslâm devletinin egemenliği altına alındı. Bu seferde savaş olmamış ama Hz. Muhammed çok güçlü ve disiplinli bir ordu ile Bizans’ı püskürterek askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanmıştır. Böylece Müslümanlar, Arap coğrafyasının en büyük gücü olduklarını herkese kabul ettirmiştir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

39. Eğer (emrolunduğunuz bu savaşa) seferber olup çıkmazsanız, (Allah) sizi elem verici bir azapla cezalandırır ve yerinize başka bir millet getirip koyar da siz ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye gücü yetendir.[*]

Tebük Seferi’ne katılacak olan Müslümanların işi oldukça zordu. Çünkü hem gidecekleri yer uzak hem de havalar sıcaktı. Savaşacakları düşmanları da güçlüydü. Kıtlık ve yokluk vardı. Genel seferberlik ilan edilmesine rağmen Müslümanların bir kısmı bu sefere sıcak bakmıyordu. Onun için sefer hazırlıkları uzun sürdü. Ancak Müslümanlar, kıtlığı, kuraklığı, sıcaklığı, uzaklığı bahane etmeden mutlaka bu sefere katılmalıydı, imanlarının ve sadakatlerinin gereğini yerine getirmeliydi. Aksi takdirde cezalandırılacakları bu âyetle kendilerine bildiriliyordu.Demek, gerektiği zaman zulme karşı koymak, terörü engellemek, insan hak ve özgürlüklerini korumak, başka bir ifâde ile meşru savunma anlamındaki önleyici savaş da bir farzdır. Bizans’a karşı böyle bir vecibenin icrası için Müslümanların bir kısmı korkak ve ürkek davranarak sefere katılmak istemeyince bu defa hem teselli hem de uyarı amaçlı bir sonraki ayet nazil oldu. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

40. Eğer siz (Allah yolunda savaşa çıkarak) o (nebi)ye yardım etmezseniz (mühim değil, Allah ona yardım edecektir). Hani vaktiyle inkârcılar onu iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir'le birlikte Mekke'den) çıkardıkları zaman, ona Allah yardım etmişti. Onlar (Sevr dağında) mağarada bulunurken, o arkadaşına: “Tasalanma, çünkü Allah bizimle beraberdir” demişti.[*] Bunun üzerine Allah da o(na yardım etmiş ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güven indirmişti. Ve onu görmediğiniz ordularla desteklemişti. Böylece inkâr edenlerin sözünü (davasını) alçaltmıştı. Allah'ın sözü en yücedir. Çünkü Azîz; daima üstün ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah’tır.

Bu ayet, Hz. Peygamber’in, M.S. 622 yılında Hz. Ebû Bekir’le birlikte Mekke’den Medine’ye hicretini anlatıyor. Ayette geçen; “İkinin ikincisi” ifadesi bir hiyerarşiyi îma etmiyor, iki kişiden birini anlatıyor. Yani Hz. Peygamberi işaret ediyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

41. [Sizin için] bu kolay da olsa zor da olsa[*], savaşa çıkın; ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda yürekten çaba gösterin; (çünkü) eğer bilirseniz, bu sizin kendi iyiliğiniz içindir!

Lafzen, “hafifçe ya da ağırca”. Çeviride benimsenen ifade, çoğu klasik müfessirin bu ayete ilişkin yorumlarına uygundur (örn. Zemahşerî ve Râzî). (Muhammed Esed Tefsiri)

42. Eğer dâvet olundukları seferde peşin bir ganimet bulunsa ve orta yollu bir mesafe olsaydı, mutlaka senin peşinden gelirlerdi; fakat meşakkatli Sıkıntılı, zorlu, zahmetli. yol onlara pek uzak geldi. Bununla beraber “Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık” diye yemin edeceklerdir. Onlar bu yalanlarıyla kendilerini mahvediyorlar. Çünkü Allah onların yalancı olduklarını kesinlikle bilmektedir.[*]

Bu grup ayette dile getirilen ve münafıkların durumunu ortaya koyan anlatımlardan çıkarılabilecek sonuç şu olabilir: Böyle bir tavır sadece bu kişilerin kendilerini aldatmasından başka bir şey değildir. Çünkü onların bu türden ikiyüzlülükleri toplumun diğer fertleri tarafından kolayca anlaşılabilmektedir ve bunu yapanlar toplumsal hayatta çok kötü bir duruma düşmektedirler. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

BÖLÜM 7
43. Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana göre tam olarak ortaya çıkmadan, yalancıların kimler olduğunu da öğrenmeden onlara (savaşa katılmama konusunda) niçin izin verdin[*]?

Bu ayet nebilerde ismet sıfatının olmadığının delillerindendir (Nisa 4/105-107, Enfal 8/67-68, Hud 11/12, İsra 17/73-75, Neml 27/10-11, Tahrim 66/1-2). Yani nebiler günahlardan korunmuş değillerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

“Hay Allah affedesice!..” ifadesi, işlenmiş bir suçtan kinayedir. Çünkü af, suçu takiben söz konusu olur. Anlamı da, “Hata ettin, ne kötü yaptın!” şeklindedir. “Neden onlara izin verdin ki?!” ifadesi de, affa konu olan ve kinayeli bir şekilde söz edilen şeyin beyanı mahiyetindedir. Anlam,“Neden onlara savaştan geri kalma konusunda izin verdin de, senden izin alıp, bahane sunup geri kaldılar; izin vermek için biraz bekleyip de inceleseydin ya!” şeklindedir. “Senin için ayan beyan ortaya çıkmadan” yani mazeretinde doğru olanlar, yalan söyleyenlerden iyice ayrılmadan.

Söylendiğine göre Peygamber (s.a.) Allah’tan emir almadan iki şey yapmış; biri münafıklara izin vermek, diğeri de esir almak ki Allah kendisini bu konuda da azarlamıştır. (Zemahşeri Tefsiri)

44. Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ[*] sahiplerini pek iyi bilir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

45. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kendileri de o şüphelerinin içinde bocalayan kimseler, senden izin isterler.
46. Eğer savaşa çıkmak isteselerdi kesinlikle bir hazırlık yaparlardı. Ama Allah, tutum ve davranışlarından hoşlanmadı da üzerlerine bir ağırlık çökertti. Onlara: “(Savaşa gelemeyip) oturanlarla birlikte siz de oturun” denildi.[*]

“Oturanlarla beraber oturun!’ denildi.” Yüce Allah’ın onların kalplerine sefere çıkmaktan hoşlanmamayı vermiş olması, onlara verilmiş oturma emri olarak ifade edilmiştir. Bir görüşe göre bu şeytanın vesvese ile onlara söylediği sözdür. Bir diğer görüşe göre bu onların kendi kendilerine söyledikleri bir söz; diğer bir görüşe göre ise, onlara Peygamber (s.a.)’in geri kalma (oturmak) için vermiş olduğu izindir.

Şayet “Allah’ın onların kalplerine sefere çıkmaktan hoşlanmamayı vermiş olması nasıl mümkün olabilir? Zira bu çirkin bir fiildir; Allah Teâlâ ise çirkin fiilleri insanlara ilham etmekten münezzehtir” dersen şöyle derim: Onların sefere çıkmaları, bozulmaya yol açacak bir durumdu [mefsedet]. Zira Allah Teâlâ , “Zaten, aranızda sefere çıksalardı, size sorun çıkarmaktan başka katkıları olmazdı; aranıza fitne sokmak için koşturup dururlardı!” buyurmuştur. Dolayısıyla, onların kalplerine sefere çıkmaktan hoşlanmamayı vermiş olması, güzel bir fiil olup insanların da çıkarınadır [maslahat]. “O zaman, neden Peygamber (s.a.)’in onlar açısından maslahat olan bir iş [yani geride kalmaları] için izin vermiş olması hata sayılmıştır?” dersen şöyle derim: Çünkü Peygamber (s.a.) onlara bu maslahat açısından izin vermiş değildi. Zaten bu işte bir maslahat olduğunu da ancak seferden döndükten sonra Allah’ın kendisine bildirmesi ile öğrenmişti. Onlara izin vermesinin sebebi, kendisine mazeret beyan edip izin istemiş olmaları idi. Oysa ona düşen, onların sundukları mazeretlerin künhünü iyice araştırmak ve kabul etmemekti. O azarlama kendisine işbu sebeple gelmiştir. Ayrıca, Allah onları zaten alıkoyacakken Peygamber (s.a.)’in onlara izin vermemesi, bir başka maslahat içeriyor olabilirdi ki [belki de] bunlara izin verdiği için bu maslahat kaybedilmiştir. Şöyle ki: Allah bunları zaten alıkoyacakken kendileri harekete geçmedikleri zaman [yerlerinde] oturup kalmaları, Peygamber (s.a.)’den izinsiz gerçekleşmiş olacak ve bu durum aleyhlerine delil olacak, mazeretleri kalmayacaktı. Neyse ki Allah Teâlâ sırlarını ifşa edip münafık olduklarına, Allah’a ve âhirete inanmadıklarına şehadet edince [Peygamber (s.a.)’in onlara izin vermesi ile ortadan kalkan] bu maslahatı telafi etmiş oldu.

Şayet “‘Oturanlarla birlikte’ ifadesinin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bu ifade onlara yönelik bir kınama ve taciz olup, sürekli evde oturan ve [savaştan] geri kalan kadınlar, çocuklar ve müzmin hastalık sahipleri ile bunları aynı kefeye koymaktadır. Nitekim “Aslında geri kalan kadınlarla birlikte oturmak istiyorlardı!.” [ Tevbe 9/87, 93] ayeti bunu beyan etmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

47. Eğer onlar da sizin içinizde (sefere) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmayacak ve sizi fitneye düşürmek için aranızda koşuşturacaklardı. Aranızda onları dinleyecek kişiler de vardı.[*] Allah zalimleri hakkıyla bilendir.

“Aranıza fitne sokmak için koşturup dururlardı!” Yani dedikodu ederek, lâf getirip götürerek aranızı bozmaya çalışırlardı. Vada‘a’l-be‘îru vad‘an (Deve iyice hızlandı.) ve evda‘tühû ene (Onu ben hızlandırdım) gibi ifadeler kullanılır. Anlam, ve le-evda‘û rakâ’ibehum beynekum (Elbette binitlerini aranızda koştururlardı!) şeklinde olup, süratle dedikodu yapacakları anlatılmak istenmektedir. Çünkü binek üzerindeki kişi, yayadan daha hızlıdır. İbnü’z-Zübeyr [v. 94/713] ve le-erkasū şeklinde okumuştur. Bu kelime deve hızlandığında kullanılan rakasati’n-nâkatü raksan ve onu hızlandırdığında söylediğin erkastuhâ ifadelerinden türemiştir.

يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ   aranızda ihtilaf çıkartmaya çalışarak sizi saptırmak, gazadaki niyetlerinizi bozmak isterler. “Çünkü içinizde bunlara kulak kesilenler” yani bunların sözlerini dinleyip size ulaştıran dedikoducular “var.” Ya da sizin içinizden bir grup var ki münafıkları dinleyip onlara itaat ederler. (Zemahşeri Tefsiri)

48. Bunlar daha önce de fitne peşinde koştular ve senin işlerini alt üst ettiler. Onlar hoşlanmasalar da sonunda hak yerini buldu ve Allah’ın emri hakim oldu[*].

Bunlar, daha önce Uhud savaşında geri çekilen düşmanı takip etmeyip tartışma çıkaran ve Müslümanların dağılmasına sebep olan münafıklardır. Müslümanlar galipken mağlup duruma düşmüşlerdi (Al-i İmrân 3/152-155, 166-169). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

49. Onlardan kimi de “Bana izin ver de başımı sıkıntıya sokma[*]” der. Bil ki onlar, zaten sıkıntı içindedirler. Cehennem, kâfirleri /ayetleri görmezlikte direnenleri elbette kuşatacaktır.

Savaştan kaçmış durumuna düşmeyeyim. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

50. Sana bir iyilik isabet ederse,[*] bu onları çok üzer. Eğer senin başına kötü bir şey gelirse, “Biz önceden tedbirimizi aldık” diyerek, (onun için kötülük başımıza gelmedi diye) sevinerek çekip giderler.

Yani, bu surenin büyük bir kısmının vahyedildiği Tebük seferi sırasında. Bununla birlikte, akılda tutulmalıdır ki, bu ayetler sadece tarihsel olgulara dikkat çekmiyor, aynı zamanda ve belki daha çok ikiyüzlülüğün genel çehresini sergilemek amacını güdüyor. (Muhammed Esed Tefsiri)

51. De ki onlara: "Hakkımızda Allah'ın yazdığından başkası bize asla ulaşmaz. O'dur bizim Mevlâ'mız.[*] Yalnız Allah'a güvenip dayansın inananlar."

Sözlükte “birinin yakını, dostu, arkadaşı ve yardımcısı olmak, onun idaresini elinde bulundurmak” anlamındaki velâyet (vilâyet) kökünden mastar ismi ve sıfat olan mevlâ kelimesi “birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik” gibi mânalara gelir. Râgıb el-İsfahânî, kavramın “temel” anlamındaki yan yana oluş faktörünü göz önünde bulundurarak velâ kökünün “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı bulunmamak şartıyla birlikte olması” mânasına dikkat çekmiş ve bu birlikteliğin mekân, nisbet, din, dostluk, yardım ve inançta yakınlık için kullanıldığını söylemiştir (el-Müfredât, “vly” md.). Mevlâ kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde maddî unsurlar hariç yakınlığın (kurb) “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. (TDV İslâm Ansiklopedisi, Mevlâ maddesi)

52. Münafıklara de ki: “Bizim hakkımızda bekleyip gözlediğiniz, iki güzel şeyden, yani zaferden veya şehid olmaktan başka bir şey midir?[*] Biz ise Allah'ın, ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz!

Yani size göre biri (ölüm) kötü olabilir ama sizin, bizim için beklediklerinizin ikisi de bizim için güzeldir. Ölürsek şehit oluruz ki gideceğimiz yer gittiğimiz yerden çok daha güzeldir ve kalıcıdır, kalırsak gazi oluruz ki bu bizim için bir şereftir. Ama siz, bunların ikisinin de mutluluk olduğunu bilemezsiniz ve sadece geçici olanına sevinirsiniz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

53. De ki: “Allah yolunda, ister gönül rızasıyla verin, ister gönülsüz infak[*] edin, verdikleriniz sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, hak yoldan çıkmış fâsıklar Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen. güruhusunuz. ”

Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk “bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, İnfak maddesi)

54. Onların insanlara yapmış oldukları yardımların kabul edilmesine engel olan şey, Allah’ı ve Elçisini kabul etmemeleri, sonra namaza istemeye istemeye gelmeleri ve insanlara yaptıkları yardımları gönülsüz yapmalarındandır.
55. Öyleyse, onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Doğrusu, Allah, bunlarla, onlara dünya hayatında azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor.[*]

Bir şeye imrenmek, ondan razı olan, güzelliğinden hoşnut olan kimsenin sevincine benzer şekilde sevinmek demektir. Anlam, “Onlara verilen dünya ziynetlerini güzel görme, onlara aldanma.” şeklinde olup “Bunlardan bazısına sırf denemek için verdiğimiz dünya hayatının güzelliğine sakın gözlerini dikme.” [TāHâ 20/131] ayetinde olduğu gibidir. Zira Allah onlara verdiklerini azap için vermiştir. Çünkü onların mallarını sizlere ganimet ve esir olmaya namzet kılmıştır. Ayrıca o mallara afet ve musibetler vererek onları imtihan etmiş, onları mallarını hayır kapılarında infak etmekle mükellef tutmuş, istemeseler de burunları sürte sürte infak etmelerini emretmiş, onlara o malları kazanıp biriktirme uğrunda ve evlatlarını yetiştirme yolunda türlü külfetler tattırmıştır.

Şayet “Haydi, azap etmenin ‘Yüce’ Allah’ın iradesine bağlanması doğrudur diyelim, peki bunların ‘inkârcı olarak’ can çekişe çekişe ölmelerini nasıl istemiş olabiliyor Allah!?” dersen şöyle derim: Kastedilen, onların nimetlerle yavaş yavaş azaba çekilmeleridir. Bu husus, “Sırf günahları artsın diye onlara mühlet veriyoruz.” [Âl-i İmrân 3/178] ayetinde de ifade edilmiştir. Burada adeta, “Nimet içinde yüzmekten akıbetini düşünmeye fırsat bulamamış birer kâfir olarak ölecekleri zamana kadar bunlara nimetini devam ettirmek istemekte” buyrulmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

56. Mutlaka sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir,[*] fakat onlar korkak bir topluluktur.

Münafıklar iki arada bir derede kalarak, ne müslümanlardan yana ne de yahudilerden yana bir tavır içerisine girmişlerdi; müslümanlarla birlikteyken müslüman, diğerleriyle birlikteyken de onlardan olduklarını söylüyorlardı. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

57. Eğer onlar sığınacak bir yer yahut bir mağara veyahut da girebilecekleri bir delik bulsalar, koşa koşa oralara girerlerdi.[*]

Böylece Kur’an, nifak ve ikiyüzlülüğün temelinde en derin, en köklü saik olarak korkunun yer aldığını gösteriyor: ahlaken bağlanma, taahhüt altına girmiş olma korku ya da endişesinin; mevcut toplumsal çevreden açıkça kopmanın yol açacağı yoksunluklardan yana duyulan korkunun vb. Toplumsal statü ve saygınlık için duydukları alt edilmesi zor, bayağı, ahlak dışı tutkuları içinde “münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar, Oysa onları [kendi kendilerini] aldatma tuzağı içinde bırakan O’dur” (4:142); ve yine “onlar Allah’a karşı umursamaz davranırlar, bu yüzden Allah da onları gözden çıkarır” (9:67). Bu bakımdan belirtmek yerinde olacaktır ki, daha uygun bir karşılık bulunamadığı için “ikiyüzlü” (hypocrite) sözcüğüyle çevirdiğimiz Arapça münâfık terimi hem çevresindekileri bilerek aldatmaya çalışan deyim yerindeyse bilinçli mürailer için, hem de zihin karışıklığı, ruh boğuntusu ya da irade eksikliği yüzünden kendi kendilerini aldatma zaafı içindeki kararsız insanlar için kullanılır. (Muhammed Esed Tefsiri)

58. Onlardan kimi de zekâtlar(ın bölüştürülmesi hususun)da sana dil uzatır. Eğer o sadakalardan kendilerine pay verilse hoşlanırlar, onlardan kendilerine pay verilmezse hemen kızarlar.[*]

Müslümanlar mallarından %2,5 zekât veriyordu ve bu da fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere Beytülmal ’de toplanıyordu. Münafıklar ihtiyaçları olmamasına rağmen bunlardan kendilerine pay ayrılmasını ya da ayrılan payın daha çok olmasını istiyorlardı. İstekleri yerine getirilmeyince de “Peygamber zekât paralarını kendi akrabalarına dağıtıyor” şeklinde dedikodu çıkarıyorlardı. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

59. Onlar Allah’ın ve Elçisinin kendilerine verdiğine razı olup “Allah bize yeter; yakında bize Allah da lütfundan verecektir, Elçisi de. Biz yalnızca Allah’a rağbet edenleriz” deselerdi (daha iyi olurdu).
BÖLÜM 8
60. Sadakalar[1*] sadece fakirlere, miskînlere[2*], sadaka işinde çalışanlara[3*] ve müellefe-i kulûba / kalpleri ısındırılacak olanlara[4*] verilir. Bir de boyunduruk altındakilere[5*], borçlulara[6*], Allah yolunda[7*] ve yolculara[8*] harcanmak üzere ayrılır. Bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır.Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

[1*] Sadaka, sadakati gösteren bir vergidir. Müslüman olsun olmasın, nisap miktarı malı olan her vatandaştan alınır (Tevbe 9/103). Müslüman onu, Allah’ın emrine sadakatini göstermek için verdiğinden onun açısından zekat olur.

[2*] Fakir muhtaç durumda olan, miskin ise işsiz ve çaresiz kalan kişidir. Nebimiz şöyle demiştir: “Miskîn bir parça, iki parça yiyecek ile yetinen değil, ihtiyacını karşılayamadığı halde utanan veya ısrarla kimseden bir şey isteyemeyen kişidir.” (Buhârî, “Zekât”, 53; Müslim, “Zekât”, 101; Ebû Dâvud, “Zekât”, 23; Nesâî, “Zekât”, 78)

[3*] Bunlar, vergi işinde çalışanlardır. Sadece vergiyi toplayanlar değil, güven ve tatmin ortamının oluşması için çalışan kamu görevlileri de bu kapsama girer (Tevbe 9/103). Onların maaşları da sadakadan verilir.

[4*] “Müellefe-i kulûb” gönülleri ısındırılan kişilerdir. Nebimiz Huneyn Savaşından sonra Mekke’nin liderlerinden Safvân b. Ümeyye’ye bir miktar mal vermişti. Safvan dedi ki: O benim en fazla kin duyduğum kişiydi ama bana mal vermeye devam etti ve en çok sevdiğim kişi oldu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 153)

[5*] Rikâb, hürriyetini kaybetmiş kişilerdir (Müfredat). Esir düşen kişiler savaşa katılanlara ganimetten bir pay olarak dağıtılırlar ki savaşa katılanlar onlardan fidyelerini alıp serbest bıraksınlar. Fidye alınmadan da serbest bırakılabilirler (Muhammed 47/4). Elindeki esiri fidyesiz serbest bırakmak istemeyenlere bu fondan ödeme yapılarak esirler hürriyetlerine kavuşturulurlar. Esir veya başka ülkelerde hapse düşmüş ama elinde imkânı olmayanlara da bu fondan ödeme yapılarak kurtulmaları sağlanır.

[6*] Bu, fakir olmadıkları halde borçlarını ödeyemeyenler için kurulan fondur. Mesela birinin bir işletmesi vardır, borçlanmıştır. Orayı satsa borcunu ödeyebilir ama o zaman da işsiz kalır. Bu gibi kimselerin ödeme gücünün olmadığı tespit edilirse borçları bu fondan ödenir ki işleri bozulmasın.

[7*] Bu, savaş başta olmak üzere Allah’ın emrine uygun olarak onun yolunda yapılacak bütün kamu harcamaları için kurulan fondur (Bakara 2/190 ve 195, Enfâl 8/60).

[8*] İnsani ilişkilerin ve ticari hayatın gelişmesi için yolların yapılmasına ve oralarda güvenle hareket etmeye ihtiyaç olur (Nahl 16/112). Yolcuların ihtiyaçları, yol yapımı ve yol güvenliği için yapılan harcamalar bu fondan karşılanır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

61. İçlerinde “Her söze kulak veriyor!” diyerek nebiyi incitenler vardır. De ki: “O sizin için iyi olana kulak verir. Allah’a inanıp güvenir, müminlere de inanır. Ayrıca o, sizden inanıp güvenenler için bir lütuftur.” Allah’ın elçisini inciten kişilere acıklı bir azap vardır[*].

Başta geçen “nebiyi incitmek” ifadesi ayetin sonunda “Resulullah’ı incitmek” şekline dönmüştür. Çünkü nebiyi incitme ile resulü incitme arasında sonuca etki eden önemli bir fark vardır. Kur’an’da nebi ve resul kavramları birbirleriyle irtibatlı ama farklı anlamlarda kullanılır. Nebi, kendisine risaletle ilgili vahiy indirildiği için değeri yükseltilmiş kişidir. Bu yönüyle nebilik ünvandır ve beşerî özellikleri de kapsar. Resul ise kendisineindirilen vahyi tebliğ etme görevini ve tebliğ edilen şeyi ifade eder. Kişi nebilik ünvanını, verildiği andan ölümüne dek hayatının her anında taşır ama resullük sadece tebliğ faaliyetini sürdürdüğü anlar için söz konusudur. Bu sebepledir ki Kur’an’da nebiye mutlak itaatten bahsedilmezken (Mümtehine 60/12) resule mutlak surette itaat istenir ve bunun Allah’a itaat anlamına geldiği bildirilir (Nisa 4/80). Bunun uzantısı olarak bu ayette görüldüğü gibi nebiyi incitenler kınanır yahut en fazla uyarılırken resulü incitenler acıklı bir azapla tehdit edilir. Çünkü nebiyi incitme beşerî münasebetlere dair bir eksikliğin tezahürü iken resulü incitme onun tebliğ ettiği şeyi, dolayısıyla Allah’ı hedef alan bir karşı koyuş anlamına gelir. Bu sebeple Muhammed aleyhisselamın etrafındaki insanlar, onunla konuşur yahut tartışırken onun hangi sıfatla konuştuğuna dikkat etmeleri konusunda uyarılmışlardır (Hucurat 49/2). Zira nebiyle polemiğe girmek en fazla nezaketsizlik olarak değerlendirilebilecek iken (Ahzab 33/53) resul vasfıyla tebliğ ettiği şeye karşı çıkmak, kişiyi Allah’ın yolundan çıkaracaktır (Ahzab 33/57). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

62. Sizi razı etmek için Allah’ın adıyla yemin ederler. Eğer mümin iseler, asıl razı etmeleri gereken Allah ve resulüdür[*].

Allah’ın rızasının kazanılması onun emir ve yasaklarının yerine getirilmesine bağlıdır. Onun emir ve yasaklarını da bize resuller iletir. Bu sebeple Allah’a itaat etmenin yolu resule itaatten geçer (Nisa 4/80, Nur 24/54). Nebi olan resullerin ulaşamadıkları yerlerde yahut vefatlarından sonra resulluk görevi, Allah’ın indirdiği kitabın tebliğ edilmesiyle yerine getirilir. Nitekim, ayetteki (يرضوه) onu razı etmeniz” ifadesinde geçen zamir “Allah ve resulü” ifadesini gösterdiği halde (هما) şeklinde tesniye/ikil değil, (هُ) şeklinde müfred/tekil gelmiştir. Bu da “Allah ve resulü” ifadesiyle iki ayrı hüküm koyucudan değil tek bir otoriteden bahsedildiğini gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

63. Onlar şunu hâlâ öğrenmediler mi! Kim Allah'a ve elçisine sınır çizmeye kalkarsa[*] ona içinde ölümsüz olarak kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük bir rezilliktir.

Mücadele 58/5-6, 20-22. Bu ve önceki ayetlerde, Allah ve resulünün ayrı ayrı zikredilmiş olması itaate ya da isyana konu olan iki ayrı otoritenin varlığını göstermez. Allah’a itaat nasıl ki onun isteklerini tebliğ eden resule/kitaba itaat ile mümkün oluyorsa (Nisa 4/80), ona karşı başkaldırı yahut ona sınır çizme de yine onun ayetlerine karşı gösterilen tavırla mümkün olacaktır (Al-i İmrân 3/32). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

64. Münafıklar,[*] kalplerinde olan şeyleri, yüzlerine karşı açıkça haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. De ki: “Siz alay ede durun! Allah, çekindiğiniz o şeyi ortaya çıkaracaktır.”

Sözlükte “(tarla faresi) yuvasına girmek; (bir kimse) olduğundan başka türlü görünmek” anlamındaki nifâk masdarından türemiş bir sıfat olan münâfık kelimesi “inanmadığı halde kendisini mümin gösteren” kimse demektir. Kelimenin, “tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak üzere yuvası için hazırladığı birden fazla çıkış noktasının birinden girip diğerinden çıkması” biçimindeki kök mânasından hareketle münafık, “dinin bir kapısından girip diğerinden kaçan çifte şahsiyetli kimse” olarak da tanımlanmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nfḳ” md.; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “nfḳ” md.; Lisânü’l-ʿArab, “nfḳ” md.).(TDV İslâm Ansiklopedisi, Münafık maddesi)

65. Onlara (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette “Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk” derler. De ki: “Allah ile, O’nun ayetleri ile ve Elçisi ile mi alay ediyordunuz?”
66. “Ey münafıklar! Hiç boşuna özür dilemeyin. Gerçek şu ki: Siz iman ettiğinizi açıkladıktan sonra, içinizdeki inkârı açığa vurdunuz. Sizden bir kısmınızı, (tövbeleri veya alay etmemeleri sebebiyle) affetsek de, bir kısmını suçlarında ısrar etmelerinden dolayı cezalandıracağız. ”
BÖLÜM 9
67. Münafık erkeklerle münafık kadınlar size değil, birbirlerine benzerler: Kötülüğü teşvik edip iyiliği menederler ve cimriliklerinden dolayı ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unutup terk ettiler, Allah da onları terk etti.[*] Şüphesiz ki münafıklar, hep itaat dışına çıkan fâsık kimselerdir.

Burada bir anlamda münafıkların özellikleri sıralanmaktadır: Her daim kötülerin başarısını ve kötülüklerin egemen olmasını isterler, bunun için de doğrudan ya da dolaylı kötülüğü teşvik ederler. İyilere ve iyiliklere sürekli karşı çıkarlar, iyiliğin yayılmaması için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Olabildiğince cimridirler, gösteriş yapmanın dışında kimseye bir zırnık koklatmazlar, insanların yoksulluğundan zevk alırlar ve bunun devam etmesi için farklı planlar yapar, komplolar kurarlar. Yaşamlarında, Allah yokmuş gibi hareket ederler, Allah’ın iradesinin hayatlarına müdahalesini asla istemezler.

Ayette geçen “Allah’ı unuttular, O’da onları unuttu” ifadesi, mecazi bir deyiş olup, ikiyüzlülüğü içselleştirmiş olan münafıklardan Allah’ın yardımını ve merhametini keserek onları terk edilmiş bir vaziyette bırakması demektir. Allah’a “unutmak” gibi bir eksikliği izafe etmek ya da O’nu bu tip zayıflıklarla nitelendirmek asla caiz değildir. Bu ayette olduğu gibi, Araf 7/5, Taha 20/126, Casiye 45/34’de ve daha birçok ayette de “unutmak” teriminin diğer bazı kelimeler gibi mecazi anlamda kullanıldığı görülmektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

68. Allah gerek münafık erkeklere, gerek münafık kadınlara, gerekse bütün kâfirlere, ebedî kalmak üzere girecekleri cehennem ateşini vaad etmiştir. O onlara yeter! Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı. Onlara devamlı bir azap vardır.
69. Ey münafıklar, siz de tıpkı sizden öncekiler gibisiniz. Onlar kuvvetçe sizden daha zorlu, mal ve çocuklar bakımından daha zengindiler. Onlar kendi nasipleriyle zevk sürdüler. Tıpkı sizden öncekilerin kendi nasipleriyle zevklendikleri gibi, siz de kendi payınıza düşenle zevk sürdünüz. Tıpkı onların zevke dalıp gittiği gibi, siz de zevke dalıp gittiniz. İşte böylelerinin amelleri dünyada da âhirette de boşa çıkmıştır. Asıl ziyana uğrayanlar da onlardır.
70. Yoksa kendilerinden önce geçip gidenlerin, Nûh kavminin, ‘Âd ve Semud’un, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve bütün o altı üstüne gelmiş kentlerin (felaket) haberleri onlara ulaşmadı mı? Öncekilere (de) elçileri hakikatin apaçık delilleriyle gelmişlerdi (fakat inkâr ettiler). Sonuçta, Allah onlara zulmetmiş değildi; fakat onlar asıl kendi kendilerine zulmediyorlardı.
71. İnanan erkekler ve inanan kadınlar, birbirlerinin velisidirler.[*] İyiliği emrederler, kötülükten men'ederler, namazı kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Elçisine ita'at ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah Azîz'dir; daima üstün ve Hakîm'dir; bütün kararları doğru olandır.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

72. Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara zemininden ırmaklar akan cennetler vaad etti; orada daimî kalıcıdırlar; dahası, o mutluluk diyarı olan cennetlerde göz kamaştırıcı konutlar vardır; hele bir de Allah’tan gelen tarifi imkânsız hoşnutluk, bu (mutlulukların) en büyüğü olacaktır; bu, işte budur muhteşem başarı.
BÖLÜM 10
73. Ey nebi![*] Gerçeği yalanlayan nankörlerle ve münafıklarla cihat et. Onlara karşı kararlılıkla mücadele et. Onların varacakları yer Cehennem'dir. O, ne kötü varış yeridir.

Nebi kendisine Kitap verilen kişidir. Allah Enam suresinde on sekiz nebisini anlatır ve 89 ayetin ilk cümlesinde şöyle der; "İşte bunlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir..." Aynı şekilde Bakara 213'te de Allah nebilere kitap verdiğini söyler. "İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, müjde veren ve uyarılarda bulunan nebiler görevlendirdi. Ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye nebilerle birlikte, gerçekleri içeren kitaplar da indirdi. İhtilafa düşenler, daima kendilerine kitap verilenler oldu. Bu da açık ayetler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra Allah, ayrılığa düştükleri gerçekler konusunda, inanıp güvenenleri, kendi onayıyla doğruya yöneltti. Allah, gereğini yapanı doğru yola yöneltir." Gelenekte resullere kitap verildiği söylenir ama Kur'an'da açıkça nebilere kitap verildiğini görüyoruz. Maide 99. ayet resulün görevini açıklar; Resule düşen, tebliğden başka bir şey değildir. Allah sizin açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir. Nebiler aldıkları Kitabı / vahyi insanlara iletmekle görevli olduğu için her nebi aynı zamanda resuldür. (Onur)

74. Onlar, (kötü bir söz) söylemediklerine ilişkin Allah adına yemin ediyorlar; oysa ki onlar kesinlikle küfre varan sözler söylemişler, böylece Allah’a teslim olmalarından sonra inkâra sapmışlar ve başarmaları mümkün olmayan bir işe soyunmuşlardı.[1*] Onların kin duymaları için, Allah’ın ve O’nun lutfu sayesinde Elçisi’nin kendilerini zengin ve yetkin hâle getirmesi dışında bir neden yok ki![2*] Artık tevbe ederlerse, bu kendileri hakkında daha hayırlı olur; yok eğer yüz çevirirlerse, Allah onları bu dünyada da öte dünyada da pek elem verici bir azaba çarptıracak; ve onlar yeryüzünde kendileri için ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.

[1*] Suikast teşebbüsünden söz edilmişse de ifade geneldir. İkiyüzlülerin küfür sözü “kulak” ithamı üzerinden vahyin kaynağına dair iftiralarıydı

[2*] Zamirleriyle dilin sınırlarını zorlayan bu ibarenin metni, tıpkı 62. âyette olduğu gibi tevhid inancı çerçevesindeki hassasiyeti yansıtmaktadır. İronik bir üslûp taşıyan bu ibare “Kur’anî mizahın” ilginç örneklerinden biridir. Bu ifade, Türkçede “Besle kargayı oysun gözünü” özdeyişiyle dile getirilen nankörlüğe lâtif bir atıftır. İnanmış maskesi takan hasta kalplilere, “her şeylerini borçlu oldukları Allah ve O’nun elçisine nefret beslemeleri için, gördükleri iyilikten başka bir gerekçeye sahip olmadıkları” söylenmektedir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

75. İçlerinden; “Eğer Allah bize lütuf ve kereminden verirse mutlaka bol bol sadaka veririz ve mutlaka salihlerden / iyilerden oluruz” diye, Allah’a söz verenler de vardır.
76. Fakat Allah lütuf ve kereminden onlara verince, onda cimrilik ettiler ve yüz çevirerek dönüp gittiler.
77. Verdikleri sözü tutmamalarının ve yalan söylemelerinin cezası olarak Allah da kendisiyle yüzleşecekleri güne kadar kalplerine münafıklık yerleştirdi[*].

Bu, önceki ümmetlerin Allah’a verdikleri sözü tutmamaları sebebiyle uğradıkları cezanın aynısıdır (Maide 5/14, 64). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

78. Bilmiyorlar mı ki Allah, onların sırlarından ve gizli görüşmelerinden çok iyi haberdardır; zira, iyi bilsinler ki Allah her tür gizliliği tüm ayrıntılarıyla bilir.
79. Mü'minlerden gönülden bolca sadaka verenlere ve imkanının elverdiğinden başkasını bulamayanlara dil uzatarak onlarla alay edenler var ya,[*] Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acıklı bir azap vardır.

Buhari ve Müslim`in Abdullah bin Mes`ud (r.a.)`dan rivayet ettiklerine göre Müslümanlardan Allah yolunda sadaka vermeleri istenince sırtlarında sadakalarını getirip teslim etmeğe başladılar. Bir adam çok miktarda mal getirip teslim etti. Münâfıklar onun hakkında: "Gösteriş için böyle yapıyor" dediler. Sonra bir başka adam gelip bir sa` (az miktarda) sadaka verdi. Münâfıklar onun hakkında da: "Allah`ın bunun sadakasına ihtiyacı yoktur" dediler. Bunun üzerine bu ayeti kerime indirildi. Bunu destekleyen çok sayıda rivayet nakledilmiştir. (Ahmet Varol Tefsiri)

80. Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir.[*] Bu, onların Allah’ı ve Elçisini inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah yoldan çıkanlar topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.

Burada geçen 70 sayısı “rakamsal bir değer” ifade etmenin ötesinde “çokluk” anlamına alınmalıdır. Çünkü kastedilen 70 kere af dileme sonuç vermese de 71. kez affın gerçekleşebileceği değildir. Çünkü devam eden cümlede geçen [len yağfirallâhu lehum] cümlesi bu türden bir çabanın hiçbir şekilde sonuç vermeyeceğini, yani “Yüce Allah’ın bu münafıkların günahlarını asla ve asla affetmeyeceğini” açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü ifadede yer alan [len] edatı bir şeyin gelecekte asla ve asla olmayacağını manaya katmaktadır. Benzer mesaj: Münâfikûn 63:6. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

BÖLÜM 11
81. Allah’ın Elçisine muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevinmişler, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda [cihad] (fedakârlık) etmeyi çirkin görmüşler ve “Bu sıcakta sefere çıkmayın” demişlerdi. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır! Keşke anlasalardı!”
82. Artık kazandıklarının karşılığı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!..
83. Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürür de (başka bir savaşa seninle birlikte) çıkmak için senden izin isterlerse, (onlara) de ki: “Benimle birlikte asla (savaşa) çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle birlikte asla savaşmayacaksınız! Şüphesiz ki siz birinci kez (Tebük seferinde) yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla (kadınlarla ve çocuklarla) birlikte oturun!”
84. Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla [salât] (dua) etme;[*] onun kabri (başı)nda da durma! Şüphesiz ki onlar, Allah’ı ve Elçisini inkâr ettiler ve yoldan çıkanlar olarak öldüler.

Kimin inançsız olduğu kendi itirafının dışında bilinemeyeceği için, bu hükmü günahkârlara da yansıtmak doğru değidlir. Bu kişiler müslümanların aleyhine olmuşlar, onları yurtlarından çıkarmışlar, müslümanlarla birlikte değil de kâfirlerle işbirliğine girmişlerdi. Böylelerinin sözleri de hayatları da inkârlarına delil olduğu için, Tevbe 9:113 gereği onlara yönelik Yüce Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunulamaz. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

85. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin! Şüphesiz ki Allah bunlarla ancak dünyada onlara azap etmeyi ve onların kâfir olarak can vermesini istiyor.
86. (Onlara) “Allah’a inanın, Elçisi ile birlikte [cihad] edin (fedakârlık yapın)!” diye bir sure indirildiği zaman, içlerinden servet sahibi olanlar senden izin istemişler ve “Bizi bırak; (evlerinde) oturanlarla birlikte olalım” demişlerdi.
87. Kadınlarla beraber geride kalmaya razı oldular. Sanki kalplerinde yeni bir yapı oluşturulmuş[*] da kavrayamıyorlar.

Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye (alegori) ile canlandırılmıştır. İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır. (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). İstiaredeki “sanki” edatı açık edilmeyince bazı insanlar, Allah’ın kâfirlerin önündeki tövbe /dönüş kapısını kapattığını ve onları özgürce karar alamayacak hale getirdiğini zannederler ve böylece hata yaparlar (Nisa 4/18). Oysa Allah’ın tövbe edildiği /dönüş yapıldığı takdirde affetmeyeceği bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezden gelen, onları rehber olarak kabul etmeyen ve Allah’ın risaletine düşmanlık yapan kişilerin tabiatı; bu yaptıklarında ısrar etmeleri nedeniyle değişir. Kalplerini, kulaklarını ve gözlerini kullanmaz hale gelirler. Böylece gerçekleri anlayamaz, duyamaz ve göremezler. Bu durum, aslında onların seçimlerinin sonucudur. Ayette sanki Allah onların yaradılışını değiştirmiş gibi ifade edilmesinin nedeni, onların hakikatten ne kadar uzaklaştıklarını vurgulamak içindir. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini hakkı bulmak için kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

88. Fakat Elçi ve onunla birlikte inananlar, mallarıyla, canlarıyla [cihad] ettiler (fedakârlık yaptılar). İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtulanların ta kendileridir.
89. Allah onlar için, zemininden ırmaklar akan, içerisinde ebedî kalacakları Cennetler hazırlamıştır: işte budur muazzam başarı.
BÖLÜM 12
90. Allah’ı ve elçisini yalanlayıp oturanlar olduğu gibi, bedevi araplardan savaşa gitmemek için sana özür beyan edip, izin istemeye gelenler var. Gerçekten onların içinden inkâr edenlere acıklı bir azap isabet edecek.
91. Savaşa gidemeyecek kadar zayıf olanlar, hasta olanlar ve sarf edecek hiçbir şey bulamayanlar, samimi davrandıkları müddetçe onlar için sorumluluk yok. Allah ve O’nun elçisine samimi oldukları müddetçe, iyilik yapmak isteyenler için yollar tükenmez. Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
92. Bir de kendilerine (savaşa katılabilecek malzeme ve) binek temin etmen için sana her gelişlerinde: “Size verecek binek bulamıyorum” dediğin ve (binek ve savaş malzemesi satın alabilmek için) harcayacak bir şey bulamayıp üzüntüden gözlerinden yaş dökerek geri dönenlere de (sorumluluk) yoktur.[*]

Tebük Seferine katılmak isteyen fakat yiyecek, giyecek ve binek bulamayan bazı fakir Müslümanlar Hz. Peygamber’e gelerek yardım istemişlerdi. Ancak imkânların kıtlığından Hz. Peygamber kendilerine yardımcı olamayacaklarını söylemişti. Onlar da sefere katılamamanın üzüntüsüyle ağlayarak evlerine dönmüştü. Bu ayetle hem sorumluluktan kurtulacakları ve hem de Allah’a ve Resulüne olan sadakatlerinden dolayı kendilerine mükâfat verileceği ifade ediliyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

93. Asıl sorumlu tutulacak olanlar, imkânları olduğu halde senden izin isteyenlerdir. Onlar kadınlarla beraber geride kalmaya razı oldular. Sanki Allah kalpleri üzerinde yeni bir yapı oluşturmuş da bir şey bilmiyorlar.
94. (Seferden) geri dönüp onların yanına geldiğiniz zaman sizden özür dilerler. De ki: "Hiç özür dilemeyin, size inanmayız! Allah bize sizin haberlerinizden (bize karşı çevirdiğiniz entrikalardan) bazılarını bildirdi. Yaptığınızı Allah da görecek, Elçisi de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilenin huzuruna döndürüleceksiniz, O size yaptıklarınızı haber verecek."
95. (Seferden) dönüp yanlarına vardığınız zaman kendilerini (kınama ve ayıplamadan) vazgeçesiniz diye Allah'a yemin edecekler. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onların hepsi murdardır (soyut pisliktir).[*] İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.

Bu ayet, hiçbir haklı gerekçeleri olmadığı halde sadakatsizliklerinden ve rahatlarının bozulmamasından dolayı Tebük Seferine katılmayan fakat Allah’a yemin ederek asılsız ve uydurma mazeretler ileri süren münafıklarla ilgili olarak inmiştir. Allah, onların sadece yalan söylemediklerini, aynı zamanda soyut birer pislik olduklarını ve bu pisliklerden uzak durulması konusunda inananların dikkatli olmaları gerektiğini vurguluyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

96. Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile, Allah, fâsıklar Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen. topluluğundan asla razı olmaz.
97. Bedevi Çölde, çadırda yaşayan göçebe. Araplar, küfür ve iki yüzlülükçe daha yaman ve Allah'ın, Elçisine indirdiği şeylerin sınırlarını tanımamaya daha müsaittirler. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
98. Kimi bedevîler, Allah yolunda harcamasını angarya Usandırıcı, bıktırıcı, zorla yapılan iş ve ziyan sayar; bundan kurtulmak için başınıza türlü türlü belalar gelmesini gözler. O belalar kendi başlarına olsun! Allah Semî'dir; dinler, Alîm'dir; bilir.[*]

Müslümanlar hissedilir bir kuvvet olunca bedevîler, çıkarcı bir tutumla İslâm’a girmeye koyuldular. Gerçek imana sahip olanlarının nisbeti azdı. Göçebe olduklarından İslâm’ın cihad, savaş, zekât, namaz vs. yükümlülüklerinden uzak durup ganimet ve menfaat sırasında pay almak işlerine geliyordu. (Suat Yıldırım Tefsiri)

99. Bedevi Araplardan kimi de var ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, verdiğini Allah'a yakın dereceler kazanmaya ve Elçinin du'alarını almaya vesile sayar. Gerçekten o (verdikleri) kendileri için yakın dereceler(e vesile)dir. Allah onları rahmetinin içine sokacaktır. Muhakkak ki Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.
BÖLÜM 13
100. İslam’ı ilk önce kabul eden Muhâcirler ve Ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.
101. Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından iki yüzlülüğe iyice alışmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz. Onlara iki kere azabedeceğiz, sonra da onlar, büyük azaba itileceklerdir.
102. Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli kötü amele karıştırdılar. Olur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.[*]

İbnu Merdeviye ve İbnu Ebi Hatim`in Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiğine göre Resulullah (a.s.) Tebük savaşına çıkınca Ebu Lübabe ve onunla birlikte beş kişi savaştan geri kaldılar. Daha sonra Ebu Lübâbe ile iki arkadaşı pişman oldular ve bu hareketlerinin kendilerinin helaklerine sebep olabileceğini düşünerek: "Biz gölgeler altında, rahat içinde ve kadınlarla beraberiz. Allah`ın Resulü ve onunla birlikte olan mü`minler ise cihaddalar" dediler ve Resulullah (a.s.) gelip kendilerini çözmeden kendi kendilerini çözmemeye karar vererek kendilerini Mescid`in direklerine bağladılar. Söz konusu beş kişiden üçü ise böyle bir şey yapmadılar. Resulullah (a.s.) Tebük seferinden dönünce o direklere bağlı kişilerin kimler olduğunu sordu. Kendisine olanlar haber verilince Resulullah (a.s.): "Onların çözülmesiyle emredilmedikçe ben onları çözmeyeceğim" diye buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayeti kerimeyi indirdi. Geriye kalan üç kişi hakkında ise Yüce Allah önce bu surenin 106. ayeti kerimesini indirdi. Onlar da yaptıklarına pişman olmuşlardı ve kendilerinin bağışlanmalarını Allah`tan diliyorlardı. Daha sonra Yüce Allah onlar hakkında bu surenin 118. ayeti kerimesini indirdi.

İbnu Cerir`in Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan naklettiği rivayette de şöyle bir fazlalığa yer verilmiştir: "Ebu Lübabe ve arkadaşları çözülünce mallarını getirip Resulullah (a.s.)`a teslim ederek: "Ey Resulullah (a.s.)! İşte bunlar mallarımız! Bunları bizim adımıza sadaka olarak ver ve bizim için bağışlanma dile" dediler. Resulullah (a.s.) ise: "Ben sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım" diye buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onların mallarından sadaka al..." diye başlayan ayeti kerimesini (yani 103. âyeti) indirdi." (Ahmet Varol Tefsiri)

103. (Ey Muhammed!) Onların hepsinin mallarından sadaka al[1*]. Bu sadaka ile onları hem arındırmış hem geliştirmiş olursun. Ayrıca onlara sürekli destek ol; çünkü senin desteğin onların içlerini rahatlatır[2*]. Allah Semî'dir; dinler, Alîm'dir; bilir.

[1*] Sadakalarla ilgili 60. ayetten sonra müminler (Tevbe 9/71-72,88-92, 99-100) münafıklar (Tevbe 9/61-70, 73-87,93-98,101) ve kâfir olduğunu açıkça itiraf edenler (Tevbe 9/102) sayılmış ve “onların mallarından sadaka al” emri verilmiştir. Bu emir, din ayrımı yapılmaksızın bütün sadaka /vergi mükelleflerinden aynı oranda sadaka alınmasını öngörür.

[2*] Ayetin bu bölümüne gelenekte “onlara dua et; senin duan onlar için bir güvendir” şeklinde meal verilir. Oysa kâfir ve münafıklara dua edilemez (Tevbe 9/80, 84). Ve salli aleyhim (وَصَلِّ عَلَيْهِمْ) ifadesine “onlara sürekli destek ol” anlamı vermek Arap dilinin gereğidir. Arap dili bilginlerinden Zeccâc’a (öl. 311 h.) göre salat’ın (الصَّلَاة) kök anlamı lüzum (اللزوم) yani süreklilik ve devamlılıktır. Sözlükçüler kelimenin deve ve diğer hayvanların kuyruğunun iki tarafı ve insanın iki bacağının ilk eklemi anlamında olan (الصَّلْوين = salveyn)’den alındığını söylerler. Bunlar kuyruk sokumunu çevreleyen kısım gibidir. Zeccâc şöyle devam etmiştir: “Bana göre doğrusu birinci anlamdır. Çünkü salât (الصَّلَاة) Allah’ın farz kıldığı şeyleri sürekli yapmaktan ibarettir. Namaz (الصَّلَاة) Allah’ın sürekli kılınmasını emrettiği en büyük farzlardandır. Önündekini takip eden anlamındaki musalli (المصلِّي)‘nin salaveyn (الصلَوَيْن)‘den yani ‘atın kuyruk sokumunun iki yanı’ anlamından alındığı açıktır. Bunda, arkadaki atın kafasının, öndekinin kuyruk sokumunu takip etmesi gibi bir anlam vardır. (Lisanu’l-Arab, صلا mad.) Bize göre her iki anlam da aynı şeyi ifade eder. Önde olanı takip, süreklilik ister. Lüzum (اللزوم) da süreklilik ve devamlılık anlamındadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

104. (Pişmanlıkla kendisine yönelen) kullarının tevbesini ancak Allah'ın kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın Tevvâb; tevbeleri çokça kabul eden ve Rahîm; ikramı bol olan (bir ilah) olduğunu bilmiyorlar mı?
105. De ki: “(Yapacağınızı) yapın! İş(ler)inizi Allah da görecektir, Elçisi de müminler de. (Sonra) görünmeyeni de görüneni de bilen (Allah)’a döndürüleceksiniz de O size yapmış olduklarınızı bildirecektir.”
106. Bir de, [durumlarının ne olacağı] Allah’ın yargı ve iradesine kalmış[*] olan başka bir kısım insanlar [var ki], bunları [Allah] ya azaplandıracak ya da yine acıması-esirgemesiyle yönelecektir onlara. Çünkü Allah doğru hüküm ve hikmetle yargılayan mutlak ve sınırsız bilgi sahibidir. Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

Lafzen, “Allah’ın buyruğuna/takdirine (emr) kalmış”; yani, gelecekte tevbe edecekleri ihtimali ya da beklentisi içinde durumları henüz açıklığa kavuşmamış. Önceki dört ayette olduğu gibi, bu ayette de kendilerine atıfta bulunulan kimseler, öncelikle, Tebük seferine katılmayan kararsızlar grubu olmakla birlikte, zımnen, doğruyla eğri arasında kararsızlık, sebatsızlık içinde gidip gelen kimselerdir; şu farkla ki, 102-105. ayetlerde sözü geçen tevbekarların hatalı ya da günahkarca davranışlarını kendiliklerinden fark etmiş oldukları ifade edilirken, 106. ayette sözü edilen kimseler henüz nefis muhasebesine, öz eleştiriye başvurup tevbe aşamasına varmamışlar ve bunun sonucu olarak da bunların durumları, iç saiklerinin kendilerini şu ya da bu yolda kesin bir tercihe yönelteceği güne kadar “askıda kalmış” gibidir. Psikolojik açıdan bu ayetle 7. surenin 46 ve 47. ayetleri arasında ince bir ilgi görmek mümkün. (Muhammed Esed Tefsiri)

107. (Münafıklar arasında) bir de zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah’a ve Elçisine karşı savaşmış olan kişiyi[*] beklemek için bir mescit edinenler ve “Biz güzellikten başka bir şey istemedik” diye mutlaka yemin edecek olanlar vardır. Allah onların elbette yalancı olduklarına şahittir.

İslam tarihinde adına [Mescid-i Dırâr] yani “zarar vermek için inşa edilen mescit” olarak bilinen bu mescidi yapanlar, İbn Abbâs’ın verdiği bilgiye göre 12 veya 17 kişilik bir münafık gruptu ve bu mescitle Kuba Mescidi’ne zarar vermeyi, böylece İslam toplumunu bölmeyi amaçlamışlardı. Burada sözü edilenlerin başında Hanzala’nın babası rahib Ebû ‘Âmir gelmekteydi. Bu kişi Hz. Muhammed, peygamberliğini ilan edince ona düşman olmuştu; çünkü böylece liderliği sona ermişti. Bu kişi Hz. Muhammed’e hitaben ‘Seninle savaşan bir topluluk bulduğumda, mutlaka onlarla birlik olur, sana karşı savaşırım’ demişti. Huneyn Günü’ne kadar bu savaştan ve mücadelesinden geri durmamıştı. Hevazin Kabilesi hezimete uğrayınca, Şam’a gitmiş ve oradan münafıklara şöyle haber göndermişti: ‘Gücünüzün yettiğince kuvvet ve silah hazırlayın; benim için bir mescit yapın; zira ben şimdi Kayser’e gidiyorum. Kayser’in yanında bulunan orduları alıp geleceğim. Böylece Muhammed ve yanındakilere karşı kıyam edeceğim.’ Bunun üzerine münafıklar bu mescidi yapmışlar ve o mescitte kendilerine namaz kıldırması için Ebû ‘Âmir’in gelmesini gözleyip durmuşlardı (Taberî, [Câmi‘u’l-beyân], XI, 23-26). (Mehmet Okuyan Tefsiri)

108. Onun içinde asla namaz kılma! Daha ilk günden, temeli takvâ üzerine kurulan (Allah’a karşı gelmekten sakınılan) mescit, içinde namaz kılmana elbette daha lâyıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever.
109. Binâsını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını; çökmeye yüz tutmuş bir uçurumun kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.
110. Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olmaya devam edecektir. Allah Alîm'dir; bilir, Hakîm'dir; doğru kararlar verir.
BÖLÜM 14
111. Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.
112. Bu kazancı tövbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar elde edecektir. O müminleri müjdele!
113. Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrikler için Allah'tan af dilemek, nebiye de müminlere de yakışmaz.[*]

Bu âyetin Allah Rasûlü’nün amcası hakkında indiği rivayetleri vardır. Bu rivayetlere göre Allah Rasûlü amcasına imanı telkin emiş, amcası bu telkinlere olumlu cevap vermemiştir. Bunun üzerine Allah Rasûlü onun için af dileme konusunda Rabbinden izin istemiş ve bu pasajla sözkonusu izin talebi reddedilmiştir (Buharî, Tefsir, 9; Müslim, İman 39). Amcanın peygamberliğin 9. yılında vefat ettiği, Tevbe sûresinin ise Nebi’nin irtihaline yakın bir tarihte indiği hatırlanacak olursa, burada bir zaman problemi vardır. Muhtemelen bu âyetler ininceye kadar Allah Rasûlü amcasına dua etmeyi sürdürmüştür. Bu âyetle Allah Rasûlü’nün annesine dua etme izninin reddedildiği rivayeti arasında ilişki kuranlar da olmuştur. Fakat Şevkânî’nin dediği gibi bu rivayet zayıftır (Fethu’l-Kadir). Pasajın vermek istediği mesaj şudur: Tevhid üzerinde ne kadar titizlenseniz yine de azdır. Zira işin sırrı tevhiddedir ve orada küçük bir sapmaya izin vermek, akidede telafisi zor tahribata yol açabilir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

114. İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden ötürü idi. Fakat onun, Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan uzak durdu.[*] Şüphesiz ki İbrâhim, çok yumuşak huyluydu; pek sabırlı idi.

Hz. İbrahim babasına; “Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim” (Meryem, 1947) diye söz verdiği için ona dua etmişti. Yaptığı dua; “Babamı da bağışla (ona tevbe ve hidayet nasip eyle)! Çünkü o gerçekten yolunu şaşıranlardandır” (Şuara, 26/86) şeklindedir. Babası müşrik olarak ölünce Allah’tan ona gelecek herhangi bir şeyi önleme gücüne sahip olmadığını açıkça ifade etmiştir (Mümtehine, 60/4). (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

115. Allah, bir topluluğu yoluna kabul ettikten sonra nelerden sakınacaklarını onlara açık açık göstermeden onları asla sapık saymaz. Şüphesiz Allah her şeyi daima bilendir.
116. Göklerin ve yerin hükümranlığı elbette Allah'ındır. Dirilten ve öldüren O'dur. Sizin Allah'tan başka bir veliniz[*] ve yardımcınız yoktur.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı/yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. (Onur)

117. Allah, bu nebi ile zor zamanda ona uyan Muhacir Hz. Muhammed'e uyarak Mekke'den Medine'ye göç eden. ve Ensârdan Mekkeli muhacirlere yardım eden, Medineli Müslümanlar. kalbi kaymak üzere olan bir bölüğün tövbesini / yanlışından dönüşünü kabul etti. Tövbelerini kabul etti çünkü onlara karşı Raûf; pek şefkatli ve Rahîm'dir; ve çok merhametlidir.
118. Allah, haklarındaki hüküm geciktirilen o üç kişinin[*] tövbesini / yanlışlarından dönüşünü de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, içleri iyice daralmıştı. Allah’tan kaçanın tek sığınağının yine Allah olduğunu da anlamışlardı. Tövbe etsinler diye Allah onlara dönüş yapma fırsatı verdi. Şüphesiz Tevvâb; tövbeleri / dönüşleri kabul eden ve Rahîm; ikramı bol olan Allah’tır.

Bunlar Tebük seferine katılmayan Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’ adlı sahabilerdir. Bunlarla ilgili olarak daha önce Tevbe 9/106. ayet indirilmişti. Meali verilen bu ayet ise yaklaşık 50 gün sonra indirilerek bu kişilerin tevbelerinin kabul edildiği bildirildi. Bu süre zarfında onlar, başta Muhammed Aleyhisselam olmak üzere tüm Müslümanlar tarafından yalnızlaştırıldıkları için çok sıkıntılı günler geçirmiş, olanca genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, içleri fena halde daralmıştı. Bu ayetin inişi ile birlikte hem bu üç kişi oldukça sevinmiş hem de Medine’de tam bir bayram havası yaşanmıştı. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

119. Ey iman edenler! Allah'a karşı takva[1*] sahibi olun ve sadıklarla[2*] birlikte olun.

[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

***

[2*] Doğru ve erdemli kimse, dost. (Erhan Aktaş Tefsiri)

120. Medine halkı ve onların yakın çevresinde yaşayan bedevi araplar için, Allah’ın elçisinin gerisinde kalmaları ve kendi nefislerini Allah’ın elçisinin önünde tutup gözetmeleri doğru değildir. Onlar için Allah yolunda savaşırken başlarına gelen susuzluk, yorgunluk ve açlık da olsa ve düşmanı öfkelendirecek bir adım atsalar ve bu yolda düşman edinseler, işlemiş oldukları veya yaptıkları bu doğru işler, kendilerinin hanesine elbetteki yazılmıştır. Allah iyi ve güzel davranışlarda bulunanların yaptıklarını zayi etmez.[*]

Zımnen: Allah’a iman, Allah’a güvendir. el-Mü’min olan Allah’a mü’min olan kul gerektir. Allah kula güvenmiş, nimeti peşin verip şükrü vâdeli kabul etmiştir. Kul da Allah’ın bu güvenini kazanmak için kulluğu peşin yapıp ecrini daha sonra almayı canugönülden kabullenmelidir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

121. (Ve yine Allah yolunda) Az veya çok, ne kadar harcarlarsa harcasınlar ve ne kadar yol kat ederlerse etsinler, Allah, yaptıklarının daha güzeli ile karşılayıp, onlara mükâfat vermesi için, yaptıklarının tamamı onların lehine yazılmaktadır.
122. Şu da var ki müminlerin tamamının savaşa çıkması gerekmez. Keşke (Allah’ın savaş emrini uygulamalı olarak görüp) dini kavramak[1*] ve geri döndüklerinde toplumlarını uyarmak için, her kesimden bir grup savaşa çıksa! Hem böylece toplumları da tedbirli ve dikkatli olur[2*].

[1*] Savaş meydanında dini kavramanın ne anlama geldiğine dair Kur'an'da örnekler vardır. Savaşa dair ilahi emirleri ihlal etmek suretiyle hayati bir hata yapmalarına rağmen Allah'ın vaadi sebebiyle Müslümanlar Bedir savaşını kazandılar. Savaşa katılanlar, bu vaadin yerine gelmesi için Allah'ın her türlü yardımını müşahede etmişlerdi. Bu tecrübe, savaşa bizzat gidilmediği sürece asla elde edilemeyecek bir kazanımdır. Benzer tecrübeyi Uhud savaşına katılanlar da yaşamışlardır. Bedir savaşında Allah'ın yardımı ile büyük bir felaketin kıyısından dönülmesine rağmen Uhud’da da aynı hata tekrar edilmiş ve savaş meydanında süreç Müslümanlar lehine iken aniden tersine dönmüştü. Düşman karşısında tek başına kalan Muhammed aleyhisselamın ilahi emirleri hatırlatması ve gereğinin yapılması üzerine savaş meydanında kısmen toparlanma sağlanmıştı (Al-i İmran 3/152-153). Böylelikle Müslümanlar, Allah'ın yardımının hangi şartlarda geleceğini tecrübe etmiş oldular. Bir başka örnek Huneyn savaşıdır. Hem Mekke’nin fethi hem de sayısal çoğunluğun verdiği güven duygusunun sebep olduğu gevşeklikten dolayı Huneyn savaşında, yeryüzü Müslümanlara dar gelmiş ve dağılıp kaçmaya başlamışlardı. Durumlarını düzeltmelerinin ardından Allah’ın yardımı gelmiş ve zafer kazanılmıştı (Tevbe 9/25-26). Doğal olarak bu savaşa katılanlar da savaş hükümlerini bizzat tecrübe etmiş ve muhtemelen döndüklerinde tecrübelerini savaşa katılmayanlara aktaracak duruma gelmişlerdi.

[2*] Ayetin ilk kısmında müminlerin tamamının savaşa çıkmalarının gerekmediği bildirilmektedir. Gerçekten de istisnai durumlar hariç bir topluluğun tamamının savaşa çıkması beklenmez. Savaşanların da istisnai durumlar hariç (Enfâl 8/5-16) topyekün savaşmaları emredilir (Tevbe 9/36). Bu sebeple ayetin ikinci kısmının savaştan muaf olanlarla ilgisi olamaz. Tam tersine savaşmak zorunda kalmış bir topluluğun içindeki çeşitli kesimlerden bir kısım kişilerin orduya katılıp savaşa çıkmalarının iyi olacağına dair teşvik vardır. Bu teşvikin üç gerekçesi bulunmaktadır: 1. Dini kavramanın /tefakkuhun (bkz. Bir önceki dipnot) gerçekleşmesi, 2. Kavimlerine uyarılarda bulunmaları, 3. Kavmin yanlışa düşmekten korunması. İlk gerekçe orduya katılması teşvik edilenlerle ilgilidir. Bu kişiler Allah’ın başta savaşa dair pek çok hükmünün anlam, önem ve hikmetini tecrübe ederek öğreneceklerdir. Bunlar oturduğu yerden elde edilemeyecek kazanımlardır. İkinci gerekçe, bu kazanımların savaşa çıkmayıp geride kalmış toplulukla paylaşılmasıdır. Bir kesimin kazanımı tüm toplumun birikimi olacak, savaş meydanında zafer de elde edilse hezimet de yaşansa elde paha biçilemez bir kazanım kalacaktır. Üçüncü gerekçe, elde edilen bu kazanım sayesinde muhtemel hataların önlenmiş olmasıdır. Tüm bu gerekçelerden hareketle, bu teşvikin yani her kesimden bazılarının savaşa iştirak etmesinin ihmal edilmesi durumunda kaçırılacak fırsatlar sebebiyle bu ayetteki teşvik kınamayı da içermektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 16
123. Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. Allah'ın takva[*] sahipleriyle beraber olduğunu bilin.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

124. Her ne zaman (Kur'an'dan) yeni bir sure indirilse münafıklardan bazıları (alaylı bir şekilde): “Bu (sure) hanginizin imanını artırdı?” diye sorarlar. Gerçek şu ki, o (sure) inananların imanını artırmış (kuvvetlendirmiştir) ve onlar (her inen vahiyle) sevinç duyarlar.[*]

Vahiy, yaratılış safiyetini kaybeden, nefsin ve şeytanın tesirinde kalarak ve kötülüklerden etkilenerek fıtratıyla çelişen davranışlar sergileyen toplumların tekrar aslına ve özüne dönmesi için Allah’ın merhametinin bir tecellisidir. Gelen her ayet ya da sûre insanların düzenli hayat yaşaması içindir. Her ilahi öğretinin temelinde insanın önünü açmak ve onu mutlu etmek vardır. Yani vahiy barışın ve esenliğin kaynağıdır. Onun için vahyin ilk muhatapları gelen her ayetle sevinç duymuşlar ve bayram havası yaşamışlardır. Aslında aynı heyecanı belki daha da fazlasıyla bugünün Müslümanı da yaşamalıdır. Zira 23 yıllık vahyin tamamı bir kitap halinde şu an elindedir. Dolaysıyla o ilk muhatapların yaşadığı yüzlerce bayramı her gün yaşamalıdır. Ancak bu sevinci yaşaması için önce Kur’an’ı anlaması gerekir. Anlaşılmayan hiçbir şey hayata heyecan katamaz, etki edemez. Fakat günümüz Müslüman’larının çoğu ömrü boyunca Kur’an mektubuna sadece baktı durdu. Bir defa olsun gönderenin ona ne yazdığını merak etmedi. Sadece çok değerlidir ve Allah’tan geliyor diyerek özel koruma altına aldı. Yani geliş amacıyla hiç ilgilenmedi. Oysa ahirette gönderenin huzuruna çıktığı zaman “Ondan sorguya çekileceksiniz!” (Zuhruf, 43/44) ayetine muhatap olacaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

125. Kalplerinde hastalık olanlar ise, pisliklerine pislik katmışlar (hasetleri artmıştır), böylece kâfir olarak ölüp gitmişlerdir.
126. Görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki kez imtihan ediliyorlar. Hâlâ ne tövbeye yelteniyorlar ne de öğüt alıyorlar.
127. Bir sure indirildiği zaman: "Sizi birisi görüyor mu?" diye birbirine bakar, sonra sıvışırlar.[*] Anlamaz bir topluluk oldukları için Allah onların kalblerini çevirmiştir.

Kur’ân’dan indirilen yeni bölümleri Hz. Peygamber (a.s.) bir hutbe tarzında müminleri toplayıp okurdu. Münafıklar, zevahiri kurtarmak için toplantıda bulunduklarından, sıkılarak otururlar, geldiklerini ispatladıktan sonra sıvışıp gitme yolları ararlardı. Önlerine konan bu devletin, bu muazzam feyiz kaynağının kıymetini bilmediklerinden, Allah da onları bu hidâyetten mahrum bıraktı. (Suat Yıldırım Tefsiri)

128. Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, müminlere karşı Raûf; çok şefkatli ve Rahîm'dir; merhametlidir.
129. Yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter; O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O, yüce arşın[*] sahibidir.”

Arş, üst yönetim makamını gösteren mecaz ifadedir (Yusuf 12/100, Neml 27/23). Türkçede onun yerine padişahlar için "taht", diğer yöneticiler için "koltuk" kelimesi kullanılır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)