NUR SURESİ

İniş Sırası: 102 • Mushaf Sırası: 24 • Medeni Sure • 64 Ayettir

Fotoğraf: Berat Berat

Allah göklerin ve yerin nuru / aydınlatıcısıdır. Onun aydınlatmasının örneği şudur: Duvarda bir oyuk, oyuğun içinde bir kandil, kandil bir cam fanus içinde. O cam fanus da sanki elmastan oluşan bir gezegen. Kandil, doğu tarafına da batı tarafına da ait olmayan bereketli zeytin ağacının yağından yakılır. Yağı, ateş almamışken bile neredeyse ışık saçar. Nur üstüne nur! Allah, gereğini yapanı kendi nuruna yöneltir. Allah insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilir. (Aydınlatma), yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına Allah’ın izin verdiği mekanlarda olur. Oralarda öğle ve ikindide Allah’a boyun eğerler. Onlar (Allah’a boyun eğenler) öyle adamlardır ki ticaret ve alışveriş onları Allah’ın zikrinden, namazı düzgün ve sürekli kılmaktan, zekatı da vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı günden korkarlar. Onlar bunu, Allah kendilerini, yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirsin ve lütfederek daha da fazlasını versin diye yaparlar. Allah gerek gördüğü kişiye hesapsız rızık verir. (Nur 35-38)

Nur Suresi 35. Ayetin İniş Sebebi

Tefsirlerimizin hemen tamamına yakını, Nur Ayeti’nin nüzul sebebi konusunda garip bir suskunluk içindedir. Oysaki Nur Ayeti’nin de içinde yer aldığı beş ayetlik pasaj (34-38) kendi bütünlüğü içinde okunduğu zaman, arka planda bir yaşanmışlığın varlığına işaret eder. O işareti biz, alışveriş ve tüketimle oyalanmanın kendilerini namazdan alıkoyamadığı yiğitlerin varlığından söz eden 37. ayette buluyoruz. Demek ki diyoruz; Hazreti Kur'an sünneti gereği hiçbir şeyden durup dururken söz etmiyor. Sözü edilen şeylere bakınız Nur/Işık, kandil, kandilin camı, kandilde yanan yağ, o yağın elde edildiği zeytin ... Elbette söz, herhangi bir münasebet yokken buralara gelmedi. Bunun bir sebebi olmalı? Ama ne?

Biz o sebebi Tefsiru Mücahid'de yer alan ayrıca Yakup b. Süfyan'ın İbni Abbas'tan naklettiği bir rivayette buluyoruz. Rivayete göre Dihye el-Kelbi Cuma günü yükünde zeytinyağı da olan bir ticaret kervanı ile Medine'ye girer. Bu sıradan Nebi cuma hutbesi irad etmektedir. Kervanın geldiği davul ile haber verilince, mesciddeki herkes alışverişe koşar. Muhtemelen Medine'ye yeni girmiş olan kandil ve onun yakıtı olarak kullanılan zeytinyağı sınırlı sayıda geliyor, insanlar bundan edinmekte acele ediyorlardı. Peygamber mescidine asılmak üzere Temim Dari'nin Şam’dan hediye kandil getirmesinin tam da bu döneme denk geldiğini söyleyebiliriz. Hutbe veren Allah Resulü'nün huzurunda sadece Hazreti Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma, Selman, Ebuzer, Miktat ve Suheyb kalır. Bunun üzerine Nebi Aleyhisselam şöyle buyurur: doğrusu Allah Cuma günü mescidime Nazar etti. Eğer mescidimde kalan şu 8 kişi de olmasaydı, Medine ahalisinin üzerine taş yağardı. Lut Kavmi gibi taşlanırlardı.

Nur isminin Medeni olmasının hikmetine dönersek; Nur ismi, Medine'deki İslam cemaati üzerinden tüm müminlere, “Vahyin manevi ışığını dünyanın maddi ışıklarına satmayın” çağrısı yapılıyor. Zira Allah Resulü'nün arkasında saf tutan insanların küçük bir kesimi hariç çoğunluğu, gönüllerine asılacak Vahiy Kandili dururken odalarına asılacak kandil yağının ardına dökülmüşlerdi. Kesin olarak biliyoruz ki; Allah Resulü'nün Cuma hutbeleri Kur'an idi. Yani onlar, ilk muhatabı olan Resulullah'ın ağzından okunan Kur'an'ı bırakıp, kandil yağına koşmuşlardı. Kur'an'da onlara gerçek ışığı yolunu göstermişti. O Işık En Nur olan Allah'ın, adını Nur koyduğu vahiyden başkası değildi. (Mustafa İslamoğlu, Esma-i Hüsna, 3. cilt, sayfa 2066, 2067’den alıntı)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Bu indirdiğimiz ve uygulanmasını farz kıldığımız bir sûredir.[*] Düşünüp öğüt almanız için onda açık açık ayetler indirdik.

Ayette geçen “sûre” kelimesinin kök anlamı “çevreleme ve yükselme”dir. “Şehrin etrafını çeviren duvar” için aynı kökten “sûr” kelimesi kullanılır (Hadid 57/13). İki ucu birleşik ve sınır ifade eden bir yapıda olduğu için bileziğe “sivâr” denir (İnsan 76/21). “Sûre” kelimesi de bir şeyi diğerlerinden ayırmak için çizilen sınırı ifade eder. Sınırlar, yerine göre değişebilir. Nitekim Kur’ân’ın 114 bölümünden her birini diğerinden ayıran çeşitli ölçütler vardır. Mesela Fâtiha suresi, Allah’ın dininin temel ilkelerini en öz biçimde bildirir. Yusuf sûresi bir kıssayı tüm ayrıntılarıyla baştan sona anlatır. Ancak sûre kelimesi Kur’ân’da daha kapsamlı bir kullanıma sahiptir. “Herhangi bir konudaki ayetlerden oluşan anlam kümesi” olarak tanımlayabileceğimiz “kur’ân” kavramı ile sûre kavramı arasında bir irtibat vardır. Ayetlerdeki kullanımlara bakılırsa sûrenin, “herhangi bir konudaki ardışık ayetler topluluğu” olduğu söylenebilir. Bu yönüyle her sûre bir kur’ândır ancak her kur’ân sûre değildir. Çünkü kur’ânın oluşması için ardışık ayetler şart değildir. Herhangi bir konuda farklı yerlerden seçilen ayetler kur’ânı oluşturur ancak mushaftaki yerleri açısından ardışık ayetler olmadığı için bunlara sûre denmez. Ardışık ayetlerden oluşan bir sûrenin herhangi bir ayeti, bir başka anlam kümesinin ayeti de olabilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

2. Zina eden kadınla zina eden erkekten her birinin cildine yüz kırbaç[*] vurun! Allah’ın verdiği cezayı yerine getirirken onlara karşı yumuşamayın! Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız böyle yapın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezayı gözleriyle görsün!

Ayetteki celdeleyin = (فَاجْلِدُوا ) emri, hem deriye vurma hem de deri ile vurma anlamındadır (Müfredat). Kırbaç da tek parça deriden yapılmış kamçı anlamındadır. Zinası sabit olan kişilere verilecek ceza budur. Kur’an’da zina suçu için recm yani taşlayarak öldürme cezası yoktur. Muhammed aleyhisselam Mekke’de iken önceki kitaplara uyma emri aldığı için (En’âm 6/90) Medine’de ceza uygulayabileceği konuma gelince zina suçu işleyenlere Tevrat ve İncil’de bulunan recm cezasını uygulamıştı (Tevrat, Levililer 20/10-21, Tesniye 22/22-26, İncil, Yuhanna 8/3-11, Matta 5/17-19, Buhârî, Hudûd, 24 ve 30). Çünkü henüz konuyla ilgili bir ayet inmemişti. Recm ile ilgili hadisler, bu uygulamayı aktarmaktadır. Allah, Kur’an’da, önceki kitaplarda olan recm cezasını, ilk aşamada kadın için ev hapsi ve sözle incitme, erkek için sadece sözle incitme cezasına çevirerek hafifletmiş (Nisa 4/15-16); daha sonra Nur suresinin bu ayeti ile daha da hafifleterek 100 celde olarak belirlemiştir. Bu cezada kadın-erkek ve evli-bekar ayrımı yoktur (Nisa 4/25, Nur 24/6-9, Ahzab 33/30). Durum böyleyken nebimizin geçici uygulamasını esas alıp ilgili ayetleri görmezlikten gelmenin kabul edilebilir bir yanı yoktur (A’raf 7/3). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

3. Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik bir kadını nikahına alabilir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik bir erkek nikahına alabilir. Bunlar (iffetli) müminlere haram kılınmıştır[*].

Kadın olsun erkek olsun, namuslu olmak, gizli veya açık olarak zinadan ve eşcinsellikten uzak durmak evlenmenin olmazsa olmaz şartlarındandır (Nisa 4/24, 25, Maide 5/5 ve Nur 24/26, Necm 53/32). Fuhuş çeşitlerinden uzak duran bir mümin erkek veya kadın, ancak kendi gibi fuhuştan uzak duran bir erkek veya kadınla evlenebilir. Bu suçları işledikten sonra tövbekar olup kendini tamamen düzelten de namuslu sayılır (Furkan 25/68-70). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. İffetli kadınları zina ile suçlayan, sonra da dört şahit getirmeyenlerin[*] cildine seksen kere vurun ve onların şahitliğini asla kabul etmeyin! Onlar, yoldan çıkmış kimselerdir.

Dört şahit, sadece kadınlara atılan zina suçunu ispat etmenin olmazsa olmaz şartıdır (Nisa 4/15). Tecavüze uğradığını söyleyen kadından ise şahit istenmez. Onun bu iddiası, bilirkişi raporuyla ispatlanabilir (Yusuf 12/26). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Fakat bundan sonra, tövbe eden / dönüş yapan ve kendini düzeltenler bunun dışındadır. Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Tevbe edip girdiği yanlış yolu bırakan ve iyi işler yapmaya başlayan kişilerin işledikleri günah ne olursa olsun Allah onların günahlarını bağışlar, ayrıca iyilik ve ikramda bulunur (Taha 20/82, Zümer 39/53). Allah’ın ona en büyük ikramı, günahını sevaba çevirmesidir (Furkan 25/68-70). Zina eden ve namuslu bir kadına zina iftirası (kazf) suçu işleyen birine hak ettiği ceza verilir. Ama daha sonra tevbe edip kendini düzeltirse artık fasık /yoldan çıkmış sayılmaz, şahitliği kabul edilir ve zina etmemiş mümin biriyle de evlenebilir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

6. Eşlerini zina ile suçlayan ama kendileri dışında şahitleri olmayan erkeklere gelince: Onlardan her biri, dört kere “Allah şahit, kesinlikle doğruyu söylüyorum” diye şahitlik etmelidir.
7. Beşincisi ise şöyle olmalıdır: “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın laneti üzerime olsun!”
8. Kadından o cezayı[1*] kaldıracak olan “Allah şahit ki o kesinlikle yalan söylüyor!” diye dört kere şahitlik etmesi[2*],

[1*] Burada sözü edilen kadın evlidir. O ceza diye tercüme edilen el-azab (الْعَذَابَ), kelimesi elif-lamlı olduğu için, Nur 24/2 ayetindeki azabın yani yüz celde cezasının, evli kadınlara da uygulanacağını gösterir.

[2*] Bu ayet, zinaya şahitlik konusunda kadın-erkek ayrımının olmadığını gösterse de Zahiriler ve Şia dışındaki mezhepler bu konuda kadınların şahitliğini kabul etmezler. Zahiriler, kadın şahitlerin sekiz tane olmasını şart koşarken Şiiler üç erkek şahidin yanında iki kadının, dördüncü şahit olarak kabul edilebileceğini söylerler. Bu görüşlerin dayandırılacağı bir ayet veya hadis olmadığı gibi Nur 24/6-9’a aykırılığı da açıktır. Bakara 2/282’yi Maide 5/106-108 ile birlikte, dikkatli bir şekilde okuyanlar, şahitlik konusunda kadın ve erkeğin eşit olduğunu açıkça görürler. Bu konuda geleneği destekleyen bir hadis de yoktur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kadınların Şahitliği (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. beşincisinde de şöyle demesidir: “Eğer onun dediği doğruysa Allah’ın gazabı üzerime olsun!”
10. Ya Allah'ın size lutfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çok kabul eden ve hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız)?
BÖLÜM 2
11. O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır.[*]

Bu âyet ile sonraki dokuz âyette, İslâm tarihinde “ifk (iftira) olayı” diye bilinen olay konu edilmektedir. Hz. Peygamber, Benî Mustalik Gazvesi’nden dönerken beraberinde bulunan Hz. Âişe tabii ihtiyacını gidermek için uzaklaşmıştı. Bu arada, düşürdüğü gerdanlığını ararken birlik bulunduğu yerden ayrılmış, kendisi geride kalmıştı. Birliğin artçılarından Safvân b. es-Sülemi, Hz. Âişe’yi kendi devesine bindirip hayvanı yederek Medine’ye getirdi. Aralarında münafıkların reisi Abdullah b. Übey ile bazı mü’minlerin de bulunduğu bir grup bu olaya dayanarak, Hz. Âişe ile Safvân arasında ilişki bulunduğu iftirasını ortaya attılar. Bunun üzerine, Hz. Âişe’nin masum olduğunu açıklayan bu âyetler indi. (Diyanet İşleri Tefsiri)

12. (Siz ey inananlar!) Bu iftirayı işittiğiniz zaman, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Bu apaçık bir iftiradan başka bir şey değildir” demeniz gerekmez miydi?[*]

Bu ayet, Müslümanların asla vurdumduymaz olamayacağını, araştırma yapmadan her söylenene inanmayacağını, dedikodulara kendilerini kaptırarak sorumsuz davranamayacağını, oyuna gelmeyeceğini, aldatılmayacağını ve her konuda duyarlı, hassas ve sorumlu davranması gerektiğini ortaya koyuyor. “Ey inananlar! Size fâsık birisi, bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın! Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât 49/6) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

13. Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Mademki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir.
14. Dünyada ve ahirette Allah'ın, size lütfü ve rahmeti olmasaydı daldığınız o dedikodu yüzünden mutlaka pek büyük bir azaba uğrardınız.
15. O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah'ın nazarında pek büyük bir vebaldi!
16. Onu işittiğiniz zaman, "Bunu konuşmamız bize yakışmaz, haşa, bu, büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?
17. Eğer inanıyorsanız, o (iftira)nın benzerine bir daha ebediyen dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor.
18. Allah size ayetleri iyice açıklıyor. Allah Alîm'dir; daima bilen ve Hakîm'dir; kararları doğru olandır.
19. Müminler arasında çirkin söylentilerin[1*] yayılmasından hoşlananları bu dünyada da, ahirette de can yakıcı bir azap beklemektedir; çünkü [her şeyin önünü sonunu] Allah biliyor, ama siz bilmiyorsunuz.[2*]

[1*] Fâhişeh terimi, ahlakça çirkin ve uygunsuz olan şey anlamına gelmektedir; dolayısıyla, bu ifade en geniş anlamıyla ahlak dışı yahut gayriahlakî edim ya da davranışlar için kullanılır. Ama yukarıdaki anlam örgüsü içinde terim, ahlak dışı edim ve davranışların vukuuna dair asılsız ve isbatsız isnad ve iddialara, bir başka deyişle, “çirkin iftira ve söylentilere” işaret etmektedir.

[2*] İftira ve başkasının hata ve ayıbını bulup ortaya çıkarma konusundaki bu Kur’ânî uyarı Hz. Peygamber’e izafe edilen güvenilir rivayetlerde açık bir yankısını bulmaktadır: “[Birbiriniz hakkında] her türlü (kötü) zandan kaçının; çünkü (kötü) zan son derece aldatıcıdır (ekzebu’l-hadîs) ve birbirinizi gözetlemeyin, birbiriniz hakkında tecessüs göstermeyin; (başkalarının) ayıplarını açığa vurmaya çalışmayın” (Muvatta’; bu Hadis’in eşdeğer rivayetleri Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd tarafından da kaydedilmiştir); “Kendilerini Allah’a teslim etmiş olanları (müslimûn) incitmeyin; [onların ayıbını hatalarını] ortaya dökmeye çalışmayın; çünkü, bakın, kim ki kardeşinin ayıbını açığa vurmaya çalışırsa, [Hesap Günü’nde] Allah da onun ayıbını açığa vuracaktır” (Tirmizî); ve “Bir mümin bir başka müminin ayıbını örterse, Allah da [Kıyamet Günü’nde] mutlaka onun ayıbını örter” (Buhârî). Bütün bu öğütler özünü şu Kur’ânî mesajdan almaktadır: “[Birbiriniz hakkında] yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü bilin ki, zannın bir kısmı [da] günahtır” (49:12). (Muhammed Esed Tefsiri)

20. Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (bu iftiranızdan dolayı büyük bir azaba uğrardınız)!
BÖLÜM 3
21. Ey inanıp güvenenler! Şeytanın izinden gitmeyin. Şeytan, kendi izinden gidenin cinsel günahları ve kötü işleri yapmasını ister. Allah’ın lütfu ve ikramı olmasaydı hiçbiriniz asla temiz kalamazdınız. Ama Allah, gereğini yapanı[*] temize çıkarır. Semî; daima dinleyen ve Alîm; bilen Allah’tır.

Şâe (شاء) fiilinin kökü, “bir şey yapma” anlamında olan şey (شيء) dir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. İçinizden erdemli ve imkân sahibi olanlar; yakınlarına, çaresiz kalanlara, Allah yolunda hicret edenlere yardımı kesmesinler. Onların kusurlarını görmezlikten gelsinler ve yeni bir sayfa açsınlar.[*] Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Hz. Ayşe’ye atılan iftiraya inananlardan biri de Hz. Ebu Bekir’in, himayesini ve bakımını üzerine aldığı çok fakir olan teyzesinin oğlu Mistah’tı. Mistah’ın iftira edenlerle beraber hareket ettiğinin farkına varan Hz. Ebu Bekir, bir daha ona yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti. Oysa Mistah’ın bu konuda kötü bir niyeti yoktu. Kendisi hem muhacirlerdendi ve hem de Bedir savaşına katılanlardandı. Bu sebepten dolayı bu ayet inmiş oldu ve Mistah gibi tevbe edenlerin affedilmesinin uygun olacağı ve aynı zamanda infak konusunda yakınları gözetirken onların ilgisine, tavrına, duruşuna ve saygısına bakarak değil, ihtiyaçlarına göre hareket etmek gerektiği bildirildi. Allah “infak etmeye yakınlarınızdan başlayın” diyor. “Size yakınlık edenlerden” değil. “Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver…” (Rum 30/38) Onun için eğer yakınımızda ihtiyaç sahibi birileri varsa ve velev ki bizimle ilişkileri iyi de değilse, hatta bizim hakkımızda iyi de düşünmüyorlarsa infak etmeye yine de onlardan başlamak zorundayız. Zira Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak bunu gerektirir. Allah rızık verirken insanların imanına ve sevgisine göre verseydi insanların çoğu açlıktan ölürdü. Bu konu hakkında ayrıca Bakara 2/83, 177, Nisa 4/34, Nahl 16/90 âyetlerine de bakabilirsiniz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

23. Zinayla ilgisi olmayan mümin iffetli kadınları zina ile suçlayanlar[1*], dünyada da ahirette de lanetlenirler / dışlanırlar[2*]. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.

Bu surenin 4. ayetinde, mümin ve kafir ayrımı olmaksızın namuslu bütün kadınlara yapılan iftiranın büyük günah olduğu ifade edilmişti. Burada ise Aişe Validemiz gibi zinayı aklından bile geçirmeyen iffetli mümin kadınlara yapılan iftiranın daha büyük bir günah olduğu vurgulanmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

24. Bu azap, yaptıklarına; dillerinin, ellerinin ve ayaklarının aleyhlerinde şahitlik edeceği gün verilecektir.
25. İşte o gün Allah onlara, hak ettiklerinin karşılığını tam olarak verecek ve onlar, Allah’ın apaçık gerçek bir ilah olduğunu anlayacaklardır.
26. (Eş olarak) Pis (iffetsiz) kadınlar, pis (iffetsiz) erkekler için; pis erkekler de pis kadınlar içindir. Temiz (iffetli) kadınlar, temiz (iffetli) erkekler için; temiz erkekler de temiz kadınlar içindir[1*]. Temiz olanlar, o iftiracıların dediklerinden aklanmışlardır. Bunlar için mağfiret / bağışlanma[2*] ve değerli rızık vardır.

[1*] Bu surenin 3. ayetine göre zina eden kadın veya erkek, kendisi gibi zina etmiş biriyle veya bir müşrikle evlenir. Bunların, namuslu müminlerle evlenmeleri haramdır (Maide 5/5, Nisa 4/24-25).

[2*] Mağfiret, Allah’ın, kulunu azaptan korumasıdır (Müfredat). “Başı koruyan zırhlı başlık” anlamındaki “miğfer” kelimesi de bu köktendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 4
27. Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyiniz! Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir.[*] Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız.

Cahiliye Arapları selâm ve haber vermeden evlere dalarlardı. Bu âyet, mesken dokunulmazlığını, evlere giriş kuralını belirledi. Hz. Peygamberin tatbikatı ve hadisleri bu konuyu da yeterli derecede açıklamıştır. Hadislerden biri, girmek isteyenin önce selâm verip sonra “Girebilir miyim” diye izin istemesini, üçüncü tekrardan sonra izin verilmezse geri dönmesini bildirir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

28. Şayet orada hiçbir kimse bulamazsanız size izin verilmeden oraya girmeyiniz! Eğer size: “Müsait değiliz, geri dönün” denirse dönün! Bu sizin için daha nezih, daha münasiptir. Allah yaptığınız her şeyi tamamen bilir.
29. (Ama) içinde oturulmayan, sizin de yararınıza hizmet veren kamuya açık mekânlara girmenizde bir sakınca yoktur:[*] şu da var ki Allah, açıktan yaptıklarınızı da gizlediklerinizi de bilmektedir.

İlk tefsir otoriteleri bu mekânları hanlar ve dinlenme tesisleri (Mücahid), çarşılar ve ticaret mahalleri (İbn Zeyd), tuvalet ve hamam (İbn el-Hanefiyye) gibi kamuya açık yerler olarak tefsir etmişlerdir (Taberî). Fîhâ metâ‘un lekum (sizin yararınıza hizmet veren) ibâresi, bu mekânların kamuya açık niteliğini ortaya koymaktadır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

30. Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle![*] Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır.

Âyette “kısma” anlamına gelen “gadd” kelimesi, kısmilik ifade eden “min” edatı ile kullanılmıştır. Kısıtlanan şey erkeklerin kadınlara bakmaları, insanların birbirlerinin edep yerlerine bakmaları veya müstehcen görüntülere bakmalarıdır. Bir hadis meali: “Namahreme ilk bakış sana ait olup, sorumluluğu yoktur. Ama ikincisi yani bakışı devam ettirmen senin aleyhindedir.” Bakmanın caiz olduğu yerlerden biri evlenme niyetiyle birbirini görme sırasında olur. Erkeğin örtmesi farz olan yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır. Kadınınki ise, elleri ve yüzü hariç, baştan aşağı bütün vücududur. Şafîî gibi birçok müçtehide göre yüzü de örtünme yerine dahildir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

31. Mümin kadınlara da söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep yerlerini korusunlar. Açıkta kalan kısım[1*] hariç, ziynetlerini / vücutlarını[2*] göstermesinler. Başörtülerinin[3*] bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, hâkimiyetleri altında olan esirler, cinsel ihtiyaç sahibi olmayıp (meşru bir sebeple) kendilerine bağlı olan erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkında olmayan çocuklar[4*] hariç hiç kimseye ziynetlerini / vücutlarını açmasınlar. Vücutlarından örttükleri kısımlar bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar[5*]. Ey müminler, hepiniz Allah’a tövbe edin / dönüş yapın ki umduğunuza kavuşasınız!

[1*] Kadının açıkta kalan yerleri yüzü, elleri ve ayaklarıdır. Bir ayette Nebimize hitaben şöyle buyurulmuştur: “Bundan sonra güzelliği çok hoşuna gitse bile artık bir kadınla evlenmen… sana helal değildir...” (Ahzab 33/52). Müminlere de şöyle buyrulmuştur: “Hoşunuza giden kadınlardan … nikahlayın” (Nisa 4/3). Kadının hoşa gitmesi için, öncelikle yüzünün görülmesi gerekir. Ayrıca kadın, tanınacak şekilde giyinmelidir (Ahzab 33/59). Abdest alırken yüzünü, ellerini ve ayaklarını açma ihtiyacı duyacağından buralar da “açıkta kalan kısım” tanımına girer (Maide 5/6). Dolayısıyla kadın, yüzü, elleri ve ayaklarını açabilir.

[2*] Ziynet; süslenecek, bezenecek ve donanacak şeye denir. Kadının ziyneti olarak düşünüldüğü zaman takıları, giyimi ve kuşamı anlaşılır. Bunların alımı satımı, üretimi ve başkalarına gösterilmesi konusunda bir yasak bulunmadığına göre burada anlaşılması gereken yasak, bu ziynetlerin bulunduğu organların açılmamasıdır. Bazıları ziynetin, dış elbise olduğunu söyler. Dış elbise, hem kadının hem erkeğin ziynetidir (A’raf 7/31). Süs eşyasının takılması da yasak değildir. (A’raf 7/32) Kadın, insanlar için ziynet kılındığından (Al-i İmran 3/14) bu ayetteki ziynet, kadına özel güzelliklerden başka bir şey olamaz. Ayette geçen “gizledikleri ziynetleri” ifadesi de bu anlamı destekler. Çünkü kadın, vücudu örtülü olduğu halde dans ederek, oynayarak, sesiyle veya yürüyüşüyle gizli güzelliklerinin bilinmesini sağlayabilir.

[3*] “Başörtüler” anlamı verilen “humur”un tekili olan hımar, yalnızca kadınların kullandığı başörtüsü anlamına gelir (Müfredat). Aynı kökten gelen hamr kelimesi de Kur’an’da, aklı örten sarhoşluk verici maddeler anlamında kullanılır. Arapçada sadece kadının baş örtüsü anlamına gelen başka kelimeler de vardır ve hımarda olduğu gibi bunlarda da baş kelimesi kullanılmaz (nasîf, miknaa, kınâ’, mi’kab, buhnuk, gıfâre, sıkā‘, savkaa, mülâe vb.). Aynı şekilde Türkçede de kadının başına örttüğü örtü anlamına gelen ve baş kelimesini içermeyen pek çok kelime vardır (yaşmak, yemeni, tülbent, yazma, bürüncek, çember, maşlah, tepelik, hotoz, leçek). Hımar kelimesi Kur’an’da, hadislerde ve Kur’an öncesi Arap şiirinde kadının başörtüsünden başka bir anlamda kullanılmamıştır. Bu sebeple ayette, sadece başın örtülmesi değil, başla birlikte yaka açıklığının da örtülmesi emredilir. İslam’ın tüm emirleri gibi başı örtmek de ilk kez, Kur’an’la ortaya çıkmamıştır. Önceki kitaplarda da kadının başının örtülü olduğunu gösteren ifadeler yer alır (Tevrat, Çölde Sayım 5/18; İncil, Korintliler 11/16).

[4*] Esirler ve çocuklar ile ilgili hükümler Nur 24/58-59’da açıklanmıştır.

[5*] Kadın, ayağını farklı şekillerde yere basarak sağa-sola eğilip güzelliklerini göstermeye çalışabilir. Dans ve diğer oyunlar bu kapsamdadır. Bu ayet kadınların, erkekler karşısında bu gibi davranışlar sergilemesini yasaklamıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

32. İçinizden evli olmayanları ve uygun durumda olan erkek ve kadın esirlerinizi evlendirin. Eğer yoksul iseler Allah, kendi ikramıyla onların ihtiyacını giderir. Allah Vâsi'dir; imkânları geniş olan ve Alîm'dir; daima bilendir.
33. (Hür olsun, esir olsun) Evlenme imkanı bulamayanlar, Allah, lütfuyla onların ihtiyaçlarını giderinceye kadar iffetlerini korusunlar[1*]. Hâkimiyetiniz altındaki esirlerden (evlenmeleri konusunda) sizinle sözleşme yapmak isteyenlerle, haklarında hayırlı olacağını bilirseniz sözleşme yapın. Allah’ın size verdiği maldan da onlara verin. Genç kızlarınız evlenmek isterlerse[2*] dünya hayatının menfaatini elde etmek için onları zorlayıp hadlerini aşmalarına sebep olmayın. Kim onları zorlar ve onlar da bu zorlanmalarından sonra hadlerini aşarlarsa (bilin ki) Allah Gafûr'dur; daima bağışlayan ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Bu ayetlere göre cariyelerle /kadın esirler ile evlilik dışı cinsel birliktelik mümkün değildir. Zaten Nur 24/32. ayette erkek ve kadın esirlerin evlendirilmesi, bu ayette ise evlenme imkanı bulamayanların iffetlerini koruması emredilmektedir. Evlilik dışı birliktelik iffetsizlik olduğundan bu ayet de cariyelerle ancak nikah ile birlikte olunabileceğini gösterir. (Bakara 2/221, Nisa 4/3, 25, Mu'minun 23/5-6).

[2*] Buradaki “genç kızlarınız” ifadesinin kapsamına yanımızdaki esir kızlar da girer (Nisa 4/24). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Andolsun ki biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya[*] ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

BÖLÜM 5
35. Allah göklerin ve yerin nuru / aydınlatıcısıdır. Onun aydınlatmasının örneği şudur: Duvarda bir oyuk[1*], oyuğun içinde bir kandil, kandil bir cam fanus içinde. O cam fanus da sanki elmastan oluşan bir gezegen. Kandil, doğu tarafına da batı tarafına da ait olmayan bereketli zeytin ağacının yağından yakılır[2*]. Yağı, ateş almamışken bile neredeyse ışık saçar. Nur üstüne nur! Allah, gereğini yapanı[3*] kendi nuruna yöneltir. Allah insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilir.

[1*] Burada kelimenin asıl anlamı “kör pencere” dir. Orası küçük bir hücre gibi olduğundan, okuyucunun kolay anlaması için, oyuk kelimesi tercih edilmiştir. Oyuğa konan lamba, onun her tarafını aydınlatır.

[2*] Yağlık zeytin, Güneş ışığını sabahtan akşama kadar tam alan ağacın zeytinidir. Böyle bir ağacın yağ kalitesi ve parlaklığı üst seviyede olur.

[3*] Şâe (شاء) fiili için bkz. Nur 24/21. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

36. (Aydınlatma), yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına Allah’ın izin verdiği mekanlarda olur[*]. Oralarda öğle ve ikindide Allah’a boyun eğerler.

Ayetteki “öğle ve ikindi” kaydı buraların mescitler olduğunu göstermektedir. (Bakara 2/114, Tevbe 9/18, Hac 22/40, Cin 72/18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

37. Onlar (Allah’a boyun eğenler) öyle adamlardır ki ticaret ve alışveriş onları Allah’ın zikrinden, namazı düzgün ve sürekli kılmaktan, zekatı da vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı günden korkarlar.
38. Onlar bunu, Allah kendilerini, yaptıklarının en güzeli ile ödüllendirsin ve lütfederek daha da fazlasını versin diye yaparlar. Allah gerek gördüğü kişiye hesapsız rızık verir.
39. İnkâr edenlere gelince; onların (iyi sandıkları) eylemleri ıssız bir çöldeki serap gibidir. Susamış kimse onu (uzaktan) su sanır, yanına geldiğinde hiçbir şey bulamaz. (İşte bunun gibi, inkârcı da kıyamet günü, yaptıklarından bir sevap bulamaz) yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını eksiksiz görür. Allah, hesabı çabuk görendir.[*]

Birinci sahne onların amellerini geniş ve açık bir arazide yanıltıcı bir şekilde parıldayan bir serap şeklinde canlandırıyor. Bu serap susuz kişiyi kendine doğru çekiyor. O da kendisini bekleyen akıbetten habersiz olarak oraya doğru koşuyor. Aniden sahne hareketleniyor. Şu serabın peşinde koşan adam, su içmek umuduyla yola düşen susuz... Orada kendisini bekleyen akıbetten habersiz kişi... İstediği yere ulaşıyor ama beklediğini bulamıyor...Aniden aklına bile getirmediği şaşırtıcı, tüm bağları koparan, insanı iliklerine kadar titreten korkunç bir şeyle karşılaşıyor.

"Kâfir karşısında Allah'ı bulur."

İnkâr ettiği,reddettiği hasım kesildiği, düşmanlık yaptığı Allah'ı orada kendisini bekler durumda bulur. İnsanoğlundan bir düşmanı bile bu şekilde karşısına çıksaydı yine de çok korkacaktı. Peki şu şaşkın gafil ve hazırlıksız adam güçlü öç alıcı ve her şeye gücü yeten Allah'ı karşısında bulunca ne yapar? "O da hesabını eksiksiz görür." (Seyyid Kutub Tefsiri)

***

İman, insanın hayatına ve bu hayat süresince sarfettiği gayretlere, yapmış olduğu işlere bir mana ve değer katan yegâne âmildir. Çünkü inanan insan, bütün amellerini, faaliyetlerini üstün bir gaye için, Allah rızası için yapar; üstün bir talimata, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olarak yapar; nihayet yaptığı her işten dolayı ince bir hesap vereceği kaygı ve disiplini içinde yapar. Halbuki inançsız insanların faaliyetleri, bu iman ve sorumluluk disiplininden yoksun olduğundan -âyette de veciz bir teşbih ile ifade buyurulduğu gibi- boş, değersiz ve anlamsız bir meşguliyetler yığınından ibaret olmakla kalmaz, fazla olarak sahibini ağır bir sorumluluk ve hesabın altına sokar. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

40. Veya engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga örter. Onun üstünü de başka bir dalga. Onun da üstünde bir bulut vardır. Karanlıklar üstünde karanlıklar. Elini çıkarsa, neredeyse onu bile göremez. Allah'ın nur vermediği kimsenin asla bir nuru olamaz.[*]

İkinci sahnede, az önceki yanıltıcı parıltıdan sonra ortalığı karanlık kaplıyor. Engin bir denizdeki dehşet verici korku somutlaştırılıyor. Üstüste binen dalgalar, onları da örten bulut... Böylece karanlıklar birbirine biniyor. Öyle ki, insan elini gözünün önüne uzatsa korku ve karanlığın şiddetinden onu farketmez bile.

Hiç kuşkusuz küfür yüce Allah'ın evrende çağlayan nurundan kopuk bir karanlıktır. Kalbin en yakın, en basit bir hidayet belirtisini göremediği bir sapıklıktır. Huzur ve güvenin bulunmadığı korkulu bir ortamdır.

"Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz."

Allah'ın nuru kalp için hidayettir, basiret açıklığıdır,.fıtratın Allah'ın göklere ve yere egemen kıldığı evrensel yasalar sistemine bağlanmasıdır, yine fıtratın gökleri ve yeri bürüyen Allah'ın nuru ile buluşmasıdır. Kim bu nura bağlanmamışsa o, dağılması söz konusu olmayan bir karanlık içindedir, huzur ve güvenden yoksun karanlık bir ortamdadır, dönüşü olmayan bir sapıklık içindedir. İşin sonu insanı yok olmaya, azaba sürükleyen boş bir seraptır. Çünkü inanç sistemine dayanmayan amelin geçersiz olması sonucu, imansız iyilik de olmaz. Gerçek yol göstericilik, Allah'ın yol göstericiliğidir. Esas nur Allah'ın nurudur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 6
41. Göklerde ve yerdeki her varlığın ve sıra sıra dizili kuşların Allah’a boyun eğdiklerini görmedin mi?. Her biri görevini[*] ve nasıl boyun eğeceğini kesin olarak bilir. Allah da onların ne yaptıklarını bilir.

Ayetin metninde geçen salât (صَّلَاة) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır (Lisanu’l-Arab). Buradaki salât, Allah'ın göklerde ve yerde olan varlıklara verdiği görevlerdir. Her müslümanın hiç aksatmadan yapması gereken tek ibadet namaz olduğu için ona da salât denmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

42. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Dönüş de ancak Allah’adır.
43. Şunu da görmedin mi! Allah bulutları hareket ettirir, sonra birbirleriyle birleştirir, sonra onları yığın haline getirir. Aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Gökten, gökteki dağ gibi bulutlardan, dolu indirir de dilediğinin üzerine onu isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Şimşeğinin parıltısı da gözleri kör edecek gibi olur.
44. Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor, geceyi gündüze, gündüzü geceye dönüştürüyor, sürelerini uzatıp kısaltıyor. Elbette bunda görebilenler için alınacak bir ders vardır.[*]

Gece ve gündüzün bu şaşmaz ve değişmez düzen içinde dönüşümünü, evreni yönlendiren yasanın çalışma şeklini ve Allah'ın sanatını düşünmek kalbi uyandırır, duyarlılığını arttırır. İşte Kur'an alışkanlığın derin etkisini giderdiği bu sahnelere kalbi yöneltiyor. Amaç, kalbin her zaman taze bir duyarlılıkla, her zaman zinde bir heyecanla evrene dikkatle yönelmesini sağlamaktır. İnsanoğlu gece ve gündüz mucizesini ilk defa düşününce kim bilir ne duygulara kapılmıştır. Ve bu mucize hiç değişmeden sürmektedir. Güzelliğinden ve göz alıcılığından hiçbir şey kaybetmemiştir. Fakat paslanan ve uyuşan insan kalbidir. O'dur heyecanını yitiren. Onlar tazeyken ya da bizim duygularımız henüz pörsümemişken karşılaştığımızda kalbimizin tarifsiz duygulara kapılmasına neden olan nice mucizenin farkında olmadan geçip gittiğimizde hayatımızın ne kadar önemli bir yönünü yitirmiş oluruz, nice güzellikler kaçırmış oluruz?

Kur'an uyuşmuş duyarlılığımızı canlandırıyor, uyumuş duygularımızı uyandırıyor. Sıcaklığını yitirmiş, donmuş kalplerimize dokunuyor. Yorgun vicdanımızı harekete geçiriyor, evreni ilk defa' gözlemlediğimizde içinde bulunduğumuz duyarlılığı taze tutarak gözlemleyelim diye. Evrende meydana gelen her olayı etraflıca düşünelim diye. Ötesindeki gömülü sırrı, gizli büyüyü araştıralım diye. Çevremizdeki her şeyde faaliyet gösteren Allah'ın elini gözetleyelim diye. Onun sanatındaki hikmeti düşünelim, varlığın katmanlarına yerleştirilmiş ayetlerinden ibret dersleri alalım diye.

Hiç kuşkusuz yüce Allah, varlık alemine her baktığımızda onu bizim için hazırlamakla, bizi de ilk defa görüyormuş gibi duygulanacak, zevk alacak yeteneklere sahip kılmakla bize lütufta bulunmuştur. Biz sayısız kere evrenle karşı karşıya kalırız. Her seferinde de sanki ilk defa görmüş gibi oluruz. Onu görmenin verdiği zevki her seferinde de taptaze hissederiz.

Hiç kuşkusuz varlık alemi güzeldir, göz kamaştırıcıdır, görkemlidir. Bizim fıtratımızla varlık aleminin fıtratı birbirleriyle uyuşmaktadır. Çünkü bizim fıtratımız da onun geldiği kaynaktan alır varlığını, O'nun dayandığı yasalarsistemine o da dayanır. Bu yüzden varlık aleminin vicdanı ile ilişki kurmak bize bir yakınlık, güven, bağlılık, tanışıklık ve kayıp ya da görülmeyen bir yakınla buluşmanın verdiği sevince benzer bir sevinç duygusunu bahşeder.

Varlık aleminde Allah'ın nurunu buluruz. Çünkü Allah göklerin ve yerin nurudur. Açık bir duygu ile, uyanık bir kalp ile ve planın özüne nüfuz eden derin bir düşünce ile varlık alemini gözlemlediğimizde, aynı anda hem dış alemde hem de içimizde Allah'ın nurunu görürüz.

Bu yüzden Kuran bizi defalarca uyarıyor. Bunca güzelliğin farkına varmadan gözü kapalı geçip gitmeyelim diye duygularımızı ve ruhumuzu değişik göz kamaştırıcı varlık sahnelerine yöneltiyor. Ki şu yeryüzündeki yolculuğumuza asılsız ya da gülünç sayılacak kadar az bir azıkla çıkmayalım... (Seyyid Kutub Tefsiri)

45. Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayak üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. Allah tercih ettiğini yaratır. Şüphesiz Allah her şeye bir ölçü koyar.
46. Şurası bir gerçek ki biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah gereğini yapanı doğru yola yöneltir.
47. (Bazı insanlar:) “Allah’a ve Elçi’ye inandık ve itaat ettik!” diyor; sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar asla inanmış değillerdir.[*]

Gerçek iman kalbe yerleşince, etkisi anında davranışlara yansır. İslâm harekete dönük bir inanç sistemidir, edilgenliğe katlanamaz. Bu yüzden bilinç dünyasında gerçekleşir gerçekleşmez, anlamını dış alemde gerçekleştirmek, kendisini hareket ve pratik alemde amel olarak göstermek için derhal harekete geçer. İslâmın açık ve anlaşılır eğitim sistemi; inanca ve inancın öngördüğü davranış kurallarına ilişkin gizli bilincin pratik ve uygulamalı harekete dönüşmesi; bu hareketin de değişmez bir alışkanlığa veya kanuna dönüşmesi esasına dayanır. Bununla beraber, sürekli canlı ve asıl kaynağa bağlı kalması için, her davranışta baştaki itici bilincin canlı tutulmasını öngörür.

Bu münafıklar da "Allah'a ve Peygambere inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik" diyorlardı. Bunu ağızlarıyla söylüyorlardı ne var ki, bu sözlerin içerdiği anlam davranışlarına yansımıyordu. Tam tersine bir davranış sergileyerek hareketleriyle söylediklerini yalanlıyorlardı. "Bunlar mü'min değildirler."

Çünkü mü'minlerin hareketleri sözlerini doğrular. Aynı zamanda iman, kişinin eğleneceği. sonra da iddia edip yoluna devam edeceği bir oyun değildir. İman; ruhun şekillenmesi, kalbin bir özellik kazanmasıdır. Ve iman, pratik alemde hareket demektir. İmanın gerçeği vicdanda yer edince nefsin geri dönmesi mümkün olmaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

48. Aralarında hükmedilmesi için Allah’a ve Elçisine çağırıldıkları zaman, çağrılanlardan bir gurup hemen yüz çevirir.
49. Eğer verilecek karar onların lehine çıkacaksa, o zaman koşa koşa gelirler.[*]

Aslında onlar Allah ve Peygamberinin hak'tan ayrılmayacaklarını, ihtirasların peşinde gitmeyeceklerini, sevgi ve kızgınlıklardan etkilenmeyeceklerini biliyorlardı. Fakat insanlardan bu gruba mensup olanlar, hakkın gerçekleşmesini istemezler, adaletin yerine getirilmesinin doğuracağı sonuca katlanmazlar. Bu yüzden Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne başvurmaktan kaçınıyorlardı, sorunu ona götürmek,istemiyorlardı. Bununla beraber, başgösteren sorunda haklı taraf kendileri olsaydı, isteyerek ve boyun eğerek Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hükmüne koşarlardı. Çünkü onlar Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hiçbir zaman haksızlığa meydan vermeyen, kimsenin hakkını yemeyen Allah'ın şeriatı uyarınca haklılıkları doğrultusunda karar vereceğinden emindirler.

Mü'min olduğunu iddia eden sonra da bu kaypak tutumu sergileyen grup her zaman ve her yerde karşılaşılan münafıkların tipik bir örneğidir. Bu münafıklar, açıktan açığa kâfir olduklarını söylemezler, müslüman görünürler. Ancak aralarında Allah'ın şeriatının yürürlükte olmasından Allah'ın kanununun hükmetmesinden memnun olmazlar. Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmüne başvurmaya çağırıldıkları zaman burun kıvırırlar, mazeretler uydururlar:

"Bunlar mü'min değildirler."

İman kalplerinde yer etmemiştir. Allah'ın ve Peygamberinin hükmünü içlerine sindirememişlerdir. Ancak Allah'ın şeriatına başvurmada, O'nun kanununu uygulamada bir çıkarları varsa o zaman seve seve buna razı olurlar.

Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmak, gerçek imanın kanıtıdır. İman gerçeğinin kalbe yerleştiğini haber veren göstergedir. Allah ve Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takınılması zorunlu olan edep tavrıdır. Çünkü İslâm edebi ile edeplenmemiş, kalbi de iman nuru ile aydınlanmamış, içi kapkaranlık edepsiz kimselerden başkası Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden kaçmaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

50. Kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa (vahiy konusunda) şüphe içinde mi kaldılar? Veya Allah’ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar zalimlerin ta kendileridir![*]

Birinci soru tescil etmek, vurgulamak içindir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür bir tutum sergilemesi her zaman beklenir. Fıtratı dejenere olmadığı sürece bir insanın bu kadar derin bir sapıklığa yuvarlanması mümkün değildir. Fıtratı doğal eğiliminden uzaklaştıran, imanın gerçeğinden zevk almasını ve kendisi için belirlenen hareket çizgisini izlemesini önleyen kalpteki bu hastalıktır.

İkinci soru, tutumun şaşırtıcılığını vurgulamak içindir. Acaba onlar, inandıklarını iddia ettikleri Allah'ın hükmünden mi şüphe duyuyorlar? Acaba bu hükmün Allah'dan geldiğinden mi şüphe duyuyorlar? Yahut bu hükmün adaletiyerine getirme yeterliliğine sahip olup olmadığı konusunda mı kuşku içindedirler? Her iki durumda da bu mü'minlerin yolu değildir.

Üçüncü soru, bu tuhaf tutumlarını kınamak ve duyulan şaşkınlığı vurgulamak içindir. Acaba onlar Allah ve Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun kendilerine haksızlık yapacaklarından mı korkuyorlar? Kuşkusuz birinsanın içinde böyle bir endişenin yer etmesi şaşırtıcı bir şeydir. Çünkü her şeyin yaratıcısı ve her şeyin Rabbi Allah'tır. Peki yüce Allah'ın hükmederken yarattığı herhangi birine karşı diğer birini kayırması mümkün müdür?

Hiç kuşkusuz, birilerine karşı bazılarını kayırma kuşkusundan uzak tek hüküm Allah'ın hükmüdür. Çünkü Allah adildir ve hiç kimseye haksızlık etmez. Bütün yaratıklar onun katında eşit durumdadırlar. Onlardan birisine bir diğerinin çıkarı için haksızlık etmez. Onun hükmü dışındaki bütün hükümler haksızlık edebilirler, zannı altındadırlar. Çünkü insanlar kanun koyarlarken ve hükmederlerken çıkarlarını göz önünde bulundurma eğiliminden kurtaramazlar kendilerini. Gerek fert, gerek sınıf, gerek devlet olarak hükmetmeleri bu gerçeği değiştirmez.

Bu fert kanun koyduğu zaman, bir fert bir konuda hükmettiği zaman, koyduğu kanunla, verdiği hükümle kendini ve çıkarını korumayı göz önünde bulundurması kaçınılmazdır. Bir sınıf diğer bir sınıf için, bir devlet diğer bir devlet için, bir pakt için kanun koyduğu zaman da durum bundan ibarettir. Ama Allah kanun koyduğu zaman herhangi bir kimsenin korunması, herhangi bir kimsenin çıkarının göz önünde bulundurulması, söz konusu olamaz. Ve bu, mutlak adaletten ibaret olur? Allah'ın kanun koyuculuğu dışında hiçbir kanun koyucu buna güç yetiremez, onun hükmünden başka hiçbir hüküm bunu gerçekleştiremez.

Bu yüzden Allah'ın ve Peygamberinin hükmünden memnun olmayanlar zalim kimselerdir. Adaletin gerçekleşmesini, hakkın egemen olmasını istemezler. Aslında onlar Allah'ın hükmü ile haksızlığa uğrayacaklarını düşünmezler ve O'nun adaletinden de kesinlikle kuşku duymazlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 7
51. Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Elçisine davet edildiklerinde, müminlerin sözü sadece “İşittik ve itaat ettik!” demeleridir. İşte onlar kurtulanların ta kendileridir.[*]

Bu tereddütsüz, tartışmasız ve kıvırmasız duyup itaat etmenin ifadesidir. Gerçek hükmün Allah ve Peygamberin hükmü olduğuna, gerisinin ihtiraslardan kaynaklandığına olan kesin inancın oluşturduğu duyup itaat etmenin ifadesidir. Bu tavır Allah'a kaytsız şartsız teslim olmaktan kaynaklanır. Hayatı bahşeden ve hayat üzerinde dilediği uygulamada bulunma yetkisine sahip Allah'a... Mü'minlerin sergilediği bu tavır, yüce Allah'ın insanlar için dilediği şeyin, onların kendileri için istedikleri şeyden daha hayırlı olduğuna olan güvenin ifadesidir. Çünkü yaratan Allah yarattığını daha iyi bilir.

"İşte mutlu sona erenler onlardır."

Evet, onlar mutlu sona ulaşırlar, çünkü işlerini planlayan, ilişkilerini düzenleyen, ilmine ve adaletine göre aralarında hükmeden yüce Allah'dır. Dolaysıyla bunların; işlerini kendileri gibi insanların planladığı, ilişkilerini düzenlediği, aralarında çok az bir bilgiye sahip yetersiz kimselerin hükmettiği insanlardan daha iyi bir durumda olmaları kaçınılmazdır. Evet onlar mutlu sona ulaşırlar. Çünkü onlar, eğrilik büğrülük bulunmayan biricik hayat sistemine uyarlar, bu sistemin gerçekliğinden emindirler, onu izler, belirlediği sınırları çiğnemezler. Bu sisteme uymaları sayesinde enerjilerini boşuna tüketmezler, çeşitli ihtiraslar peşinde güçlerini, enerjilerini dağıtmazlar, doymak bilmeyen şehvetlerin, dinmeyen arzuların peşinde sürüklenmezler. İşte Allah'ın koyduğu hayat sistemi önlerinde değişmeden,net ve anlaşılır bir şekilde duruyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

52. Kim Allah’a ve Elçisine itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’na karşı [takvâ]lı[*] (duyarlı) olursa, işte onlar da mutluluğa ulaşanların ta kendileridir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

53. Münâfıklar, sen kendilerine emrettiğin takdirde mutlaka savaşa çıkacaklarına dair en ağır bir şekilde Allah’a yemin ettiler.[1*] De ki: “Yemin etmeyin. Sizden istenen güzelce itaat etmektir.[2*] Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”

[1*] İkiyüzlü/münafık kimselerin, günlük hayatta Kur’an mesajına uygun bir hayat yaşamaya yanaşmadıkları halde, zaman zaman gösteriş için takındıkları geçici, aldatıcı heveskar tavırlarına, “kendini adama” vaadlerine işaret eden bir ifade.

[2*] Bu vecîz, özlü ifade, Allah’ın insana gücünün üstünde yük yüklemeyeceği yolundaki, Kur’an’da sıkça tekrarlanan ilkeye işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

54. De ki: “Allah’a itaat edin; Elçi’ye de itaat edin! Yüz çevirirseniz (onun sorumluluğu) kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak)tır; sizin (sorumluluğunuz da) size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Ona itaat ederseniz, doğru yola ulaşmış olursunuz! Elçi’ye düşen, sadece apaçık tebliğdir.”
55. Allah içinizden iman edip makbul ve güzel işler işleyenlere kesin olarak vaad buyurur ki: Daha önce müminleri dünyada hakim kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Çünkü onlar, yalnız Bana ibadet edip hiçbir şeyi Bana şerik Ortak. yapmazlar. Artık bundan sonra kim küfrana saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah'a karşı gelmiş olurlar.[*]

Bu ayette, inandıktan sonra dürüst ve erdemli davranışlar sergileyenlere ciddi bir müjde var. Bu müjdeye mazhar olmanın yolu; ayetin muhatabının iman ettikten sonra ilahi direktifleri dikkate alarak Kur’an yörüngeli bir hayat ortaya koymasından geçer. Bu ayete ne kadar muhatap olup olmadığımızı merak ediyorsak, Allah’ın verdiği söze mazhar olup olmadığımıza bakmalıyız. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

56. Namazı kılın, zekâtı verin! Elçi’ye itaat edin ki merhamete ulaştırılasınız.
57. Kafir[*] olanlar, hiç ummasınlar ki yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacaklar ve yurtları ateştir onların ve dönüp varılacak ne de kötü yerdir orası.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

58. Ey iman edenler! Hakimiyetiniz altındaki esirler ile ergenlik çağına girmemiş çocuklarınız üç vakitte; sabah namazından önce, öğleyin elbisenizi çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra (yanınıza girerken) sizden izin istesinler.[*] Bunlar çıplak olabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitler dışında size de onlara da bir günah yoktur. Çünkü onlar sizin, siz onların çevresinde dönüp dolaşırsınız. Allah ayetleri size işte böyle açıklar. Allah Alîm'dir; daima bilen ve Hakîm'dir; kararları doğru olandır.

Bu ayet, kadın ve erkek bütün esirlerin aileden biri sayıldığını ve kendilerine değer verildiğini göstermektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

59. Çocuklarınız ergenlik çağına varınca kendilerinden önce ergen olanlar nasıl her zaman[*] izin istiyorlarsa onlar da izin istesinler. Allah ayetlerini size işte böyle açıklar. Allah Alîm'dir; daima bilen ve Hakîm'dir; kararları doğru olandır.

Büluğa ermeden sadece üç vakitte izin aldıkları halde, büluğa erdikten sonra her zaman izin almaları gerekir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

60. Evlenme konusuna ilgi duymayan yaşlı kadınların, vücutlarını sergilememeleri şartıyla (boyun ve gerdanlarını örten[1*]) elbiselerini çıkarmalarında bir günah yoktur. İffetli davranmaları kendileri için her zaman iyi[2*] olur. Allah Semî'dir; daima dinler ve Alîm'dir; bilir.

[1*] “Sergileme” anlamı verdiğimiz tebberrüc (تَبَرَّج); kadının yüz, boyun, boğaz ve gerdanındaki güzelliği göstermesidir. Bunun yanı sıra gözleriyle güzel bir bakış sergilemesi de teberrüc kapsamına girer (el-Ayn). Kadınlara verilen: “Başörtülerinin bir kısmını yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler (Nur 24/31) emrinden dolayı onlar, ayette sayılan kişiler dışında kimsenin yanında başlarını ve boyunlarını açamayacaklardır. Kadınlara ayrıca cilbab emri de verilmiştir (Ahzab 33/59). Fakat bu ayete göre nikah ümidi bitmiş bir kadın, vücudunu sergileme gayretine girmezse dışarıya cilbabsız çıkabilir.

[2*] Buradaki “hayr” kelimesi “daha iyi” anlamında ism-i tafdîl değil; “daima iyi” anlamında sıfat-ı müşebbehe’dir. İsm-i tafdil; ortak bir sıfatta, iki şeyi veya iki kimseyi karşılaştırmak ya da birinin diğerlerinden ortak bir sıfatta daha üstün olduğunu göstermek için türetilmiş isimdir. Sıfat-ı müşebbehe ise özellik bildiren ve az ya da çok devamlılık bildiren isim cinsinden sıfattır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

61. Köre güçlük yoktur; topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Sizin için de gerek kendi evlerinizden gerekse şu kişilerin evlerinden yemek yemenizde bir sakınca yoktur: Babalarınızın evleri yahut annelerinizin evleri yahut erkek kardeşlerinizin evleri yahut kız kardeşlerinizin evleri yahut amcalarınızın evleri yahut halalarınızın evleri yahut teyzelerinizin evleri yahut anahtarı size teslim edilmiş olan evler yahut arkadaşlarınızın evleri. Hep birlikte yahut ayrı ayrı yemenizde sizin için hiçbir sakınca yoktur. Evlere girdiğinizde, Allah katından bir esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize de selam verin. Allah size ayetleri işte böyle ayan-beyan bildiriyor ki, aklınızı çalıştırabilesiniz.[*]

Rivayete göre önceleri müslümanlar sözü edilen evlerde izin istemeye gerek duymadan yemek yerlerdi, aralarındaki fakirlerden kör, topal ve hastalar da kendilerine eşlik ederdi. Daha sonra "birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin" (Bakara, 138) ayeti inince bu evlerde yemek yemekten sakındılar, kör, topal ve hasta fakirler de ev sahipleri çağırmadıkça ya da izin vermedikçe onlarla birlikte yemekten çékindiler, çünkü yüce Allah'ın emirlerine uyma konusunda son derece duyarlıydılar. Yüce Allah'ın yasakladığı bir şeyi işlemekten daima kaçınırlardı. Uzakta da olsa sakıncalı bir şeye eğilim göstermekten korkarlardı. Bunun. üzerine yüce Allah bu ayeti indirdi ve kör, hasta, topal, akraba ve benzeri ihtiyaç sahiplerinin bir akrabanın evinde yemesi konusunda duyulan endişeyi kaldırdı. Ancak bu, ev sahibinin karşı çıkmamasına, ayrıca "ne zarar ver ne de zarara uğra" ile "Gönül hoşnutluğu olmadığı sürece bir müslümanın malını yemek helal değildir" (Şafii rivayet etmiş ve kölenin özgürlüğünü elde etmesi için efendisi ile yaptığı sözleşme konusunda söylediği bir sözde bu hadise dayanmıştır.) genel kuralları uyarınca ev sahibinin zarara uğramaması şartlarına bağlıdır.

Bu ayet yasa koyan bir ayet olduğu için, sözlü ifadenin, konu düzenlemesinin ve sıralamasının hiçbir kuşkuya ve kapalılığa yer vermeyecek şekilde özenle seçildiğini ayrıca sözkonusu edilen akrabaları yakınlık derecesine göre sıralandığını görüyoruz. Ayet oğulların ve eşlerin evlerinden başlıyor, ama bunları sözlü olarak ïfade etmiyor. Tersine ayetin orijinalinde "Evleriniz" diyor. Bu ifadenin kapsamına oğul ve eşlerin evleri girer: Çünkü oğulun evi babanın evidir, eşin evi de kocasınındır. Bunu babaların sonra anaların evleri izliyor. Sonra kardeşlerin, sonra kız kardeşlerin, sonra amcaların, sonra halaların, sonra dayıların, sonra teyzelerin evleri sıralanıyor. Bunlara bir de kişinin malını korumakla görevli bekçi ekleniyor. O da anahtarını yanında bulundurduğu evlerde normal bir şekilde ve yemek ihtiyacını aşmayacak oranda yemek yiyebilir. Bunlara arkadaşların evleri de ekleniyor. Amaç, arkadaşlar arasındaki bağı, akrabalık bağına katmaktır. Ama karşı .tarafa eziyet vermemek, onları zarara uğratmamak şartıyla. Bilindiği gibi arkadaşlarının kendi yiyeceklerinden izin istemeye gerek . duymadan yemeleri diğer arkadaşı memnun eder.

Yemek yenebilecek evler açıklandıktan sonra, yemek yenebilecek durum açıklanıyor.

"Gerek bir arada ve gerekse ayrı ayrı yemek yemenizin sakıncası yoktur."

Cahiliye döneminde bazıları yalnız başına yemek yememeyi gelenek haline getirmişti. Adam beraber yemek yiyeceği birisi olmasaydı yemeğini yemezdi. Yüce Allah bu ağır ve sıkıntı verici durumu ortadan kaldırdı. Meseleyi her türlü zorlamadan kurtararak basitleştirdi. Ayrı ayrı ya da beraber yemek yenebileceğini bildirdi.

Yemek yenebilecek durumun açıklanmasından sonra da yemek yenebilecek evlere giriş kuralları açıklanıyor:

"Şenlikli evlere girdiğinizde Allah tarafından yasallaştırılmış, kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı bir esenlik dileği olmak üzere içerideki dindaşlarınıza selâm veriniz."

Bu, ayette sözü edilen kimseler arasındaki bağın güçlülüğünü dile getiren son derece latif bir ifadedir. Çünkü akrabalık ve arkadaşlık adına onlara selâm veren kişi aslında kendisine selâm vermektedir. Onlara yönelik olarak dile getirdiği kutlu ve hoşnutluk uyandırıcı dilek Allah katından bir esenliktir. O ruhu taşımakta, o kokuyu yaymaktadır. Onları kopması mümkün olmayan sağlam bir iple birbirine bağlamaktadır.

Böylece büyük-küçük her konuda mü'minlerin kalpleri Rabblerine bağlan-maktadır. "Allah size ayetlerini düşünesiniz diye böyle açıklar."

İlahi hayat sisteminin dayandığı ince planı ve hikmeti kavrayasınız diye... (Seyyid Kutub Tefsiri)

62. Müminler, sadece Allah’a ve resulüne inanıp güvenenlerdir. Onlar, kendilerinin bir araya gelmesine sebep olan bir işte Resulle beraberken ondan izin istemeden çekip gitmezler. Senden izin isteyenler, Allah’a ve resulüne inanıp güvenenlerdir. Birtakım işleri için izin isterlerse uygun gördüğüne izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Çünkü Allah Gafûr'dur; çok bağışlayandır, Rahîm'dir; ikramı bol olandır.[*]

İbn-i İshak bu ayetlerin indiriliş sebebi hakkında şunları rivayet eder: "Hendek savaşında Kureyşliler'in ve diğermüşrik kabilelerin toplanıp Medine'ye saldırma kararını işitince Peygamberimiz, Medine'nin çevresinde hendek kazılmasını kararlaştırdı. Müslümanları sevap kazanmaya teşvik etmek için bizzat kendisi dé çalıştı. Onunla birlikte diğer müslümanlar da yoğun bir tempoyla çalıştılar. Ve çalışmalarını aksatmadan sürdürdüler. Ancak münafıklar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanların bu çalışmasında ağır davranıyorlardı,kaytarıyorlardı. Kolay işlerle oyalanıyorlardı. Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- haberi ve izni olmadanevlerine gidiyorlardı. Öte yandan müslümanlardan birinin de mutlaka yerine getirmesi gereken bir işi olsaydı gidip Peygamberimizden izin alır, işini görürdü. İşini gördükten sonra da, iyiliğe, olan arzusu ve sevap düşüncesi ile eski işine dönerdi.

Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında bu ayeti indirdi. Daha sonra yüce Allah, işten kaytaran ve Hz. Peygamberin izni olmadan evlerine giden münafıkları kastederek: "Peygamberi çağırırken ona birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz." ayetini indirdi.

İndiriliş sebebi ne olursa olsun bu ayetler toplum ile önderi arasındaki kişisel ve emir komuta ile ilgili davranış kurallarını içermektedir. Bu kurallar, toplumun sım sıcak duygularından ve vicdanının derinliklerinden coşkunlukla kaynaklanmadıkları sürece toplumsal hayat düzenli bir şekilde yürümez. Bu şekilde toplumun sıcak duygularındanve vicdanının derinliklerinden kaynaklanan davranış kuralları toplumun hayatında yer edip vazgeçilmez bir geleneğe, her zaman uygulanan bir kanuna dönüşürler. Aksi taktirde hiçbir sınır tanımayan bir başı bozukluk, bir anarşizm egemen olur topluma.

"Mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'a ve Peygambere inanırlar." Ağızları ile inandıklarını söyleyen, ancak söyledikleri sözün gereği olan davranışları pratik hayatlarında gerçekleştirmeyen, Allah'a ve Peygamberine itaat etmeyen kimseler mü'min değildirler.

"Bunun yanı sıra herhangi bir kamu görevini yerine getirmek üzere Peygamberin yanında bulunduklarında O'ndan izin almaksızın bir yere gitmezler."

Kamu görevi, toplumun genelini ilgilendiren bir iş, bir savaş, bir danışma gibi toplumsal katılımı gerektiren önemli görevlerdir. Bu yüzden önderleri müsaade etmedikçe mü'minler bu görevi bırakıp bir tarafa gitmezler. İş çığırından çıkıp ciddiyetten uzak, düzensiz bir başıbozukluğa dönüşmesin diye.

Bu şekilde inanan ve bu tür bir edep tavrı takınan mü'minler zorunlu olmadıkları sürece kamu görevini bırakıp izin istemezler. Çünkü onların imanı ve edebi toplumun zihnini uğraştıran ve genel dayanışmayı gerektiren bir kamu görevini terk etmeye engeldir. Bununla beraber Kur'an, izin verip vermeme yetkisini toplumun önderi olan Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bırakı-yor. Bu arada izin istemeyi serbest bırakmasını da istiyor:

"Herhangi bir işleri için senden izin istediklerinde: dilediklerine izin ver."

Bundan önce münafıklara izin verdiği için yüce Allah Peygamberimizi salât ve selâm üzerine olsun- azarlamış ve şöyle buyurmuştu.

"Allah affetsin seni, kimlerin doğru söylediği belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu belirleyinceye kadar niçin onlara izin verdin." (Tevbe, 43)

Böylece izin yetkisini bütünüyle ona bırakıyor, dilerse izin verir, dilemezse vermez. Aynı zamanda izin verememenin neden olduğu sakıncaları da bertaraf ediyor. Çünkü bazı sorunlu durumlar baş gösterebilir. İzin verip vermeme arasındaki yararı dengelemek için değerlendirme yetkisi öndere kalıyor. Toplumsal yönetimle ilgili bu meselede, düşüncesi doğrultusunda son sözü söylemek ona bırakılıyor.

Bununla beraber zorlukların üstesinden gelmenin ve kamu görevini bırak-mamanın daha uygun olduğuna işaret ediliyor. İzin istemenin veya çekip gitmenin; özür belirtenler için Peygamberin Allah'dan onlar için bağışlama dilemesini gerektiren bir husus, bir hata olduğu vurgulanıyor.

"Onlar adına Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir."

Böylece mü:minin vicdanı bir kayda bağlanıyor. Kendisini izin istemeye zorlayan nedenlerin ağır baskısı ile karşı karşıya kalsa bile izin istemez. Buradan hareketle izin istenirken ve her durumda peygambere saygı gösterilmesi gerektiği vurgulanıyor. Müslümanların birbirlerine seslenirken yaptıkları gibi ona adi ile "Ya Muhammed" veya künyesi ile "Ya Ebal'Kasım" diye seslenmemeleri isteniyor. Yüce Allah'ın onu onurlandırdığı, saygın kıldığı gibi "Ya Nebiyallah, Ya Resulullah" diye seslenmelidirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

63. Rasul’ün davetini, sakın birbiriniz arasındaki herhangi bir davet gibi algılamayın! Doğrusu Allah, aranızdan kimselere sezdirmeden sıyrılıp çıkmak isteyenleri biliyor.[*] Şu halde onun emrine karşı gelen kimseler, başlarına (bu dünyada) bir musibetin (âhirette ise) can yakıcı bir azabın gelmesinden sakınsınlar.

Bu buyruk, Hz. Muhammed’in davetinin diğer insanların daveti gibi olmadığını, çok daha önemli ve ayrıcalıklı olduğunu göstermektedir Kamuya ait bir konuda toplantı yapılırken yalan yere izin isteyenlerden ayrı olarak, meşru mazeretleri nedeniyle Hz. Muhammed’den izin isteyenlerin arkasına saklanarak oradan ayrılıp gidenlerin bulunduğu ve Yüce Allah’ın böylelerini gayet iyi bildiği ortaya konulmaktadır. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

64. Dikkat edin! Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O şu anda içinde bulunduğunuz durumu da pek iyi biliyor. İnsanların kendi huzuruna götürülecekleri büyük duruşma günü, yapmış oldukları şeyleri tek tek kendilerine bildirip karşılığını verecektir. Allah her şeyi pek iyi bilir.