ŞURA / DANIŞMA SURESİ

İniş Sırası: 62 • Mushaf Sırası: 42 • Mekki Sure • 53 Ayettir

Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onlar, büyük günahlardan ve fuhuş çeşitlerinden uzak duran kimselerdir. Öfkelendikleri zaman da affederler. Onlar Rablerinin davetine uyarlar. Namazlarına dikkatli ve devamlıdırlar. İşlerini aralarında danışarak yaparlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden başkalarına da harcarlar. Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yardımlaşırlar. (Şura 36-39)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Hâ, Mîm.
2. Ayn Sîn Kâf!
3. Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; doğru kararlar veren Allah, sana da senden öncekilere de işte böyle vahyeder.
4. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nundur. O Aliyy’dir; yüceliğine sınır yoktur ve Azîm'dir; ululukta eşsiz benzersizdir.
5. Müşriklerin Allah’a bazı şeyleri yakıştırmalarından, üstlerinden neredeyse gökler çatlayıp yarılacak.[*] Halbuki tüm melekler, devamlı Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzündeki tüm insanlar için bağışlanma dilerler. İyi bilin ki, Allah Gafûr'dur; çok bağışlar, Rahîm'dir; ikramı boldur.

Âyetin anlamı şudur: Gökler Allah’ın şânının yücelik ve azametinden neredeyse çatlayıp yarılacak! Bu ifadenin, “O’dur yüce, ulu.” ifadesinden sonra gelmesi de bu mânaya delâlet eder. Göklerin çatlayıp yarılacak olmasının sebebinin, Müşriklerin Allah’a çocuk isnat etmeleri olduğu da söylenmiştir. Tıpkı “Neredeyse gökler parçalanacak (Rahmân’a çocuk isnat ettikleri için)!” [Meryem 19/90] âyetindeki gibi.

Şayet “Niçin ‘üstlerinden’ dedi?” dersen şöyle derim: Çünkü Allah Teâlâ’nın celâl ve azametinin en büyük işaret ve delili göklerin üstüdür ki orada Arş, Kürsî; Arş’ın etrafında Allah’ı tesbih ve takdis ederek sallanan saf saf dizilmiş melekler ve aslını esasını sadece Allah’ın bildiği, O’nun yüce melekûtunun tezahürleri vardır. İşte bu sebeple “gökler üstlerinden çatlayacak” demiştir; yani çatlama işi göklerin üst tarafından başlayacaktır. Yahut inkâr ifadesi göklerin altında yaşayan kimselerden sadır olduğu için böyle söylenmiştir. Bu durumda mantıken “Gökler, küfür sözünün geldiği yön olan aşağı taraftan çatlayacak!” denmesi gerekirdi; fakat bu durum mübalağalı bir şekilde anlatıldı ve küfür ifadesi (çok tehlikeli bir söz olduğu için) göklerin üst tarafını etkilemiş gibi söylendi. Âdeta şöyle buyrulmuş oldu: (Bu küfür ifadesi o kadar tehlikeli ve yakışıksızdır ki) bırakın göklerin alt tarafını, neredeyse üstlerinden çatlayacak gibi oldular! Bu mübalağanın bir benzeri, “Başlarının üstünden kaynar sular dökülür ve bununla karınlarındakiler de eritilir, derileri de...” [Hac 22/19-20] âyetinde vardır; başlarının üstünden dökülen kaynar su, iç organlarını da etkileyici kılınmıştır. “Üstlerinden” ifadesinin, yeryüzünün üst tarafından anlamına geldiği de söylenmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

6. Allah ile aralarına veliler koyanlar var ya, Allah onları gözlemektedir! Sen onlar üzerinde vekil / yetkili değilsin.
7. Böylece sana Arapça bir Kur’ân vahyettik ki sen Anakent olan Mekke ile bütün etrafını uyarıp irşad Doğru yolu gösterme uyarma. edesin ve gerçekleşeceğinde hiç şüphe olmayan mahşer günündeki büyük buluşmayı haber veresin. O ne müthiş manzara: Bir kısım cennette... Bir kısım alevli cehennemde!
8. Tercihi Allah yapsaydı[1*] onları kesinlikle tek bir ümmet haline getirirdi ama o, tercihini doğru yapanı[2*] rahmeti içine alır / yoluna kabul eder. Yanlış yapanların ise ne bir velisi ne de bir yardımcısı olur.

[1*] Allah sistemini imtihan için kurduğundan doğru yola gelip gelmeme konularında tercihi kuluna bırakmıştır. (Hud 11/7, Kehf 18/29, Muhammed 47/31, Mülk 67/1-2, İnsan 76/3).

[2*] Şâe (شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Bkz (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. Yoksa O'ndan başka veliler[*] mi edindiler? Oysa ki veli yalnızca O'dur. O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

BÖLÜM 2
10. Herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde onun hükmü Allah’a bırakılır. İşte budur Rabbim olan Allah! Yalnız O’na güvenip dayandım; yalnız O’na yönelirim ben.[*]

Yüce Allah kişinin hükmünü bu Kur'an'da indirmiştir. Dünya ve ahiretle ilgili ayrıntılı ve çözümleyici sözünü söylemiştir. İnsanların kişisel ve toplumsal hayatları, geçimleri, yönetimleri, politikaları, ahlak ve davranış kuralları için kendi seçtiği bir hayat sistemi koymuştur. Bunların tümünü kapalı hiçbir taraf bırakmamak üzere açıklamıştır. Bu Kur'an'ı insanlık hayatı için, yönetim düsturlarından daha kapsamlı, daha geniş, herşeyi içine alan evrensel bir hayat düsturu kılmıştır. Dolayısiyle insanlar herhangi bir meselede veya bakış açısında görüş ayrılığına düşerlerse bu konudaki Allah'ın hükmü, onun insanlık hayatının temel yasası olsun diye Peygamberine vahyettiği kitapta mevcuttur.

Bu gerçeğin bu şekilde vurgulanmasından sonra, Peygamber efendimizin sözü aktarılıyor. Burada Peygamber efendimiz her şeyiyle Allah'a teslim olduğunu bütünüyle O'na yöneldiğini ifade ediyor:

"İşte bu, benim Rabb'im olan Allah'tır. O'na dayandım, O'na yöneldim." Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dili ile ifadesini bulan bu yönelme, bu dayanma ve bu vurgulama psikolojik açıdan az önceki gerçek üzerine yapılmış uygun bir değerlendirme, yerinde bir yorum olarak yer alıyor. İşte Allah'ın elçisi ve peygamberi Rabb'inin Allah olduğuna şahitlik ediyor. Sadece O'na dayanıp güvendiğini, başkasına değil sadece O'na yöneldiğini ifade ediyor. Öyleyse yol gösterici, hidayet rehberi peygamber O'ndan başkasının hükmüne başvurmazken diğer insanlar nasıl oluyor da görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede O'ndan başkasının hükmüne başvuruyorlar? Halbuki peygamber, insanların sorunları çözümleyici sözlerine müracaat etmeleri, şurada, burada bir an olsun O'nun yol göstericiliğinden ayrılmamaları açısından herkesten önceliklidir. Şu halde yol gösterici peygamber sadece Allah'a dayanıp güveniyorken, Rabb'im O'dur, işlerimi yönlendiren, her şeyime kefil olan, beni dilediği tarafa yönelten O'dur, diyerek sadece O'na yöneliyorken diğer insanlar nasıl olur da herhangi bir meselenin çözümü için başka bir merciye yönelebilirler?

Bu gerçeğin mü'minin vicdanında yerleşmesi yolunu aydınlatır, gideceği yolun işaretlerini belirler ve sağa-sola sapmasına engel olur. Yoluna güvenmesini, adımlarını attığı yerlerden emin olmasını sağlar. Böylece kuşkular içinde kıvranmasını, ürkek davranmasını, şaşkın şaşkın dolaşmasını önler. Bu durumda mü'min yüce Allah'ın kendisini gözettiğini, koruduğunu, adımlarını bu yöne doğrulttuğunu, ayrıca doğru yol klavuzu Hz. Peygamber'in de Allah'a giden bu yolu izlediğini düşünür.

Bu gerçeğin, mü'minin vicdanında yerleşmesi, onun kendi hayat sistemine, hareket metoduna ve yoluna ilişkin bilincinin düzeyini yükseltir. Artık mü'min ilgilenilebilecek bir başka metodun veya yolun olabileceğini kabul etmez. Doğru yol klavuzu Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu hayat sistemini koyan, bu hükmü belirleyen Rabb'ine yönelirken bir mü'min herhangi bir görüş ayrılığında Allah'ın hükmünün dışında başvurulabilecek bir başka hükmün olabileceğini düşünmez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

11. Gökleri ve yeri ortaya çıkarandır, Fâtır’dır O. Size, benliklerinizden eşler yapmıştır; davarlardan da çiftler. Bu tarz içinde üretiyor sizi. O’nun benzeri gibi bir şey yoktur. O Semî'dir; dinler ve Basîr'dir; izler(görür).[*]

İnsanların görüş ayrılığına düştükleri herhangi bir meselede başvurulması gereken bir hüküm olmak üzere bu Kur'an'ı indiren yüce Allah "Gökleri ve yeri yoktan varetmiştir." Göklerin ve yerin düzenini sağlayan O'dur. Göklere ve yere egemen olan yasa, onun her birine özgü işleri çözüme bağlayan hükmüdür. Hayatın ve kulların meseleleri de göklerin ve yerin düzeninin bir parçasıdır. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü insanların hayatı ile uçsuz bucaksız evrenin hayatı arasında ahenk oluşturur. İnsanlar yüce Allah'ın koyduğu hükümlere uyunca kendilerini kuşatan ve yüce Allah'ın ortaksız hükmüne boyun eğen evrenle barış içinde yaşarlar.

İnsanlar görüş ve inanç ayrılığına düştükleri herhangi bir meselenin çözümü için yüce Allah'ın hükmüne başvurmak zorundadırlar. Çünkü yüce Allah onları yaratmıştır. Onlara şekil vermiş, onların ruh ve beden yapılarını düzenlemiştir:

"Size kendinizden eşler yarattı." Sizin hayatınızı temelden düzenledi. Çünkü sizin hayatınızın sürmesi için gerekli olan en uygun ortamı O bilir. Hayat için elverişli olan hayatın düzenli ve istikrarlı bir gelişme göstermesi için uygun olan sistemi O bilir. Hayatınızın tüm canlılar için seçilen yaratılışın temel ilkesine uygun bir çizgi izlemesini O planlamıştır: "Hayvanlardan da çiftler yarattı..." Şu halde bütün canlılar arasında bir yapısal birlik vardır. Bu da bütün canlıların yaratılışında uygulanan yöntemin, bu yöntemi belirleyen iradenin ve bununla güdülen amacın birliğine tanıklık etmektedir. Sizin -yani siz insanlar ve hayvanların bu sistem ve yöntem doğrultusunda çoğalmanızı O sağlamıştır. Ama O bütün yarattıklarından farklıdır. Yarattıkları arasında ona benzeyen hiçbir şey yoktur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." İnsan fıtratı bu gerçeğe hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde inanır. Çünkü varlıklar kendilerini yaratan yaratıcıya benzemezler. Bu yüzden bütün varlıklar, aralarında başgösteren herhangi bir görüş veya inanç ayrılığından dolayı yüce yaratıcının hükmüne başvururlar, onunla birlikte bir başkasına da başvuruda bulunmazlar. Çünkü, görüş veya inanç ayrılığı baş gösterdiğinde hükmüne başvurulacak birden fazla merciin olması bir yana, ona benzeyen bir tek kişi bile yoktur.

"Ona benzer hiçbir şey" olmamakla beraber, bu kesin farklılıktan dolayı O'nunla yarattıkları arasındaki ilişki kopuk değildir. Çünkü O, işitir, görür: "O, her şeyi işitir, görür." Sonra her şeyi işiten ve gören biri olarak hükmeder. (Seyyid Kutub Tefsiri)

12. Göklerin ve yerin anahtarları onun elindedir. O, tercih ettiği kişi için[*] rızkı genişletir de daraltır da. Şüphesiz o, her şeyi bilendir.

Şâe (شاء) ile ilgili detaylı bilgi için bkz Şûra 42/8. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

13. Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin şeriatı / kanunu yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve dinde ayrılığa düşmeyin!”[1*] Kendilerine yaptığın çağrı, müşriklere ne kadar ağır geldi! Allah tercih ettiğini kendisine (elçi) seçer, kendisine yöneleni bu dine kabul eder.[2*]

[1*] DİN: İhtiyarî fiillerin (serbest irade ile yapılan fiillerin), iyiliğine veya kötülüğüne göre, sonunda iyi veya kötü bir neticeye varacağına, sevap veya ceza, bir akıbete sebep olacağına inanarak Hak Teâlâ katında en güzel akıbete ermek için tutulacak yoldur. Bu şekilde din, insanları tabiatta cereyan eden cebir (zorlama) ve ıztırar (mecbur kalma, zorda kalma) baskılarının üstüne istekleriyle yükseltecek olan bir hürriyet yolu, yani hürriyet ve iradenin başarı ve sorumluluğu kanunudur. Onun için bütün tabiatların üstünde her şeyin yaratıcısı, "Onun misli gibi bir şey yoktur." (Şûra, 42/11), her şeyi bilen yüce Allah'ın hüküm ve iradesine yükselmeden doğru din bulunamaz. Dinin doğrusu "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet." (Fatiha, 1/6) diye beyan buyurulan doğru yol, tevhid ile yüce Allah'ın hükmüne iman ve itaat, yani İslâm'dır. Onu "doğru tutmak" da erkânını ihlal etmekten muhafaza ederek âyetlerinden ve delillerinden doğrusunu anlayıp iman ve amelde ihlas ile tatbik etmektir. Doğru tutun, ve onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin. Çeşitli heveslere veya çeşitli ilâhlara tabi olup da asıl dini ayakta tutmakta ihtilaf çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu emir ile bu yasak da Nuh (a.s.)'dan, Muhammed (s.a.v.)'e kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye olunan bir din "Kanun-ı Esasî"si (anayasası), bir şeriatıdır ki bütün peygamberler bunu tatbik için gönderilmiş; hepsi, zamanındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmiş, tefrikayı (ayrılığı) kaldırmak için tevhide davet eylemişlerdir. Her birinin zamanına göre şeriatlerinin ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli hükümler bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu esasta, bu İslâm temelinde hepsi birdir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

***

[2*] "Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." Aralarındaki Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahyin gelmesi onlara ağır geldi. Çünkü "İki şehrin büyüklerinden birine" (Zuhruf Suresi, 31) vahiy gelmesini istiyorlardı. Aralarında nüfuz sahibi ileri gelenlerden birine gelmesini bekliyorlardı. Kendi itirafları ile doğru ve güvenilir olan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- ne kişisel nitelikleri ne de ortalama bir Kureyş ailesi olan soyu onlara göre otoriter bir kabile başkanı olması için yeterli değildi.

Putperestlik ve putçuluk döneminin otoritelerinin dayanağı efsanelerin bitmesi ile birlikte otoritelerinin bitecek olması onlara ağır geliyordu. Çünkü ekonomik ve kişisel çıkarları bu putperest efsanelere dayanıyordu. Bu yüzden şirke sarıldılar. Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini çağırdığı net ve arı tevhid düşüncesini, yani Allah'ın tek ve ortaksız hakimiyetine dayanan islam düşüncesini kabul etmek ağır geldi.

Ölen müşrik atalarının sapıklık üzere, cahiliye üzere öldüklerini söylemek ağır geldi onlara ve ahmaklığa dört elle sarıldılar. Günahla övünür oldular. Atalarının sapıklık üzere öldüklerini söylemektense cehenneme atılmayı tercih ettiler.

Kur'an-ı Kerim onların bu ahmakça tutumları üzerine yüce Allah'ın dilediği kimseyi peygamberlik görevi için seçip tercih ettiğini, yine kendisine sığınmak isteyeni doğru yola ilettiğini, ayağı kayıp yoldan çıkan kimilerinin tevbesini kabul ettiğini belirterek bir değerlendirme yapıyor. Nitekim Hz. Muhammed'i de -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevi için seçmiştir. Yine yüce Allah kendisine dönüp yönelen için de yolu açık tutmuştur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

14. Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden belli bir süreye kadar yaşatma sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Onlardan sonra Kitaba vâris kılınanlar ondan, kuşku veren bir şüphe içindedirler.[*]

Şu halde onlar cahil oldukları için görüş ayrılığına düşmediler. Kendilerini, peygamberlerini ve inanç sistemlerini birbirine bağlayan tek ve değişmez temel ilkeden habersiz oldukları için ayrılmadılar. Tam tersine, kendilerine yeterli ve aydınlatıcı bilgi geldikten sonra ayrıldılar, parçalandılar. Birbirlerini tepelemek, içlerindeki kıskançlık duygusunu tatmin etmek, hem kendilerine, hem de gerçeğe haksızlık etmekti asıl gerekçe. Azgın ihtirasların, sınır tanımaz arzuların etkisi ile parçalandılar. Doğru inançtan, dengeli ve tutarlı hareket metodundan kaynaklanan bir gerekçeye dayanmaksızın görüş ve inanç ayrılığına düştüler. Eğer inanç sistemlerini herşeyin üstünde tutsalardı, eğer hareket metodlarına uysalardı, parçalanmazlardı, bölünmezlerdi.

Kuşkusuz, bu şekilde parçalanıp bölünmeleri dolayısıyla işledikleri suçun, azgınlığın ve zulmün karşılığı olarak yüce Allah tarafından cezalandırılmayı hakketmişlerdi. Ne varki yüce Allah daha önce dilediği bir hikmetten dolayı belli bir sürenin sonuna kadar onlara mühlet tanımaya ilişkin bir söz vermiştir: "Eğer belli bir süre için Rabb'inin verilmiş sözü olmasaydı, aralarında hemen hükmedilirdi." Şayet yüce Allah daha önce belli bir süre için onlara mühlet vereceğine ilişkin bir söz vermiş olmasaydı, hemen aralarındaki meseleyi çözümlerdi. Gerçeği ortaya koyar, batılı geçersiz kılardı. Meseleyi bu dünya hayatında sonuçlandırırdı. Ne var ki onların meselelerinin çözümü zamanı

belirlenmiş güne ertelenmiştir. Hz. Peygambere uyanlar arasında görüş ve inanç ayrılığına düşüp parçalananlardan sonra kitabı devralan kuşaklar ise inanç sistemlerini ve kitaplarını kesin bir inançtan uzak bir tavırla karşıladılar. Çünkü önceki kuşaklar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıkları onların inanç sistemini içtenlikten uzak bir şekilde karşılamalarına ve değişik mezhepler ve gruplar arasında kuşku, karmaşa ve şaşkınlığın kol gezmesine neden olmuştur:

"Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan kuşku duymaktadırlar." İnanç sistemi böyle olmaz kuşkusuz. Çünkü inanç sistemi mü'minin üzerinde durduğu sert bir kayadır. Çevresindeki her yer yıkılır, dökülür ama o, yerinde sarsılmadan duran sert kayanın üzerinde ayakları yere sağlam basmış olarak güvenle durur. İnanç sistemi ufukta beliren ve hiçbir zaman sönmeyen bir klavuz yıldızıdır. Mü'min kasırgalar, fırtınalar arasında ona yönelir. Bu sayede yolunu yitirmez, sapmaz. Ancak inanç sisteminin kendisi şüphe konusu olursa ve zihinlerin bulanmasına neden olursa, o zaman hiçbir şey ve hiçbir mesele kişinin içinde kalıcılık göstermez, bir yönde karar kılamaz ve güven içinde yoluna devam edemez.

Kuşkusuz inanç sistemi, kendisine bağlananlara Allah'a giden yolu ve yönü göstermek için gelmiştir. Onlar da tereddüt etmeden, kararsızlık göstermeden, inanç sisteminin belirlediği yoldan sapmadan peşlerinden gelen insanlara yol göstericilik yaparlar. Fakat kendileri izledikleri yoldan emin değillerse, inanç sisteminden kuşku duyuyorlarsa, bu durumda hiç kimseye öncülük edemezler. Çünkü kendileri şaşkındırlar. İşte bu yeni din geldiği gün diğer peygamberlerin izleyicilerinin durumu bundan ibaretti.

Hindistan'lı yazar Üstad Ebu'l Hasan en-Nedvi "Müslümanların gerilemesi ile dünya neler kaybetti" adlı kitabında şöyle der:

"Büyük dinler, boş ve gereksiz işlerle uğraşanların elinde bir kurban gibiydiler. Münafıklar, dini bozmak isteyen art niyetli kişilerin elinde oyuncak haline gelmişlerdi. O kadar ki, bu dinler ruh ve şekillerini yitirmişlerdi. Bu dinlerin ilk bağlıları dirilecek olsaydı bunları tanımayacakları kuşkusuzdu. Uygarlığın, kültürün, hüküm ve siyasetin beşiği sayılan merkezler, anarşizmin, toplumsal çöküntünün, kargaşanın, kötü idarenin ve zorba yöneticilerin kol gezdiği birer sahneye dönüşmüşlerdi. Artık kendi içlerine kapanmışlardı. Dünyaya sunacakları bir mesajları, milletlere yönelik bir çağrıları kalmamıştı. Manevi değerler alanında iflas etmişlerdi, hayat kaynakları kurumuştu. Ne semavi dinlerden kaynaklanan katışıksız bir şerait ne de beşeri egemenliğin ortaya koyduğu kalıcı bir sosyal düzen mevcuttu."

Avrupalı yazar G.H. Denison "Emotion as the Basis of Civilisation" adlı eserinde şöyle der:

"Beşinci ve altıncı yüzyıllarda uygar dünya anarşizmin, kargaşanın korkunç uçurumunun kenarında duruyordu. Çünkü uygarlığın ayakta kalmasına yardımcı Olan inanç sistemleri yıkılmışlardı. Onların yerini tutacak bir şey de geliştirilmemişti. O sıralarda kuruluşunun temelinde dört bin yıllık emek yatan en büyük uygarlık ta parçalanmaya, çökmeye yüz tutmuştu. İnsanlık bir kez daha barbarlığa, ilkelliğe dönme endişesini taşıyordu. Çünkü kabileler birbiriyle savaşıyor,birbirini kırıp geçiyorlardı. Kanun, düzen kalmamıştı. Hristiyanlığın ortaya koyduğu düzenler birleştirmek ve düzen sağlamak yerine parçalamaya, yıkmaya çalışıyordu. Uygarlık gölgesi tüm dünyayı kaplamış dal budak salmış büyük bir ağaç gibiydi. Ne var ki artık ağacın ayakta duracak gücü kalmamıştı. Çürüme tüm gövdeyi sarmıştı. Her yeri kasıp kavuran bu kokuşmuşluk, bu çözülmüşlük görüntüleri arasında, tüm dünyayı birleştirecek olan adam doğuverdi." Yani Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun-.

Peygamberlerin izleyicileri -kendilerine aydınlatıcı bilgi geldikten sonra- görüş ayrılıkları yüzünden bölündükleri için, onlardan sonra kitabı devralanlar da omuzladıkları inanç sisteminden kuşku duydukları için... Evet bu iki önemli neden için... Ayrıca insanlığın önderlik merkezi, Allah'a giden yolu bilen kişinin inançlı ve kararlı bir önderden yoksun bulunduğu için yüce Allah Hz. Muhammed'i salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderdi. İnsanları davet etmesini, davetinin öngördüğü hareket metodu üzerinde dosdoğru yürümesini, kendisi ve net, dengeli ve tutarlı mesajı hakkında ortaya atılan asılsız söylentilere, ihtiras ürünü itirazlara aldırmamasını emretti. Yüce Allah'ın bütün peygamberler için hayat düsturu olarak öngördüğü değişmez mesaja yeniden inanmaları için insanları açıkça çağırmasını istedi. (Seyyid Kutub Tefsiri)

15. (Ey Resulüm!) İşte bundan dolayı sen insanları Allah`ın dinine davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Onların isteklerine uyma ve de ki: “Ben Allah`ın indirdiği her kitaba inandım; aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır. Çünkü dönüş sadece O`nadır.”[*]

Bu, tüm insanlığı kapsayan yepyeni bir önderliktir. Açık, kesin ve kalıcı hareket metoduna uyan tutarlı, dengeli ve kararlı bir önderliktir. Bu önderlik bir kanıta dayanarak insanları Allah'ın dinine uymaya çağırır. Sapmadan Allah'ın emri doğrultusunda hareket eder. Birbiriyle çekişen, herbiri bir başka tarafa çekmek isteyen heva ve heveslerden uzak durur. Bu önderlik, tüm insanlar için gönderilen mesajın, peygamberliğin, kitabın, hayat sistemi ve hareket metodunun bir olduğunu açıkça duyurur. İmanı tek ve değişmez aslına döndürür, insanlığı da bu tek asla yöneltir: "De ki: Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım." Sonra bu, hak ve adalet ilkesine dayalı olarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, bu doğrultuda üstünlük sağlamaktır: "Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum." Şu halde bu önderlik siyasi otoritesi bulunan ve yeryüzünde tüm insanlar arasında evrensel adaleti ilan eden etkin bir önderliktir. (Bu mesaj henüz islam çağrısı Mekke'de taraftarları ile birlikte baskı altındayken geliyordu. Ama davanın bu karakteri, evrenselliği açıkça görülebiliyordu.) Yine bu önderlik Rabb'lığın birliğini tüm dünyaya duyuruyor: "Allah bizim de Rabb'imiz, sizin de Rabb'inizdir." Bunun yanısıra sorumluluğun bireyselliğini vurguluyor: "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir." Kesin bir söz ile tartışmanın bittiğini ilan ediyor: "Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur." Herşeyi nihai emir sahibi Allah'a bırakıyor: "Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."

Şu bir tek ayet, kısa ama kesin, öz, ince ve aydınlatıcı bölümleri ile bu son dinin karekteristik özelliğini açıkça ortaya koyuyor. Buna göre bu din, insanların arzu ve ihtiraslarından etkilenmeden kendi yolunda hareket etmek üzere gelmiştir. Yeryüzüne egemen olmak ve insanlar arasında adaleti sağlamak için gelmiştir. Bundan önceki bütün dinlerde olduğu gibi Allah'a giden yolun bir olduğunu göstermek için gelmiştir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

16. Allah`ın çağrısını kabul ettikten sonra hâlâ Allah hakkında tartışanlara gelince, onların delilleri ve itirazları Rabbleri katında geçersizdir. Allah`ın gazabı onların üzerine çökecektir ve onlar için şiddetli bir azap vardır.[*]

Mesele bu şekilde açıklığa kavuştuktan ve mü'min kitle Allah'ın çağrısına bu şekilde karşılık verdikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girmek isteyenlerin bu tavırları ilgilenmeye değmez çirkin bir tavır olarak beliriyor. İleri sürdükleri delillerin geçersizliği, çürüklüğü, hiçbir değerinin, hiçbir ağırlığının olmadığı ortaya çıkıyor. Bölüm onlarla ilgili son sözü söyleyerek onları yüce Allah'ın şiddetli azabı ile baş başa bırakıyor.

Kimin ileri sürdüğü delil Rabb'i katında geçersizse, kim Rabb'inin yanında yenik duruma düşerse artık onun ileri sürebileceği bir kanıtı, bir gücü kalmamış demektir. Yeryüzündeki yenilginin ve bozgunun ardından ahirette de yüce Allah'ın gazabı ve şiddetli bir azap vardır. Hiç kuşkusuz bu, samimi kalplerin içten karşılık vermelerinden sonra batılda ısrar edenlerin, apaçık gerçek herkesin anlayabileceği şekilde ortaya konduktan sonra maksatlı olarak tartışmayı sürdürenlerin bu suretle işledikleri suça uygun bir cezadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. Gerçekleri içeren bu kitabı ve mîzânı[*] indiren Allah’tır. Nereden bileceksin, belki de o saat / mezardan kalkış saati yakındır.

Hadid 57/25. Mizan, Allah’ın tüm varlıklara koyduğu ve insanların uymasını istediği dengedir. Bu ayetteki mizan, ayetlerin ayetleri açıkladığı Kur’an yöntemi olarak da anlaşılabilir. Geniş bilgi için bkz. Al-i İmran 3/7, Hud 11/1-2, Fussilet 41/3. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. Buna inanmayanlar onun çabucak gelmesini isterler. İman edenler ise, ondan korku ile titrerler ve onun hak olduğunu bilirler. İyi bilin ki; kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.[*]

Kıyamete inanmayanların kalpleri kıyametin dehşetini hissetmez, o gün kendilerini bekleyen azabın korkunçluğunu, boyutunu değerlendiremez. Bu yüzden alay ederek kıyametin bir an önce kopmasını istemelerinin şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü onlar bu gerçeği göremiyor, kavrayamıyorlar. Mü'minler ise, kıyametin kopacağına kesinlikle inanırlar. Bu yüzden ondan korkarlar, çekinirler. Bir korku, bir ürperti ile beklerler kıyameti. Çünkü kıyamet koptuğunda neler olacağını bilirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

19. Allah, kullarına karşı lütufkârdır. Koyduğu kurala göre kişiye rızık verir. Kavî; çok güçlü ve Azîz daima üstün olan O’dur.
BÖLÜM 3
20. Kim öteki dünyada kazanç elde etmeyi isterse onun kazancında bir artış sağlarız: bu dünyada bir kazanç isteyene ise ondan bir şeyler ver(ebil)iriz fakat böyle biri, öteki dünya(nın nimetlerin)den hiçbir pay alamayacaktır.[*]

Sonra yüce Allah ahiret ve dünyayı kişinin dilediğini seçebileceği birer kazanç kılmıştır. Kim ahiret kazancını isterse onun için çalışır. Yüce Allah ta kazancını arttırır, bu niyetinden dolayı ona yardımcı olur ve çalışmasını bereketlendirir. Ahiret kazancının yanısıra, bu dünya hayatı için takdir edilen rızık ta kendisine verilir, hiçbir şeyden yoksun bırakılmaz. Hatta yüce Allah'ın bu dünyada kendisine bahşettiği rızık da üretiminde, harcamasında, faydalanma ve hayır amaçlı dağıtılışında Allah'ın hoşnutluğunu gözettiği sürece bizzat ahiret kazancına dönüşür. Kim de dünya kazancını isterse yüce Allah bu dünyada kendisi için takdir edilen nimetleri verir ve onu hiçbir şeyden yoksun bırakmaz. Ancak onun ahirette bir payı olmaz. Çünkü o ahiret kazancı için çalışmamıştır ki, böyle bir payın beklentisi içinde olsun!

Dünya kazancını isteyenlerle ahiret kazancını isteyenlere bakıldığında dünya kazancını istemenin ne büyük bir ahmaklık olduğu ortaya çıkar. Çünkü dünya rızkını yüce Allah bir lütuf olarak sunuyor, dünyayı da,ahireti de isteyene bahşediyor. Her biri yüce Allah'ın bilgisi uyarınca kendisi için takdir edilen dünya kazancındaki payı alır. Ama ahiret kazancı onu isteyen ve onun için çalışan kimselere özgü bir pay olarak kalır.

Dünya kazancını isteyenler arasında, genel duruma ve kişisel yeteneklere bağlı rızık sebeplerinin bir sonucu olarak zenginler kadar fakirlerin de olduğunu görüyoruz. Aynı durum ahiret kazancını isteyenler için de geçerlidir. Şu halde bu iki grup arasında bu dünyada rızık açısından bir fark yoktur. Asıl fark ve ayrıcalık ahirette ortaya çıkacaktır. Durum bu olduğuna göre bu dünyadaki durumunda bir değişiklik yapmadığı halde ahiret kazancını terk eden kimseden daha ahmak biri var mıdır? (Seyyid Kutub Tefsiri)

21. Yoksa onların Allah’a ortak koştukları kimseler var da Allah’ın onaylamadığı şeyleri onlar için bu dinin şeriatı / kanunu mu yapıyorlar? Hesabı, (iyiyi kötüden) ayırma gününe / mahşere bırakma sözü olmasaydı aralarında mutlaka hüküm verilirdi (de işleri bitirilirdi. Yanlışlar içinde olanlar için acıklı bir azap vardır.[*]

Bir önceki bölümde yüce Allah'ın müslüman ümmet için hayat sistemi olarak öngördüğü prensibin daha önce Hz. Nuh'a, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye edildiği, aynı prensibin Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- de vahyedildiği açıklanmıştı. Bu bölümde ise içinde yaşadıkları durumu, uydukları hayat sistemini kınama, yerme amacı ile, yüce Allah kendilerine hayat sistemi belirlemediğine göre, ve şu anda uydukları hayat sistemi de bundan önce yüce Allah'ın gönderdiği tüm dinlere, onun koyduğu tüm kanunlara aykırı olduğuna göre kimdir onların uydukları kanunları koyan? Kimdir hayat sistemlerini belirleyen? şeklinde bir soru yöneltiliyor:

"Yoksa, Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır?"

Kim olursa olsun yüce Allah'ın yarattığı hiç kimsenin yüce Allah'ın kanun olarak koymadığı ve izin vermediği bir şeyi kanun olarak koyma yetkisi yoktur. Kulları için kanun koyma yetkisi sadece yüce Allah'a aittir. Çünkü bütün evreni yoktan var eden ve kendi seçtiği yasalar sistemi ile tüm evreni yöneten O'dur. İnsanlık hayatı ise bu uçsuz bucaksız evren çarkında küçücük bir dişli konumundadır. Bu yüzden evreni yönlendiren yasalar sistemi ile uyuşan bir yasa hükmetmelidir insanlık hayatına. Bu ise, uçsuz bucaksız evreni yönlendiren tüm yasalar sistemini kapsayan bir bilgiye sahip bir kanun koymadıkça mümkün olmaz. Allah'tan başka herkes tartışmasız bu denli kapsamlı bir bilgiye sahip olmaktan uzaktırlar. Bu yüzden bu yetersizlikle beraber onların insanlık hayatı için kanun koymalarına itibar edilmez.

Bu gerçek olanca çıplaklığı ile gözler önünde olmasına rağmen, birçokları bunu tartışma konusu yapıyorlar veya inanmıyorlar. Halkları için iyiliği seçtiklerini ileri sürerek yüce Allah'ın koyduğu kanunların dışında kanunlar koymaya yelteniyorlar. Bunu yaparken de içinde bulundukları şartlarla, kendi kafalarından uydurdukları kanunlar arasında bir paralellik kuruyorlar. Sanki yüce Allah'tan daha çok biliyorlarmış, ondan daha iyi hüküm verebiliyorlarmış gibi! Ya da sanki, Allah'ın izin vermediği konularda onlar için kanun koyan Allah'ın dışında ortakları varmış gibi! Bundan daha çirkin bir davranış, Allah'a karşı bundan daha küstahça bir tutum olamaz.

Kuşkusuz yüce Allah, insanlık hayatı için insanın karakteri ile, öz yaratılışı ile, içinde yaşadığı evrenin doğası ve öz yaratılışı ile uyuşacağını bildiği bir yasa koymuştur. Bu sayede hem insanların kendi aralarında hem de evrende yeralan güçlerle en yüksek düzeyde yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir. Yüce Allah bunun için gerekli olan tüm temel yasaları koymuştur. İnsana düşen sadece genel sistemin ve çerçevesi belirlenmiş yasanın sınırları içinde hayatın değişen ihtiyaçları ile birlikte ayrıntı sayılan yeni düzenlemeler yapmaktır. Bu konuda aralarında görüş ayrılığı baş gösterirse meseleyi yüce Allah'a döndürürler; yüce Allah'ın insanlar için hayat düsturu olarak koyduğu temel yasalara başvururlar. Çünkü yüce Allah bu temel yasaları insanların ayrıntı sayılan düzenleme ve uygulamalarını ölçtükleri bir kriter olarak koymuştur.

Böylece yasama kaynağı bire indirgenmiş oluyor; hüküm tek başına Allah'a özgü kılınıyor. O, herkesten iyi hükmeder. Bu yöntemin dışındaki her girişim Allah'ın şeriatına, Allah'ın dinine, Allah'ın Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya ve Muhammed'e -salât ve selâm üzerlerine olsun- tavsiye ettiği prensibe karşı çıkmaktır, isyan etmektir. "Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi." Yüce Allah, onlara her meselenin kesin çözüme bağlandığı güne kadar mühlet verileceğine ilişkin olarak kesin bir söz vermiştir. Eğer bu söz olmasaydı, kuşkusuz yüce Allah onlara ilişkin kararını bildirecekti; yüce Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp, ondan başkasının koyduğu kanunlara uyanları suçüstü yakalayıp en kısa zamanda cezalarını verecekti. Ne varki yüce Allah, her meselenin çözüme bağlandığı, her amelin karşılığını eksiksiz aldığı güne kadar onlara süre tanımıştır.

"Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır."

İşte zulmün karşılığı olarak onları bekleyen bu can yakıcı azaptır. Allah'ın koyduğu kanunlara karşı çıkıp ondan başkasının koyduğu kanunlara uymaktan daha büyük bir zulüm var mıdır?

Bu yüzden zalimler bir kıyamet sahnesinde sunuluyorlar. Burada zalimler azaptan dolayı korkuyor, titriyorlar. Oysa daha önce korkmuyorlardı, hatta büyük bir küstahlıkla bu azabın bir an önce gelip çatmasını istiyorlardı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. (Kıyamet gününde) o zalimleri, kazandıkları kötülüklerden dolayı titrerlerken göreceksin!... Yaptıklarının cezası başlarına inecektir. İman edip salih ameller işliyenler ise, cennetlerin en hoş bahçelerindedirler. Onlara, Rablerinin katında ne isterlerse var. İşte (müminlere olan) bu cennet, en büyük ikramdır.
23. Allah’ın, inanıp güvenen ve iyi işler yapan kullarını müjdelediği şey işte budur. De ki: “Bu iş için sizden bir ücret istemiyorum, benim istediğim sadece, (Allah’a) yaklaşma konusunda göstereceğiniz sevgidir.” Kim güzel bir iş yaparsa onun o işine güzellikler katarız Çünkü Allah Gafûr’dur; çok bağışlar ve Şekûr’dur; şükre hadsiz hesapsız bir karşılık veren tek otoritedir.
24. Yoksa (Muhammed) “Bir yalanı Allah’a mâl etti” mi diyorlar? Öyle olsa (senin şah damarını koparır veya) Allah isterse kalbine mühür basar ve o batılı / uydurduğun yalanı bizzat Allah yok ederdi. O, sözleriyle hep doğru olanı gerçekleştirir.
25. O, kullarının tevbesini kabul eden ve kötü işlerini affedendir. O, yaptığınız her şeyi bilir.
26. İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara istediklerini verir ve lütfederek fazlasını da verir. Kâfirlere / ayetleri görmezlikte direnenlere ise çetin bir azap vardır.
27. Allah, rızkı kullarının önüne büsbütün serseydi kesinlikle yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ancak o, rızkı belirlediği ölçüde indirir. O Habîr'dir; her şeyin içyüzünü bilir ve Basîr'dir; her şeyi görür.
28. İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her tarafa yayan O’dur. Velî’dir;[*] gerçek dosttur, Hamîd’dir; bir sebep olmaksızın zâtıyla övgüye lâyık olan O’dur.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

29. Gökleri, yeri yaratması ve her ikisinde yaydığı canlılar, onun ayetlerindendir. O, şartlarını oluşturduğunda onları bir araya toplamanın ölçüsünü koyandır.[*]

Ayetin son cümlesi ve onunla aynı muhtevaya sahip Enam 6/38. ayetinin hükümleri hayvanların öldükten sonra toprak olacağı ve bir daha dirilmeyeceği konusundaki yanlış inancı ortadan kaldırmaktadır. Bazılarına göre de “bütün hayvanlar mahşer meydanında toplanacak, fakat bedenleri hesap safhasından sonra tekrar toprak olacaktır. Dünya hayatında kendilerine takdir edilen vazifeyi yerine getirdikleri için mükâfatlarını ruhani bir lezzet olarak tadacaklardır.” Sormak lazım; madem ruhani bir lezzet olarak tatma imkânları olacak bedenleri neden yaratılacak? Madem yaratıldılar neden toprak olacaklar? Ahiretteki imkânlar, hayvanları barındırmaya yetmeyecek mi? Cennet ehli at binmek, köpek gezdirmek, kedi beslemek, koyun otlatmak, inek sağmak, bal yapmak isterse bu ihtiyacını ne ile karşılayacak? (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 4
30. Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzündendir. Allah ise, günahların bir çoğunu bağışlıyor[*] (da bunlardan dolayı musibet vermiyor).

Bu âyet günahkârlara hitap etmektedir. Allah’ın bazı günahkârların cezasını eksiksiz verirken, bazılarını affetmesi mümkündür. Ama hiç günahı olmayan peygamberlerin, çocuk ve delilerin çektiği ıstıraplar, ya Âhirette karşılığı eksiksiz ödenecek bir bedel yahut bir maslahat sebebiyle başlarına gelmiştir. Rivayete göre, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kişinin damarının seğirmesi, bir ağaç dalının (bir yerini) çizmesi, ayağına taş takılması hep günahı yüzündendir. Allah’ın affettikleri ise daha çoktur.” Bir zattan da şöyle nakledilmiştir: Başına gelen sıkıntı ve musibetlerin kendi yaptıkları sebebiyle olduğunu, Mevlâ’sının affettiklerinin ise daha fazla olduğunu bilmeyen biri Rabbinin ona olan ihsanına karşı gereğince şükretmiyor demektir. Başka bir nakil de şöyledir: Kul her vakit günah işleme durumuyla karşı karşıyadır. İtaat hususundaki günahları ise isyankârlık hususundaki günahlarından daha fazladır; çünkü isyankârlık günahının tek yönü vardır; itaat konusundaki günah ise çok yönlüdür. Allah Kıyamet günü kulunun ağırlıkları hafiflesin diye, (dünyada başına getirdiği) çeşitli musibetlerle onun günahlarını temizler. Eğer Allah’ın af ve merhameti olmasaydı kul ilk işlediği günahta helâk olmuştu. Hazret -i Ali’nin Peygamber (s.a.)’e ref‘ ederek rivayet ettiğine göre; “Kim günahının cezasını dünyada çekmişse onun Âhiretteki cezası da kaldırılmıştır. Dünyada cezalandırılan, Âhiret’te bir kez daha cezalandırılmayacaktır.” [Ahmed b. Hanbel, II, 165; benzer lafızlarla] Hazret -i Ali’nin “İşte bu, Kur’ân’da müminlere en çok ümit veren âyettir” dediği de nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

31. Siz bu yeryüzünde Allah’ı âciz bırakacak (hakkınızda hükmettiği musibetlerden kurtulacak) da değilsiniz ve Allah’tan başka ne bir koruyucu dostunuz, ne de bir yardımcınız yoktur.
32. Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nun ayetlerindendir.[*]

Zira O suya kaldırma yasasını koymasaydı, gemileri denizde kimse yüzdüremezdi (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

33. Gerek görürse[1*] (gemileri) hareket ettiren gücü[2*] durdurur da denizin üstünde hareketsiz hale gelirler. Her durumda sabreden / duruşunu hiç bozmayan, daima şükreden / görevlerini yerine getiren herkes için bunda ayetler / göstergeler vardır.

[1*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili olarak bkz. Şûra 42/8. ayetin dipnotu.

[2*] Rîh (الرِّيحَ): rüzgar (Enbiya 21/81) ve güç (Enfal 8/46) anlamlarına gelir. Bu iki anlama göre rîh, ister yelken isterse başka bir sistem olsun gemilerin tahrik gücü anlamına gelir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Ya da insanların yaptıklarına karşılık gemilerini batırır. Bir çoğunu da affeder (ve kurtarır).
35. Allah, böyle yapar ki, âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.
36. Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.[*]

Hazret -i Ali’den şöyle nakledilmiştir: “Hazret-i Ebû Bekr’in eline bir miktar para geçmişti. O bunun tamamını Allah yolunda ve hayır için tasadduk edince, Müslümanlar onu kınadılar; kâfirler de yanlış yaptığını söylediler. Âyet bunun üzerine indi.” (Zemahşeri Tefsiri)

37. O iman edenler, büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar. Onlar öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlarlar.
38. Onlar Rablerinin davetine uyarlar. Namazlarına dikkatli ve devamlıdırlar. İşlerini aralarında danışarak[*] yaparlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden başkalarına da harcarlar.

Gerçek müminlerin bu özel vasıfları -ki Hz. Peygamber’in arkadaşları tarafından o kadar önemsenmiştir ki, bu sureyi daima “şûrâ” anahtar kelimesi ile anmışlardır- ikili bir anlama sahiptir: birinci olarak, Kur’an’ın bütün izleyicilerine bir tek topluluk (ümmet) içinde bir araya gelmelerini hatırlatmakta; ikinci olarak da, toplumu ilgilendiren bütün işlerini aralarında danışma ile yürütmeleri gerektiği prensibini koymaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

39. Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yardımlaşırlar.
40. Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.[*]

Her iki fiil de -yani ilk [saldırı] da, cezası da- kötüdür; zira ceza çarptırıldığı kişi için kötülük arz etmektedir. Başlarına gelen musibet ve belalar kastedilerek şöyle buyrulmuştur: “Onlara bir kötülük erişse, o zaman da: ‘(Ey Muhammed!) Senin yüzünden böyle oldu!’ derler.” [Nisâ 4/78] Bu durumda âyetin anlamı şöyle olur: Bir kötülükle karşılaşıldığında ona misliyle mukabele edilmelidir, daha fazlasıyla değil. Eğer kişi “Allah seni rezil etsin!” demişse, ona sadece “Allah seni de rezil etsin!” denmelidir.

“Kötülüğü en iyi (bir karşılık) ile def et; göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kişi, âdeta yakın bir dost oluvermiş.” [Fussilet 41/34] buyrulduğu üzere, “Kim de affedip barışırsa” yani affederek ve göz yumarak hasmıyla arasını düzeltirse, “onun ecri Allah’a düşer”, yani bu ecrin miktarı belli değildir ve büyüklüğü başka bir şeyle kıyaslanamaz.

“O, zalimleri elbette sevmez.” ifadesi, canın yandığı ve öfkenin iyice kabardığı durumlar başta olmak üzere, el ele zulme karşılık verirken, ‘ileri gitmeme ve haddi aşmama’ garantisi olmadığına delâlet etmektedir; öyle ki, zulme karşı duran kişi de farkına varmadan zalimleşebilir!

Peygamber (s.a.)’den şöyle nakledilmiştir: “Kıyâmet Günü bir dellâl şöyle seslenir: ‘Kimin Allah’tan alacağı bir ecir varsa ayağa kalksın!’ Bazı kimseler ayağa kalkar. Onlara şöyle sorulur: ‘Allah’tan alacağınız ecir neyle ilgilidir?’ Derler ki, ‘Bize zulmedenleri bağışlayanlarız biz.’ O zaman onlara; ‘Girin Cennet’e Allah’ın izniyle!’ buyrulur.” (Zemahşeri Tefsiri)

41. Her kim de haksızlığa uğradıktan sonra hakkını alacak olsa, işte böylelerine uygulanacak bir yaptırım yoktur.
42. Yaptırım uygulanacak olanlar sadece, insanlara haksızlık yapanlar ve yeryüzünde haksız yere üstünlük kurma peşinde olanlardır. İşte onlar için acıklı bir azap vardı.
43. Yine de kim sabreder ve affederse, iyi bilsin ki bu kararlılık ve direnç isteyen (büyük) bir davranıştır.[*]

Anlatıldığına göre Hasan-ı Basrî’nin meclisinde bir adam bir başka adama sövmüştü; kendisine sövülen adam ise susmuş, terlemiş; sonra terini silip ayağa kalkmış ve bu âyeti okumuştu. O zaman Hasan-ı Basrî şöyle dedi: Allah’a yemin olsun ki, cahiller bu âyetin hiç farkında değillerken bu adam onu anlayıp gereğini yaptı. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 5
44. Allah kimi sapık sayarsa artık bundan sonra onun bir velisi / savunucusu olmaz. Yanlışlar içinde olan o kimselerin azabı görünce şöyle dediklerini görürsün: “Geri dönmenin bir yolu var mı?”
45. Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin. İnananlar da: "İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlardır" diyecekler. Kesinlikle biliniz ki, zalimler, sürekli bir azap içindedirler.
46. Allah ile aralarına girip onlara yardım edecek velileri / savunucuları olmaz. Allah kimin sapıklığını onaylarsa onun için bir çıkış yolu yoktur.
47. Allah tarafından gelecek ve geri çevrilmesi mümkün olmayacak olan gün gelmeden önce Rabbinizin çağrısını kabul edip O'na dönün. Yoksa o gün ne sığınacak bir delik bulabilirsiniz, ne de yaptıklarınızı inkâra bir çare!
48. Eğer yüz çevirirlerse üzülme; biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır. Biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. Ancak elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
49. Göklerde ve yerde tüm yetkiler Allah’ındır. O, istediğini yaratır. İstediğine kız verir, istediğine de erkek verir.
50. Yahut, erkek ve kız olmak üzere ikisinden de verir. İstediğini de kısır yapar. Alîm; bilen ve Kadîr; ölçüyü koyan O’dur.
51. Allah, bir insanla sadece vahiy (ilham) yoluyla[1*] veya perde arkasından[2*] konuşur. Ya da bir (meleği) elçi gönderir, o da Allah’ın gerekli gördüğünü Allah’ın izniyle o insana vahyeder[3*] O Aliyy'dir; yüceliğine sınır yoktur ve Hakîm'dir; doğru kararlar verir.

[1*] Vahiy; sözlükte işaret dili, fısıldama, rumuz, yazı veya ima ile konuşma anlamlarına gelir (Müfredat). Allah’ın göklere ve yere bildirdiği emirler (Fussilet 41/12, Zilzal 99/4-5), arıya bildirilen emirler (Nahl 16/68), Musa’nın (a.s.) annesine ilham edilen emir (Taha 20/38-39, Kasas 28/7-9), İsa’nın (a.s.) havarilerine verilen emir (Maide 5/111), Zekeriya’nın (a.s.) halkıyla işaret dilinde konuşması (Meryem 19/11) ve şeytanların fısıldaması (En’am 6/112, 121) Kur’an-ı Kerim’de “vahiy” olarak isimlendirilir.

[2*] Allah Teala'nın perde arkasından yaptığı vahyin örnekleri, Musa’ya (a.s.) Tur dağı civarında ağaç arkasından seslenmesi (Kasas 28/30) ve kullarına rüyada bazı şeyleri bildirmesidir (Yusuf 12/4-5, 43-49; Saffat 37/102, Fetih 48/27).

[3*] Allah’ın melekler aracılığıyla ilettiği vahiy iki çeşittir. Bunlardan birincisi yalnızca o kişileri, diğeri ise tüm insanları ilgilendirir. Birincisi, Allah’ın, -nebi olsun olmasın- insanlara bir meleği insan görünümünde göndererek yaptığı vahiydir. Meryem validemize de böyle bir vahiy gelmiştir (Al-i İmran 3/45, Hud 11/69, 81; Hicr 15/51-66; Kehf 18/65-82, Meryem 19/16-21, Zariyat 51/24-37). Meleklerle gönderilen vahyin diğer çeşidi de tüm insanlara tebliğ edilmek üzere nebi olan resullere indirilen vahiydir. (Bakara 2/97, Şuara 26/192-194, Necm 53/5-10, Hakka 69/40, Tekvir 81/19-21). Bu esnada Allah öyle bir ortam oluşturur ki resuller, bu vahyin Allah'tan geldiğini kesin olarak anlarlar (Cin 72/26-28). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

52. İşte sana da bu şekilde (elçi göndererek), kendi işimiz olan ruhu (Kur’an’ı[1*]) vahyettik. Yoksa sen böyle bir Kitab’ı ve böyle bir inancı bilemezdin[2*]. Ama onu bir nur yaptık, kullarımızdan tercih ettiklerimizi[3*] onunla yola getiririz. Sen elbette (Kur’an ile) doğru yolu gösterirsin.

[1*] Bu ayetteki Ruh, Allah’ın emirlerini içeren ayetler kümesi yani Kur’an’dır (İsra 17/85).

[2*] Bu ayete ve Ankebut 29/48’e göre Muhammed aleyhisselamın, daha önce, ilahi kitap bilgisi yoktu. Kur’an’a göre böyle bir kişi ümmîdir (Al-i İmran 3/20, 75). Aynı zamanda kitabı olduğu halde onun içeriğinden habersiz olanlar da ümmidir (Bakara 2/78). Arapçada anasından doğduğu gibi kalıp belli bir konuda bir şey öğrenmemiş kişiye de ümmi denir. Mekke, Ümmü’l-Kurâ yani yerleşim yerlerinin anası, merkezidir. Yeryüzünde ilk kamu binası orada yapılmıştır (Al-i İmran 3/96). Arap dilinde, Ümmü’l-Kurâlı yani Mekkeli olanlara da ümmî denir (Müfredat). O, ümmilerin yani Mekkelilerin içinden çıkarılmış bir elçidir (Cum’a 62/2). İsmail aleyhisselamın soyundan olan (Bakara 2/128-129) Muhammed aleyhisselam, Ümmü’l-Kurâ ve çevresini uyarsın diye elçi gönderilmiştir (En’am 6/92, Şûra 42/7). Son nebinin İsmail aleyhisselamın soyundan geleceği ve Mekke’den çıkacağı Tevrat ve İncil’de yazılıdır (Tevrat /Tesniye 18:18,19, Mezmurlar 84:6, 118:22-26; İncil /Matta 21:42-44). Ümmî kavramı, Muhammed (a.s.) ile ilgili olarak iki ayette geçer, ikisinde de muhataplar Yahudi ve Hıristiyanlardır (A’raf 7/157-158). Bu kavram, Mekkelilerle ilgili olarak da geçer (Al-i İmran 3/75). Ehlikitap açısından, nebimizin Mekkeli olması Kur’an’ın Tevrat’ı ve İncil’i tasdik ettiğinin göstergesidir. Kur’an’ın önceki kitapları tasdik etme özelliği olduğu için Muhammed (a.s.), Mekkeli olmasından dolayı ümmîdir. Aksi bir iddia, Kur’an’ın önceki kitapları tasdik etme özelliğine ters düşer.

[3*] Şâe (شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Şûra 42/8. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

53. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsinin sahibi olan Allah’ın yolunu. Bilin ki bütün işler sonunda Allah’a varır.