ENBİYA / NEBiLER SURESİ

İniş Sırası: 73 • Mushaf Sırası: 21 • Mekki Sure • 112 Ayettir

John Sargent'ın “Peygamberler Frizi'nin bir kısmı (soldan sağa): Mika, Hagay, Malaki, Zekeriya, 1895

“Enbiyâ”, nebiler demektir. Sûre, temel konu olarak nebilerden, onların tevhit davası uğrunda verdikleri mücadelelerden bahsettiği için bu adı almıştır. Nebi kendisine kitap verilen kişidir. İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, müjde veren ve uyarılarda bulunan nebiler görevlendirdi. Ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye nebilerle birlikte, gerçekleri içeren kitaplar da indirdi. İhtilafa düşenler, daima kendilerine kitap verilenler oldu. Bu da açık ayetler geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden kaynaklandı. Sonra Allah, ayrılığa düştükleri gerçekler konusunda, inanıp güvenenleri, kendi onayıyla doğruya yöneltti. Allah, gereğini yapanı doğru yola yöneltir. (Bakara 213)

"Yahudi yahut Hıristiyan olun ki doğruya kılavuzlanasınız" dediler. De ki: "Hayır, öyle değil. Şirk ve yozlaşmadan uzak bir biçimde, İbrahim milletinden olalım. O, şirke bulaşanlardan değildi. Şöyle deyin: "Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, onun torunlarına indirilene, Mûsa’ya ve İsa’ya verilene ve diğer nebilere verilene inandık. Bunlar arasından hiç kimseyi ayırmayız. Biz yalnız O’na / Allah’a teslim olanlarız." (Bakara 135-136)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. İnsanlar için hesap vakti[*] yaklaştı. Ne var ki onlar gaflet içinde aldırmıyorlar.

Ayette geçen “hesap görme vakti” sadece hesap vermeyi anlatmıyor, aynı zamanda hesabın arkasından gelecek olan acıyı da anımsatıyor. İnsanın dünyadaki hesabıyla ahiretteki hesabı çok farklıdır. Dünyada haksızlık yapanların bir gün aynı haksızlıkları yaşayacakları cari bir sünnettir. Tarihe bakıldığı zaman bu sünnetin işlediği çok açık bir şekilde görülmektedir. Hesabın ahiret boyutu ise çok daha farklıdır. Bu konuda Allah’ın rahmetinin hangi yönde tecelli edeceğini bizim bilmemiz mümkün değildir. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, o da dünyaya kıyasla ahiretteki hesabın çok daha ağır olacağıdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

2. Rablerinden kendilerine ne zaman yeni bir uyarı gelse, onu da sadece alaya alarak dinliyorlar.
3. Dinlerken kalpleri boş işlerle meşguldür. Yanlışa dalan bu kimseler, aralarında gizlice şöyle konuşurlar: “Bu da sizin gibi bir beşerden başka nedir ki! Göz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?”
4. Elçi onlara "Benim Rabbim, göklerde ve yerde söylenmiş sözleri en iyi bilendir. Çünkü O Sem’dir; her şeyi dinler ve Alîm'dir; her şeyi en iyi bilir" dedi.
5. Aslında şunları dediler: “Karmakarışık düşler! Hayır, onu kendisi uydurdu. Yok, o bir şairdir. (Eğer elçi ise) Bize, öncekilere gönderilenler gibi bir mucize getirse ya”. [*]

Vahyin ilk muhaliflerinin kafalarının hayli karışık olduğunun göstergesi. Allah Rasûlü risalet öncesi dinî hiçbir iddiası olmayan, kitap okuyup yazmayan, şiire ilgi duymayan, kendisinden kehanet ve olağanüstülük sadır olduğu duyulmamış biriydi. Aksi halde iddialarını desteklemek için onu örnek verirlerdi. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

6. Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir şehir halkı inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?[*]

Kur’an’da sıkça atıfta bulunulan bu eski toplumların çöküşü, değişmez biçimde, kendi maddeci hayat görüşlerine ters düşen tüm manevî gerçeklere karşı umursamaz tutumlar seçmiş olmaları yüzündendi; hal böyleyken, (Kur’an’ın bizi yönelttiği muhakeme tarzına göre), benzer tutumları benimsemiş olan Muhammed (s)’in muhaliflerinden o’nun getirdiği mesajın değerini takdir etmek yönünde daha iyi niyetli bir yaklaşım beklenebilir miydi? (Muhammed Esed Tefsiri)

***

İstedikleri mucizeleri gördükleri halde inanmayan bütün toplumlar helak edilmiştir (İsra 17/59). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Senden önce elçi olarak gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildi. Bilmiyorsanız ehl-i zikre / önceki kitapların uzmanlarına[*] sorun.

Zikir, hem önceki kitapların hem de Kur’an’ın ortak adıdır (Nahl 16/43-44, Enbiya 21/24). Ehl-i zikir de o kitapta uzmanlaşmış kişi demektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. Onları, yemek yemeyen bedenler olarak yaratmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi.
9. Sonunda verdiğimiz sözü tuttuk; elçileri ve uygun gördüğümüz[1*] kişileri kurtardık[2*]. Aşırı gidenleri de helak ettik.

[1*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır.

[2*] Allah Teâlâ, bütün resullerine ve onların yanında yer alanlara yardım eder ve onları düşmanlarından korur (Maide 5/67, Yunus 10/103, Rûm 30/47, Saffat 37/171-173). Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürdüklerini söyler (Nisa 4/157), Hıristiyanlar da sistemlerini, İsa aleyhisselamın çarmıha gerilip defnedilmesinden üç gün sonra kabrinden çıkarak Celile’de 11 havarisine gö­ründüğü iddiası üzerine kurarlar (Matta 28/16–20). İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır (Maide 5/46). Onun ölümünden sonrası ile ilgili sözler İncil’e ait olamaz. Bazı İncillere Yahya aleyhisselamın öldürüldüğü iddiaları da sokuşturulmuştur (Matta 14/3-12, Markos 6/17-29). Hâlbuki Kur’an, bu iki nebinin öldürüldüklerinden değil, ecelleri ile öldüklerinden söz eder ve öldükleri gün tam bir güven içinde olduklarını bildirir (Meryem 19/15, 33). Kur’an’da her şeyin örneği verilmiştir (ٍİsra 17/89, Kehf 18/54, Rum 30/58, Zümer 39/27). Eğer böyle bir şey olsaydı onun da bir örneği olurdu. Nebilerin ve resullerin öldürülmeleri mümkün olmadığına göre onların öldürülmesinden söz eden (Bakara 2/87, 91-92, Al-i İmran 3/112, 183) ayetlerde geçen katl (قتل) sözüne, kelimenin ikinci anlamı olan izlâl (اذلال) yani değerini düşürme (Müfredât) anlamını vermek gerekir. Nebiler gibi dürüst davranmaya davet eden insanların değerlerini düşürme gayretleri bugün de devam etmektedir (Al-i İmran 3/21-22). Allah onlara da kurtarma sözü vermiştir (A’râf 7/163-166, Hud 11/116). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

10. (Ey ehl-i zikir / önceki kitapların uzmanları!) Size, kendi kitaplarınızın bilgisini de içeren bir kitap indirdik.[*] Bu bağı kuramıyor musunuz?

Surenin 3. ayetinden 10. ayetine kadar olan kısmı ile Nahl suresinin 43 ve 44. ayetleri arasında benzerlik bulunmaktadır. Şöyle ki; 3. ayette Resûlullah’ı kastederek “Bu da sizin gibi bir beşerden başka nedir ki!” şeklinde itirazda bulunanlardan bahsedilmişti. 7. ayette ise, Nahl sûresinin 43. ayetinde olduğu gibi rasûl olarak bir beşerin gönderilmesine yapılan itiraza “Bilmiyorsanız ehl-i zikre /önceki kitapların uzmanlarına sorun!” şeklinde cevap vardır. 8. ayette, resullerin beşer olduğu vurgulandıktan sonra, yine Nahl sûresinin 44. ayetinde olduğu gibi 9 ve 10. ayetlerde hitap Ehl-i Kitab’a yöneltilmekte ve resullere tabi olanların kazanacağına, diğerlerinin de kaybedeceğine dair Allah’ın kuralına atıfta bulunulmakta, bu kuralı Ehl-i Kitab’ın bildiği îmâ edilmektedir (Mü’min 40/51; Mücâdele 58/21; Nûr 24/55; Saffât 37/171 vd.). 10. âyette ise Ehl-i Kitab’ın dikkati Kur’ân’a çekilmekte Kitab’ın sıfatı olarak (ف۪يهِ ذِكْرُكُمْ) ifadesi geçmektedir. “Kendi kitaplarınızın bilgisini de içeren” şeklinde meal verdiğimiz bu ifadeyle Ehl-i Kitab’a, Muhammed (s.a.v.)’e indirilen Kur’ân’ın içinde, onlara indirilenin de olduğu yani Kur’ân’ın, ellerindeki kitapları tasdik ettiği mesajı verilmektedir. Benzer şekilde mesela Mü’minûn 23/71. ayette de, insanlara zaten bildikleri ve okuyup durdukları şeylerin yani zikrin geldiği, görmezden gelmekle kendi zikirlerinden de yüz çevirdikleri bildirilmektedir. Yine Enbiyâ sûresinin 24. ayetinde Yüce Allah, kendisine ortaklar edinenler için Resûlullah’tan “Haydi getirin delilinizi! Bu Kur’an benimle birlikte olanların zikri, benden öncekilerin de zikridir” demesini istemekte, 25. ayette de tüm resullerin tevhid ilkesi üzere gönderildikleri bildirilmektedir (Müminun 23/68-71). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 2
11. Yanlışlar yapan nice kenti kırıp geçirdik ve arkalarından başka topluluklar oluşturup geliştirdik.
12. Azabımızı hissettikleri anda ondan kaçmaya çalışıyorlardı.
13. "Kaçmayın, şımartıldığınız şeylere ve evlerinize dönün! Belki sizden bir şeyler istenir."
14. Şöyle dediler: “Vay halimize! Biz gerçekten yanlış yapan kişilerdik!”
15. Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp gittiler.
16. Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.[*]

Yani: “bir amaç ve anlamdan yoksun yaratmadık” (38:27). “Başka değil, sadece gerçek bir amaç uğruna yarattık” (44:39). Bu gerçeği fark edenler “göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: Rabbimiz! Bütün bunları anlamsız ve amaçsız yaratmadın!” (3:191) derler. Bu âyet, kadim kültürlere ait “Tanrı yalnızlıktan canı sıkılınca insanı yarattı” gibi bir tezi de kökten reddetmektedir. Esasen bu pasaj, başta Hermetik miras olmak üzere gök cisimlerine “akıl” ve “öznelik” (faal akıl) izafe eden tüm kadim mistik ve ruhçu kültürlere bir reddiyedir. 29. âyet bunun delilidir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

17. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.[*]

Oyuncu olarak yaratmadık, yani üzerinizde her türlü güzel süslemelerle dolu yükseltilmiş bir tavan halinde yükselip duran gök ve altınızda ince menfaatlerle dopdolu, kurulu bir beşik gibi döşenmiş olan yer ve aralarındaki harika yaratıklar, gönülleri oyunda olan ve Rahmân'ın ihtar ve öğütlerini eğlence yerine koyan o zalimlerin hayal etmek istedikleri gibi oyuncak değildir. Hakkı tanımak ve ebedî hayat yolunda yüksek menfaatlerinden istifade edilmek üzere hak ve hikmetle yaratılmış Allah'ın kudretinin göstergesidir. Eğer bunlar yalnız insanların dünya hayatı için yaratılmış olsaydı "dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir." (Muhammed, 47/36) âyetinin mânâsı gereğince bir oyun ve eğlenceden ibaret olması lazım gelirdi. Nitekim dünya hayatından başkasını düşünmeyen kâfirler, bütün dünyayı kendilerine oyuncak etmek istemişler ve hatta bu duygu ile felsefe yapacağız diye neler söylemişlerdir.

Sözün kısası, o zalimler ne kadar oynamak isterlerse istesinler, yaradılış bir oyuncak olmadığı gibi, yaratan da asla bir oyuncu değildir. Nitekim buyuruyor ki eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik elbette onu katımızdan edinirdik. yani sırf ilâhî bir eğlence edinirdik. Ve bu durumda o bir eğlence değil hikmetin ta kendisi olurdu. Demek yüce Allah'ın eğlence edinmiş olması asla düşünülemez, yahut dünyayı onların kendisiyle eğlenecekleri bir oyuncak değil, kendi katımızdan kendimiz için bir eğlence yapardık eğer yapacak olsaydık; öyle değil, böyle yapardık, ama yapmayız. Şayet yüce Allah'ın şanına eğlence yakışsaydı böyle yakışırdı. Fakat her şeyi hikmetle yapan Allah'ın yüceliğine eğlence asla yakışmaz. Tâlî (ikinci önerme) batıl ise, ona bağımlı olan mukaddem (birinci önerme) de öyledir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

18. Hayır, biz hakkı, bâtılın Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. üzerine fırlatırız da o, onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o yok olup gitmiştir. Yakıştırdığınız niteliklerden ötürü yazıklar olsun size![*]

Ayette géçen "bel" edatı, eğlence konusu ile ilgili açıklamayı kesip yerine herzaman için geçerli olan realiteden söz etmek amacı ile kullanılmıştır. Çünkü yürürlükte olan kanun bu realiteye göre işlemektedir. Evrensel yasa bunu gerektirmiştir. Bu da gerçeğin üstün gelmesi, batılın ise yok olup gitmesidir. İfade, bu kanunu somut, canlı ve hareketli bir tablo şeklinde çizmektedir. Sanki gerçek, kudret elinde bir bombadır. Onu batılın üzerine atıyor, beynini parçalıyor! Böylece batıl, kaybolup gidiyor, toz duman olup yok oluyor.

İşte değişmez kanun budur. Evrenin tabiatında gerçek, köklü bir unsurdur. Varlıkların yapısında derin etkinliğe sahiptir. Batıl ise evrenin yaratılışının temelinden uzak bir unsurdur. Geçicidir, aslı yoktur. Bir etkinliğe de sahip değildir. Yüce Allah onu kovacak, hakkı onun üzerine atacak, beynini parçalayacaktır. Allah'ın karşı koyduğu bir şeyin kalıcılığı sözkonusu olamaz. Allah'ın eli tarafından atılan ve parçalanan bir şeyin varlığını sürdürmesi mümkün değildir.

İnsanlar zaman zaman hayatın realitesinin, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vurguladığı bu gerçeğin tersine geliştiğini sanabilirler. Bu da batılın üstünlük sağlamış gibi kabardığı, gerçeğin de yenilmiş gibi köşesine çekildiği dönemlerde olur daha çok. Oysa bu durum sadece belli bir süre devam edecektir. Yüce Allah deneme ve sınama amacı ile dilediği kadar bu süreyi uzatır. Bundan sonra hem göklerle yer binasının dayanağı, hem de inanç sistemlerinin, davet hareketlerinin dayanağı olan öncesiz ve sonrasız ilahi yasa fonksiyonunu yerine getirmek üzere devreye girer.

Allah'a iman edenler, onun sözünün gerçekliğinden, varlık binası ve düzeni içinde gerçeğin vazgeçilmezliğinden, yüce Allah'ın batılın üzerine atıp onunla batılın beynini parçaladığı gerçeğin zaferinden kuşku duymazlar. Eğer yüce Allah, kimi zaman batılı galip getirmek suretiyle onları sınıyorsa, bunun bir fitne olduğunu bilirler, bunun bir imtihan olduğunu kavrarlar, içlerinde bulunan bir zaaf veya bir eksiklikten dolayı Rabb'lerinin onları eğittiğini farkederler. Rabb'leri onları, hakkın zafer kazandığı bir geleceğe hazırlamaktadır.

Onları kaderine perde yapmaktadır. İmtihan dönemini yaşamalarını, bu dönemde eksikliklerini tamamlamalarını, zaaflarını tedavi etmelerini istemektedir. Onlar ne kadar çabuk eksikliklerini giderirlerse, yüce Allah da imtihan dönemini o kadar kısa tutacaktır, onlar aracılığı ile dilediğini gerçekleştirecektir. Akıbete gelince, kesinlikle değişmez:

"Hayır, biz hakkı, gerçeği batılın, eğriliğin başına çarparız da batılın beyni parçalanır ve yok oluverir." (Seyyid Kutub Tefsiri)

19. Çünkü, göklerde ve yerde var olan her şey O’nundur; O’nun yanında yer alanlar O’na kulluk etmekte asla ne kibre kapılırlar ne de usanç duyarlar:
20. Gece gündüz bıkmadan-yorulmadan O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini anıp dururlar.[*]

Göklerde ve yerde olan bütün canlı varlıkları Allah'dan başka kimse bilemez. Sayılarını hesaplayamaz. İnsan aklının, insan tecrübesinin ürünü bilimler sadece insanın varlığını tartışmasız kabul ederler. Mü'minler ise, Kur'anda sözü edildiklerinden dolayı meleklerin ve cinlerin varlığını da kesinlikle kabul ederler. Ama biz melekler ve cinler hakkında yaratıcılarının bildirdiklerinin dışında bir şey bilmiyoruz. Bunların dışında ve dünya gezegeninden başka gezegenlerde akıl sahibi varlıklar olabilirler. Bunlar da yaşadıkları gezegenlere uygun özelliklere ve şekillere sahip olabilirler. Hiç kuşkusuz bunun bilgisi Allah katındadır.

Biz, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur" ayetini okuduğumuz zaman, bildiğimiz canlıları anlıyoruz. Bilmediklerimize ilişkin bilgiyi de gökleri, yeri ve her ikisi arasındaki canlı varlıkları yaratan yüce Allah'a bırakıyoruz.

"Onun katındakiler" ifadesi ile öncelikle melekler kastedilmiş olabilir. Ama biz ifadeyi sınırlandırmaya, belli bir canlı türüne özgü kılmaya kalkışmıyoruz. Çünkü ifade geneldir, melekleri olduğu kadar başka varlıkları da içermektedir. İfadeden öyle anlaşılıyor ki, bunlar yüce Allah'a en yakın canlılardır. "Katında" kelimesi, Allah için kullanıldığı zaman yer ifade etmez, bir sıfatın açıklaması da sayılmaz.

"O'nun katındakiler hiçbir büyüklük kompleksine kapılmaksızın ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler."

Şu müşriklerin yaptığı gibi Allah'a kulluk etmekten kaçınmazlar, büyüklük taslamazlar, "bıkmaksızın O'na ibadet ederler", yani ibadette kusur işlemezler. Bütün hayatları ibadetten, gece gündüz bıkmadan, usanmadan, kesintiye uğratmadan Allah'ı eksikliklerden uzak tutmaktan, tesbih etmekten ibarettir.

İnsanlar da tıpkı melekler gibi hayatlarını ibadetten ibaret hale getirebilirler. Ara vermeden hep Allah'ı eksikliklerden uzak tutma ile, kulluk ile geçirebilirler hayatlarını. Çünkü kişi Allah'a yöneldiği sürece İslâm, onun her hareketini, her,nefesini ibadet olarak tanımlar. Hayatın güzelliklerinden kişisel olarak yararlanmak dahi olsa. (Seyyid Kutub Tefsiri)

21. Yoksa onlar yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de, onlar mı ölüleri tekrar diriltecekler?[*]

(Yoksa?) Em-i munkatı‘a olup bel e anlamındadır; kendisinden öncesini bir kenara bırakıp kendisinden sonrasının yadırgandığını ifade eder. Yadırganan ise onların yeryüzünde yaşayanlar arasından ‘ölüleri diriltecek’ birtakım tanrılar edinmeleridir. Hayatım üzerine ant içerim ki gerçekleşmesi mümkün olmayan en büyük şey, kendileri ölü olan şeylerin ölüleri diriltecek olmasıdır! Şayet Şayet “Ölüleri diriltecek ilâhlar edinmeyi Müşriklere isnad edip sonra bunun doğru bir şey olmadığını söylemek nasıl mümkün olabilir? dersen şöyle derim: Onlar, ilâhlarının böyle bir şey yapabileceğini iddia etmiyorlardı ki! Onlar böyle bir iddiadan son derece uzak oldukları halde onlara böyle bir suç nasıl izafe edilebilir? Şu da var ki “Aslında, onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, kesinlikle, ‘Allah’ derler” [Lokman 31/25] ayetinde belirtildiği üzere Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ikrar ettikleri ve ‘Allah’ın ilk yaratılış dâhil bütün her şeye kadir olduğunu söyledikleri halde yeniden dirilişi inkâr ediyorlar ve “Şu çürüyüp un-ufak olmuş kemikleri kim diriltebilir?!” [YâSîn 36/78] diyorlardı. İkinci bir kadîm varlığın muhâl olması gibi, ölüleri yeniden diriltmeyi, her şeye kadir olan Allah’ın kudreti dışında muhal bir şey olarak görüyorlardı. Böyle olmakla birlikte, nasıl olur da, kudretle vasıflandırılmaları asla mümkün olmayan cansız varlıkların ölüleri dirilteceğini iddia etmiş olabilirler?” dersen şöyle derim: Durum senin bahsettiğin gibidir. Fakat onların putlarına ilâhlık vasfı vermeleri, onların putlarında ölüleri diriltme kudretinin de olduğunu iddia etmelerini gerektirir. Çünkü ilâh ismini alma hakkına ancak her şeye gücü yeten bir varlık sahip olabilir. Ölüleri diriltmek de güç yetirilmesi gerekli şeyler arasındadır. Dolayısıyla, bu ifadede Müşriklerle alay etme, onları azarlama ve onların cahilliklerini ortaya koyma anlamı bulunmaktadır. Yine bu ifade, onların Allah’ın kudretinden uzak gördükleri şeyin aslında uzak olmadığını, bu konuda kendilerinin yanılgı içinde olduklarını hissettirmektedir. Çünkü bir varlığın ilâh olduğu kesinleşince, artık onun varlıkları hem yoktan yaratmaya hem de öldükten sonra diriltmeye de kadir olduğu kesinleşir. (Zemahşeri Tefsiri)

22. Eğer yerde ve gökte Allah’dan başka ilahlar olsaydı yerin ve göğün düzeni altüst olurdu[*]. Arş’ın rabbi olan Allah, o müşriklerin asılsız yakıştırmalarından münezzehtir Temiz, arı. Uzak. .

Yerde gökte yani bütün varlık dünyasında şayet söz sahibi olacak ve kendisine itaat edilecek Allah'tan başka ilâhlar olsaydı muhakkak ikisi de fesada uğrar yok olurdu. Yer ve gök bütün kâinat yok olup giderdi veyahut hiç var olamazdı. Madem ki, bütün düzenleriyle varlıklarını sürdürmektedirler, o halde Allah'tan başka ilâh yoktur. Çünkü ilâh demek hiçbir hususta acizliğe düşmesi mümkün olmayacak şekilde mükemmel bir kudret sahibi demektir. Onun için Allah'tan başka yerde ve gökte kendi gücü ile işleri idare eden ve icraat yapan ilâhlar farz edildiği takdirde her birinin illet-i tamme (herhangi bir şeyin var olması için gerekli olan sebep, etken) olması lazım gelir, herbirinin yeteri kadar güce sahip olduğu, icad etme, yok etme, diriltme, öldürme, bozma ve değiştirme ve daha nice işleri başkasına muhtaç olmaksızın tek başına yapabilecek kuvveti bulunduğu varsayılmış olur. Bu durumda yer ve göğün var olmalarının gerçekleşmesinde ya her biri, ya hepsi ayrı ayrı tesir etmiş olacak veya yalnız birisi etken olacak. Yalnız biri etken olacaksa diğerleri ilâh değilmiş demek olur. Ve eğer her biri etken olacaksa çeşitli sebeplerin bir tek etki alanı üzerine, bağımsız bir şekilde gelip toplanmaları ve çatışmaları lazım gelir ki, imkansız bir şeydir. Bunların anlaşarak orada toplanmaları imkansız olduğu gibi, bir uyumsuzluk içerisinde, anlaşmaksızın orada bulunmaları da mümkün değildir. Çünkü, anlaşmazlık olursa, mesela biri yapmak isterken diğeri yıkmak isterse, eserde karşıt iki tarafın münakaşası ve karşılıklı engellemeleri sonucu hiçbir şey meydana gelemez. Eğer anlaşarak bir yerde toplanmışlarsa, bağımsızlık konusunda tartışma ve çelişki olur.

Diğer bir ifadeyle karşı güçler arasında birbirlerini geriye püskürtme eylemi oluşur veya hasılı tahsil (var olan bir şeyi var etmeye çalışma) lazım gelir. Ve yine birden fazla ilâhın olmaması gerekir. Yok eğer hepsinin anlaşıp ortaklaşa yaptıkları etkileri varsayılacak olursa, bu durumda herhangi bir şeyin var olması için gerekli olan sebepler, ancak hepsinin toplamından ibaret olacağından, herbiri tam bir etken değil, tesir gücü az olan noksan etken olmuş olur. Noksan olan ise ilâh olamayacağından hiçbirinin ilâh olmaması gerekir. O halde olsa olsa bunların hepsi ancak birleşerek bir ilâh olacak, yani değişik ilâhlar topluluğu değil de noksanlardan meydana gelen bir topluluğun tümüne birden bir ilâh denmiş olacak. Halbuki her ne olursa olsun bunların yekünü de bağımsız bir güce sahip değildir; yer ve gök gibi, birleşmeye, bir düzene ve bunları yapacak etkin bir güce muhtaçtır, dış etkilere bağlıdır. Böyle olan bir şeyin, ilâh olamayacağı ise açıktır. Sözün kısası Allah'tan başka ilâhlar ve hatta O'nun dışında bir ilâh bile varsayılırsa, gerek ortaklık şeklinde farzedilsin ve gerek tek başına bağımsız olarak düşünülsün ilâh varsayılanların ilâh olamaması lazım gelir. Çelişki muhakkak olurdu. Mutlak varlıkta sağlıklı hiçbir yapıya imkan kalmaz, varlık namına hiçbir şey gerçekleşemezdi, yer ve gök bulunamazdı. Oysa bugün yer ve gök bozguna uğramayıp, sağlıklı yapılarıyla dimdik ayaktadırlar.

Demek Allah'ın birliği yer ve göğün varlığı sebebiyle çok açık bir şekilde bilinmektedir. İşte Allah, O her şeye galib, O büyük varlık ve yaratılış saltanatına sahib olan, o Arş'ın Rabbı, başka ilâhlar edinen putçuların, zalimlerin ve gafillerin isnad ettikleri vasıflarından çok münezzeh ve yücedir. O'nu noksanlık lekelerinden tenzih ederek tesbih etmelidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

23. Yüce Allah, yaptığı hiçbir şeyden dolayı sorgulanamaz, ama onlar yaptıklarından sorulur.[*]

O halde Allah o zalimleri, kâfirleri, o kötülük yapanları niçin yaratıyor? İsterse bir zaman için olsun onların fenalıklarına niye meydan veriyor, denecek olursa O, yaptığından sorumlu olmaz. Onun hiçbir şekilde sorumlu bulunma ihtimali yoktur. Hikmeti araştırılıp üzerinde düşünülmez değil, fakat her türlü kusurdan uzak olan Allah'ın yaptığı işlerinden dolayı, kendisiyle münakaşa edilme imkan ve ihtimali olmadığı gibi, fiillerine de kendisinden başka hakim ve bir şeyin olmasını gerekli kılacak bir sebep, bir niçin, bulunması ihtimali de yoktur. Çünkü O'nun üstünde hiçbir hakim, hiçbir etken yoktur. O, bütün hakimlerin hakimi, bütün sebep ve etkenlerin yaratıcısı ve icad edicisi olan, istediğini yapan tek ilâhtır. Dilediği şekilde hareket eder, bununla beraber eğlence edinmekten münezzehtir. Hiçbir işi oyuncak değil, her yaptığı hikmetin ta kendisidir. Hikmetinin hakikati de kendi bilgisindedir. Bildirirse bildirir, bildirmezse yalnız kendi bilir. Sözün özü: O'na karşı "Şu neden şöyle oldu, niçin yaptın? Söyle bakayım" gibi sorgu ve azarlamaya kalkışmak kimsenin haddi değildir. Halbuki onlar, yani kullar sorgulanırlar. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

***

Hükümdar ve zorbalar genelde ülkede yaşayanlarca hesaba çekilmezler; millet korku ve saygısından bunlara yönetimleri esnasında yapıp ettiklerinden, getirip götürdüklerinden sorgu sual etmez. Oysa hükümdarlar da hata edebilir, ayakları sürçebilir ve envâiçeşit bozuk icraatlar sergileyebilirler. Bu böyle olduğuna göre Hükümdarlar Hükümdarı, Efendiler Efendisi, insanların yaratıcısı ve rızık vericisi olan Allah, yaptıklarından sorumlu tutulmamaya elbette daha lâyıktır. Üstelik akıllar şunu kesinlikle bilir ve kabul eder ki Allah’ın her işi hikmetin bir gereği olarak yapılmıştır; Allah’ın hata yapması ve kötü işlerle uğraşması mümkün değildir. “Fakat onlar” yaptıklarından “sorumludurlar;” çünkü kuldurlar, köledirler, hata doludurlar.3 Bu sebeple yaptıkları her bir iş için “Niçin böyle yaptın?” denmeye son derece lâyıktırlar. (Zemahşeri Tefsiri)

***

Varlığın bütününe egemen olan bir ilah ne zaman sorguya ekilecektir? Kulları üzerinde ezici bir güce sahipken, başka bir irade tarafından, hattâ kendisinin belirlediği ve varlık düzenine egemen kıldığı yasalar sistemi tarafından sınırlandırılmayan serbest bir iradeye sahipken, kimmiş O'nu sorguya çekecek olan? Sorgulama ve hesaba çekme, belirli sınırlara konulmuş kriterlere dayanır. Sınırları ve kriterleri belirleyen serbest iradedir. Bu yüzden evren için dilediği gibi belirlediği sınırlar ve kriterler tarafından ınırlandırılamaz bu irade. Yaratıklar ise, kendileri için konulmuş olan bu kriterler doğrultusunda tutulup hesaba çekileceklerdir.

Kimi insanlar zaman zaman gurura kapılıp inkârcı bir eda ile, hayret ederek birtakım sorular sorarlar... Allah niye böyle yapmış?.. Bunu yaparken hangi hikmeti gözetmiştir? gibi.. Sanki şunu demek istiyorlar. Biz bunda bir hikmet görmüyoruz!

Bu tutumları ile onlar yüce ma'bud karşısında takınılması gereken zorunlu edep tavrının sınırlarını aşıyorlar. Bunun gibi insanın kapasitesi belli olan kavrama yeteneğinin sınırlarını da aşıyorlar. İnsanın kavrama yeteneği belli bir alanda sınırlı olduğu için nedenleri, gayeleri ve etkenleri bütünüyle kavrayamaz.

Her şeyi bilen, düzenleyen ve her şeye egemen olan kim ise O'dur planlayan, yöneten ve hükmeden. (Seyyid Kutub Tefsiri)

24. Yoksa Allah ile aralarına girecek ilahlar mı edindiler? De ki: “Kanıtınızı getirin. Bu Kur’an, benimle birlikte olanların zikri / kitabı, benden öncekilerin de zikridir.” Aslında onların çoğu, bu gerçeği bilmezler de yüz çevirirler.
25. Biz senden önce gönderdiğimiz tüm elçilere "Yalnızca tek ilah benim, benden başka ilah yok. O halde sadece bana kulluk edin" diye vahy etmişizdir.
26. Yine de, bazıları kalkıp: “Rahmân kendine bir oğul edinmiştir!” diyor. O yüceler yücesi (ölümlülere özgü bu tür eksiklerden) mutlak anlamda uzaktır! Hayır, [Allah’ın “soyundan” gelmiş[*] gözüyle baktıkları o kimseler] yalnızca Allah’ın seçkin kullarıdır:

Bu ifade, Hristiyanların “Allah’ın oğlu” olarak gördükleri Hz. İsa gibi peygamberlere ve İslam öncesi dönemlerde Araplar’ın “Allah’ın kızları” olarak gördükleri meleklere işaret etmektedir. (Muhammed Esed Tefsiri)

27. Onlar, kendi sözlerini O`nun sözünün önüne geçirmezler: yani onlar sadece O`nun talimatıyla hareket ederler.
28. (Allâh) Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir. (Allâh’ın) râzı olduğundan başkasına şefâ’at edemezler ve onlar, O’nun korkusundan titrerler.
29. Kaldı ki onlardan biri "O`ndan bir alt basamakta da olsa, sonuçta ben de bir ilahım demiş olsaydı, bu takdirde onu cehennemle cezalandırırdık: Çünkü haddini bilmeyenleri Biz böyle cezalandırırız.
BÖLÜM 3
30. O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi? [*]

Bu, gözler önüne serilmiş, evren boyutunda çıkılan bir gezintidir. Ama, kalpler evrende yeralan büyük mucizelerden habersizdirler. Açık bir basiretle, bilinçli bir kalple, uyanık bir duygu ile düşünüldüğü zaman, insan kalbini şaşırtan mucizeler vardır evrende.

Burada yeralan göklerle yerin bitişikken ayrıldıklarına ilişkin açıklama, üzerinde düşünülmesi gereken bir açıklamadır. Evrende meydana gelen olayları yorumlamak amacı ile ortaya atılan astronomi bilimine ilişkin teoriler, Kur'an-ı Kerim'in bin üçyüz sene önce dile getirdiği bu gerçeğin etrafında dönüp durmuşlardır.

Bugün için geçerli olan teori şudur: Güneş ile onun uyduları sayılan yer ve ayın oluşturduğu güneş sistemi gibi yıldız kümeleri bir kütle halindeydiler. Sonra birbirinden ayrılıp bu yuvarlak şekli almışlardır. Yeryüzü de güneşin bir parçasıydı. Ondan ayrılmış ve soğumuştur.

Ne var ki, bu astronomik bir teoriden başka bir şey değildir. Bugün geçerlidir, yarın çürütülebilir. Evrende meydana gelen olayları daha tutarlı yorumlayan başka bir teori ortaya çıkabilir, böylece önceki teoriyi geçersiz kılabilir. İslâm inancına sahip olan bizler kesin olan Kur'an ayetini kesinliği söz konusu olmayan, bugün kabul edilen, yarın çürütülen bir teori doğrultusunda açıklamaya kalkışamayız. Bu yüzden Fi Zilâl'il Kur'an'da, Kur'an ayetleri ile bilimsel diye adlandırılan teorileri uyuşturmaya çalışmıyoruz. Çünkü bilimsel diye adlandırılan teoriler, ısıda madenlerin genleşmesi, sıcakta suyun buharlaşması, soğukta ise donması gibi deneyle, kanıtlanmış değişmez ilmi gerçeklerden farklı şeylerdir. Daha önce Fi Zilâl'de değindiğimiz gibi, bu ilmi gerçekler varsayımlara dayalı teorilerden tamamen ayrıdırlar.

Kuşkusuz Kur'an, bilimsel teorileri içeren bir kitap değildir. Deneysel bir bilim olması için de gelmemiştir. Kur'an hayatın bütününü ele alan bir sistemdir. Aklın kendi sınırları içinde hareket etmesini ve toplumun kendi sınırları içinde hareket eden akla fırsat tanımasını sağlamak ve kesinlikle bilimsel ayrımlara müdahale etmemeyi öngören bir sistemdir. Çünkü bilimsel ayrıntı sayılan konular çalışma ve hareket etme özgürlüğü sağlandıktan sonra insan aklına bırakılmıştır.

Burada açıkladığı gerçek gibi Kur'an-ı Kerim zaman zaman evrensel gerçeklere işaret eder:

"Gökler ve yer yapışıkken biz ayırdık onları."

Sırf Kur'an-ı Kerim'de yer alıyorlar diye biz bu gerçekleri tartışmasız kabul ediyoruz. Ama göklerle yerin nasıl ayrıldıklarını ya da göklerin yerden ayrılış şeklini bilmiyoruz. Sadece Kur'an-ı Kerim'in genel bir ifade ile dile getirdiği bu gerçekle çelişmeyen astronomik teorileri kabul ediyoruz. Ama herhangi bir Kur'an ayetini bu teorilerden birine göre yorumlamaya kalkışmıyoruz. Kur'an-ı Kerim'den insanların ortaya attığı teorileri doğrulamasını da istemiyoruz. Çünkü tartışmasız kabul edilmesi gereken gerçek, Kur'an-ı Kerim'in içerdiği gerçeklerdir. En fazla şunu söylemek mümkündür! Bugün geçerli olan astronomik teori kuşaktan kuşağa aktarılan bu Kur'an ayetinin genel ifadelerle dile getirdiği anlamla çelişmiyor!

Ayetin ikinci bölümüne gelince, "Ve bütün canlıları su'dan meydana getirdik:" Bu da çok önemli bir gerçeği dile getirmektedir. Bilginler bu gerçeğin keşfini ve ortaya çıkarılmasını büyük bir olay sayıyorlar. Bu gerçeği ortaya çıkardığı ve hayatın ilk kaynağının su olduğunu belirlediği için Darwin'i göklere çıkarıyorlar.

Bu gerçeğe dikkatli bakmak gerekir. Bu gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de yer alması bizi hayrete düşürmez ve bu Kur'anındoğruluğuna ilişkin inancımızı arttırmaz. Çünkü biz onun Allah katından geldiğine inandığımız için her açıklamasını kesinlikle doğru olarak kabul ediyoruz. Bilimsel teorilere ya da keşiflere uyduğu için değil. Burada da en fazla şunu söyleyebiliriz: Darwin ve arkadaşlarının ortaya attıkları, "hayatın ortaya çıkışı ve gelişmesi"ne ilişkin teori bu açıdan Kur'an ayetinin ifade ettiği anlamla çelişmiyor.

On üç asırdan fazla bir süredir, Kur'an-ı Kerim kâfirlerin bakışlarını evrende yer alan ilahi sanatın olağanüstülüklerineçevirmekte ve bu olağanüstülüklerin varlıklar alemine serpiştirildiğini gördükleri halde inanmayışlarını ayıplamaktadır.

"Onlar yine de iman etmiyorlar mı?"

Çevrelerinde yer alan evrendeki her şey, onları yaratan, arattıklarını hikmetle yönlendiren Allah'a inanmaya zorladığı halde halâ inanmıyorlar mı? (Seyyid Kutub Tefsiri)

***

Çevirilerde, bu ayete; “Gökler ve yer daha önce bitişikti de biz onları ayırdık, her canlıyı da sudan yarattık.” şeklinde anlam verilmektedir. Bunun nedeni; ayette, “bitişik” anlamına gelen “ratkan” sözcüğü ile yine “ayırma” anlamına gelen “tanka” sözcüğünün birincil anlamları olan “bitişik” ve “ayırma” sözcüklerinin gerek bağlamları, gerek cümle içinde taşıdıkları anlamları dikkate alınmamış olmasıdır. Böyle olunca da yanılgıya düşmüşlerdir. Öyle ki bu çevirilere göre ayet, muhatap aldığı kimselere yerin ve göğün daha önce bitişik olduğunu neden görmediklerini sormaktadır. Böyle bir soru, soru olarak doğru değildir. Bu sorunun cevabını, sorulanlar nasıl bilebilsinler ki?” Öyle ya, “Dünya’nın önce bitişik olduğunu ve daha sonra ayrıldığını” o insanlar nasıl görüp bilebilirdiler ki? Bu da yetmiyormuş gibi tefsir kitaplarımız bu ayetin, evrenin nasıl yaratıldığını anlattığını iddia etmekte ve bunun “big-bang teorisi”ni ifade ettiğini söylemektedirler. Oysaki Rabb’imiz, bizzat tanıklık edilen bir durumdan söz etmektedir. Denilmektedir ki, “Bir çatlağı ve yarığı olmadığı halde gökten yağmurun yağdığını ve kurumuş olan yerin de bu su ile yarılıp canlı varlıklar bitirdiğini anlatmaktadır. (Erhan Aktaş Tefsiri)

31. Yer kabuğu onları sarsmasın diye yerde sabit dağlar oluşturduk[*]. Gidecekleri yere ulaşsınlar diye de geniş yollar oluşturduk.

Dağ anlamına gelen (راسي) râsi” kelimesinin çoğulu olan (رواسي) revasi”, Kur’an’da 9 kez geçmektedir. Bu ayette olduğu gibi 2 ayette daha (ميد) meyd” fiiliyle birlikte kullanılmıştır (Nahl 16/15, Lokman 31/10). Meyd, “gidip gelme, sallanma, sarsılma” anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple kelimenin geçtiği üç ayete, “sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde meal verilmekte, bu da dağların bulunduğu bölgelerde deprem olmadığı gibi bir yanlış anlamaya sebep olmaktadır. Oysa ayetteki (أَن تَمِيدَ بِكُمْ) en temide bikum” ifadesini “sizi sarsar diye” şeklinde çevirmek metne daha uygun olacaktır. Dolayısıyla ayetin meali “sizi sarsar diye yere sabit dağlar yerleştirdi” şeklinde olmalıdır. Ayette insanları sarsacak olan “yeryüzü”dür (الأرض). Dağların varlığı insanları bu sarsıntı esnasında korumak, daha güvenli bir yerleşim yeri oluşturmak içindir. Ayette dağların yeri sabitlemesinden bahsedilmemektedir. Nitekim toprak, kum ve alüvyonlu kıyı kesimlerin depremlerde en uzun süreli sarsıntı yaratan, sarsıntının şiddetinin en büyük, hızının en fazla olduğu bölgeler olduğu, dağlık ve kayalık alanlarda ise bu sarsıntıların çok daha kısa ve yavaş olduğu yerbilimleri tarafından da tespit edilmiş gerçeklerdir. Ayet bu gerçeği dile getirmekte, bu özelliğinden dolayı dağlar için demir atma, sabitleme kök anlamından türetilmiş (رواسي) revasi kelimesi kullanılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

32. Gökyüzünü de korunmuş bir tavan[*] yaptık. Onlar ise oradaki, (Allah’ın kudretini gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.

“Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık” ifadesi dünyayı saran ve onu her türlü zararlı maddelerden koruyan atmosferi ve onun tabakalarını işaret etmektedir. Çünkü ayette “gökleri” demiyor, “gökyüzünü” diyor. Tabii ki bu yorum sadece bugün için yapılmış bir yorumdur. Uzayda yer alan sistemler üzerindeki çalışmalar bize bazı bilgiler verdikçe biz de Kur’an’ın o bilgilerle alakalı ipuçlarına bakıyoruz. Havadaki ses ve görüntüyü taşıyan elektromanyetik dalgaların sesi ve görüntüyü değişen frekanslarla bozulmadan hedeflenen noktaya ulaştırması da gökyüzünün ne kadar korunaklı olduğunu göstermektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

33. Geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Onların her biri kendi yörüngelerinde hareket etmektedirler.[*]

Zımnen: kâinatın kütle çekimiyle içine çökmeden kalabilmesi Allah’ın koyduğu kozmik tavaf sayesinde mümkün olmaktadır. Felek, “dairevî ve küresel olan her şeyi” kapsar (Taberi). Burada gök cisimlerinin hem yuvarlaklığına, hem dönüşüne, hem de “yörüngelerine” bir işaret bulunabilirse de, asıl maksat kozmik bilgiler değil ahlâkî öğütlerdir. Nihilizmi kökten reddeden bu âyetlerin verdiği öğüt şudur: Âlemde ‘cansız’ diye nitelenen varlıkların bile bir anlam ve amacı varken, varlık ağacının en soylu meyvesi olan insanın bir anlam ve amacı olmasın mı? Ya da: Gök nesnelerine bir yol tayın eden Allah, insan gibi akıllı ve iradeli bir varlık için bir yol ve güzergâh belirlemesin mi? (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

34. Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ölümsüz mü olacaklar?"[*]

Bu ayette; Hz. İlyas’ın da İsa’nın da diğer insanlar gibi öldüğü ve o gün için Hz. Peygamberin de günü gelince öleceği yani onun da bir fani olduğu ifade edilmektedir. Uhud Savaşına Hz. Peygamberin ölüm haberi gelince mü’minler dağılmaya yüz tutmuştu. Bunun üzerine “Muhammed, sadece bir Peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?..) (A. İmran 3/144) ayeti nazil olmuştu. Nitekim 7 sene gibi bir zaman geçtikten sonra Hz. Peygamber vefat etmişti. Ama aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen Müslümanların bazıları Hz. Muhammed’in ölmediğini ve onun her daim Müslümanlarla beraber olduğunu ve Müslümanları teftiş ettiğini iddia ediyor. Bu ayet aynı zamanda bunun gibi mesnetsiz iddialara cevap vermektedir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

35. Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi imtihan için, şerle de hayırla[*] da zor bir denemeden geçireceğiz. (Sonunda) Huzurumuza çıkarılacaksınız.

Kur’an şerri Allah’a nisbet de izafe de etmez (Ayrıntı için bkz: 3:26; 10:11 ve 72:10, ilgili notlar). Bu âyette de şer Allah’a ne izafe ne de nisbet edilir. Sadece Allah’ın “hayır ve şer ile imtihan ettiği” buyurulmuştur. Metinde şer, min ile değil ilsak için kullanılan bâ ile gelmiştir. Bunun anlamı şerrin “sınava alet” kılınmasıdır. Maksadı ise Zerdüştizm ve Maniheizm gibi düalizme dayalı her tür şirki reddetmektir. Düalist şirk inancı, iyilik ve kötülük tanrısına dayanır. Bu, kötülüğün tanrısal olduğunu söylemek ve kötülüğü meşrulaştırmaktır. Ona ontolojik bir kimlik vermektir. Bu âyetin amacı, Allah dışında bir yaratıcı vehmine yol açan “kötülük tanrısı” icadını reddir. Ana akım Kelâmcılar, Allah Rasûlü’nden yüzyıllar sonra, düalist akidelerin tahribatını önlemek için, şerri Allah’a nisbet etme ihtiyacı duymuşlardır. Öyle ki, hayrihî ve şerrihî (O’nun hayrı ve O’nun şerri) gibi Kur’an’ın asla ve kat’a onaylamadığı cümleleri, müslümanların akidelerine ilave etmişlerdir. Fakat düalizmin tahribatına karşı alınan bu geçici önlem, düalizm tarih sahnesinden silindiği halde yok olmamış, aksine müslümanların akaidinin bir parçasına dönüşmüştür. Bunun yol açtığı tehlikeleri şöyle özetleyebiliriz:

1) Akidenin vahiyle sabit sınırları yaz-boz tahtasına döndürülmüştür. Bu sorun sadece Allah’ın söz sahibi olduğu iman alanını beşeri içtihada açmıştır. Bu yüzden; “Akaitte mezhebin nedir?” gibi acaip ve garaip bir soru sorulabilmiştir. Oysa iman esaslarını belirlemek beşerin değil el-Mü’min olan Allah’ın hakkıdır.

2) Allah’ın esma-i hüsnasından biri de el-Hayr’dır (12:64; 20:73). Kur’an’da hayr 20’ye yakın yerde Allah’a isnatla gelir. Kur’an’da şer 30 yerde kullanılmasına rağmen Allah’a isnat ve izafe edilmez. Enbiya 35 de bunun istisnası değildir. Allah’ı gösteren nahnu (Biz) zamiri ile şer fiili arasına iki engel konulmuştur: neblû (sınarız) fiili ve bâ edatı. Yani Allah buradada şer ile arasına iki lisani mesafe koymuştur. Kur’an’da “hayır Sendendir” (3:26) diyen âyet vardır da, “şer Sendendir” diyen bir âyet yoktur. (Ayrıntılı bir tahlil için bkz: M. İslamoğlu; Kur’an’a Göre Esma-i Hüsna, II, 1186-1215). Bu durumda şerri Allah’a isnat veya izafe etmek, akideyi belirlemede beşerin sözünü Allah’ın sözüne ortak ilan etmektir.

3) Milel-Nihal edebiyatında Zenâdıka genel ismiyle anılan başta Maniheizm olmak üzere tüm düalist akımlara karşı önlem kabilinden geçici olarak akideye dahil edilen hayrihi ve şerrihi minallâhi teâlâ (hâşâ) anlayışı, düalizm tarih sahnesinden çekilmesine rağmen, ilâhî vahiyle belirlenen iman esaslarına beşeri bir yama olarak yapışmış kalmıştır.

4) Düalizmle savaşmak için akideye sokulan “Allah’ın şerri” (şerrihi) yanlış itikadı, beklendiğinin aksine, düalizmle savaşmayı imkânsızlaştırmış ve düalist batıniliğe İslam’ın kapılarını açmıştır. Yani, beklenenin tam tersi bir sonuç vermiştir. Zira eğer şerri Allah’a isnat ederseniz, kötülükle savaşmak tanrıyla savaşmak anlamına gelecektir. Bu bakış açısı, müslümanları kadercilik batağına sürüklemiştir. Nitekim şerri Allah’a isnat eden kelâmi ekollerin varıp demirlediği yer, o bataklık olmuştur.

5) Allah hayrı diler, hayrı yaratır. Kâinatta var olup da mahza şer olan hiçbir şey yoktur. Hayır, bir şeyin yaratılış amacını gerçekleştirmesidir. Şer, bir şeyin yaratılış amacı dışına çıkartılmasıdır. Demek ki şerrin varlığı asli değil arızidir, varoluşsal değil kullanım hatasından doğan bir sonuçtur. Felak sûresinde “O’nun şerrinden” Rabbe sığınmamız istenmez, “O’nun yarattıklarının şerrinden” sığınmamız istenir (113:2) (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

36. Kafirler seni gördüklerinde, ancak seninle alay ederler: "İlahlarınızı diline dolayan bu mu?" derler, işte Rahman’ın zikrini / kitabını inkar edenler onlardır.
37. İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size yakında (azaba dair) alametlerimi göstereceğim. Şimdi siz acele etmeyin.[*]

Lafzen, “aceleci olarak yaratılmıştır” -yani, tabiat olarak sabırsızdır: karş. 17:11’in son cümlesi. Bu ayetin anlam örgüsü içinde bu ifade, olacak olan, başa gelecek olan şeyler konusundaki tezcanlılığı dile getirmektedir: ve özellikle burada -sonraki ifadeden de anlaşılacağı üzere- Allah’ın mukadder yargısına inanmamakta gösterilen acelecilik sözkonusudur. (Muhammed Esed Tefsiri)

***

Şayet ayet “Allah, ‘İnsan aceleci yaratılmıştır’ [Enbiyâ 21/37] ve ‘Çok acelecidir insanoğlu!’ [İsra 17/11] beyanlarına rağmen niçin onları acele davranmaktan nehyetti? Bu, güç yetirilemeyecek bir şeyin teklif edilmesi kabilinden değil midir?” dersen şöyle derim: Bu durum, Allah’ın insana şehvet yükleyip onu kontrolü altında tutmasını emretmesi gibidir. Çünkü Allah insana şehvetini engelleyebilecek ve aceleciliği terk edebilecek bir kudret vermiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

38. Ama yine de onlar: "Gerçeği söylüyorsanız, gösterin artık bu azabı, bu vâdin gerçekleşmesini daha ne kadar bekleyeceğiz!" diye söyleniyorlar.
39. İnkarda ısrar eden bu kimseler, yüzlerini ve sırtlarını ateşten koruyamayacakları, dahası hiçbir yardım da alamayacakları anın (dehşetini) keşke bir bilseler!
40. Doğrusu bu azap (kıyamet), onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Artık ne geri çevrilmesine güçleri yetecek, ne de kendilerine mühlet verilecektir.
41. Yemin olsun ki senden önceki elçilerle de alay edilmişti ve alay edenleri alay ettikleri şey (çepeçevre) kuşatmıştı.
BÖLÜM 4
42. De ki: "Sizi gece ve gündüz Rahman'dan[*] kim koruyabilir?" Hayır, hayır! Onlar, Rablerinin zikrinden / Kur'an'ından yüz çeviriyorlar.

Rahmân isminin geçtiği bir âyette kahır tehdidi!.. Zımnen: Merhametin kaynağından gazaba talip olmak ne büyük talihsizlik! (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

43. Yoksa onların, kendilerini (azabımızdan) koruyacak bizim dışımızda başka ilahları mı var? O sözde ilahlar kendilerine bile yardım edecek güçte olmadıkları gibi bizden de destek göremezler.[*]

“Bizden de destek göremezler” ifadesi, tapılan varlıkların canlı olduğuna işarettir. Hani insanların azaptan korunmak için kul köle oldukları, karşılarında el pençe durdukları, Allah’ın rızasından çok onları memnun etmek için mücadele verdikleri, dünyada ve ahirette şefaatlerini, himmetlerini bekledikleri, kendilerini Allah’ın azabına karşı Allah’tan koruyabileceklerine inandıkları kimseler var ya; işte onlara zımni bir atıf vardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

44. Hâlbuki onlara ve atalarına rahat bir hayat yaşattık, hatta ömürleri kendilerine uzun bile geldi. Şimdi görmüyorlar mı, yurtlarına geliyor, çemberi sürekli daraltıyoruz[*]. Bu durumda onlar mı bize galip gelecekler!

Allah’ın gelmesi, Allah’ın dininin gelmesidir. Bir yere Allah’ın dini gelince onun etki alanı genişlerken diğerlerininki daralır (Ra’d 13/41). Nebimizin Mekke’de dini tebliğ etmeye başlamasından sonra İslam’ın etkisi sürekli artarken kâfirlerin etkisi azalıyordu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

45. De ki: “Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.” Ne var ki sağırlar uyarılsalar da çağrıyı duymazlar.
46. Ant olsun ki, onlara Rabb'inin azabından hafif bir esinti dokunacak olsa, hiç kuşkusuz diyecekler ki: 'Vah bize! Doğrusu bizler zalim kimselermişiz!"
47. Kıyamet günü doğru tartan, duyarlı teraziler kurarız. Orada hiç kimseye haksızlık edilmez. İşlenen amel, bir hardal tanesi[*] kadar bile olsa onu ortaya koyarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.

Hardal tanesi gözlerin görebileceği en küçük, terazide de en hafif olan nesneyi tasvir etmektedir. Hesaplaşma günü bu bile terkedilmez, gözden kaçırılmaz. Son derece hassas ve dakik olan terazi onunla ya ağır bàsar ya da hafif kalır.

O halde herkes yarına ne hazırladığına baksın. Kalbini uyarıya açsın. Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren, onları alayla karşılayan ve onların içerdiği hak mesajdan habersiz olanlar, bu uyarı dünya veya ahirette gerçekleşmeden kendilerine gelmelidirler. Eğer dünya azabından kurtulacak olurlarsa, bir de ahiret azabı vardır. Orada teraziler kurulur ve hiç kimse haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi kadar bir şey bile gözden kaçırılmaz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

48. Andolsun biz, Musa ve Harun'a, takvâ[1*] sahipleri için bir ışık, bir öğüt ve Furkan'ı[2*] verdik.

[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

***

[2*] Âyetteki "Furkan" kelimesinin, terim olarak anlamı, hakkı bâtıldan, yani iyi ve doğru olanı, kötü ve yanlış olandan ayıran, bunun için ölçüler getiren şey demektir ki, Kur’an-ı Kerim’de bu kelime, daha ziyade semâvî kitaplar için kullanılmıştır. Nitekim Kur’an’ın bir adı da Furkan’dır. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

49. O takvä sahipleri ki, gıyaben (görmedikleri halde görüyormuş gibi) Rabb'lerinden korkarlar; kıyamet korkusundan da titrerler.
50. İşte bu da sana indirdiğimiz kutlu bir mesajdır. Hal böyle iken siz onu inkâr mı edeceksiniz?
BÖLÜM 5
51. And olsun ki biz daha önce İbrahim'e de rüşdünü vermiştik (akla uygun olanı göstermiştik). Biz onu biliyorduk.
52. Bir gün babasına ve halkına şöyle demişti: “Karşılarında saygıyla durduğunuz şu heykeller de nedir?”
53. Onlar ise:"Atalarımızı onlara kulluk ederken bulduk," dediler.
54. İbrâhim, “Andolsun ki, sizler de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
55. Onlar: “Sen ciddi misin, yoksa şakacı insanların yaptığı gibi bizimle eğleniyor musun? ” dediler.[*]

İyice düşünmediğinden, gerekli araştırmayı yapmadığından inancının dayanaklarına güvenmeyen, bu yüzden sarsılmış bir inanca sahip birinin soracağı bir sorudur bu. Bununla beraber, kuruntulara dayalı geleneklerin etkisi ile düşünsel ve ruhsal olarak donuklaşmış biridir bu adam. Hangi sözlerin gerçek olduğunu bilmiyor çünkü. İbadetkesin bir bilgiye dayanır, hiçbir kanıta dayanmayan asılsız kuruntulara değil. İşte aklın ve vicdanın dengeli, kesin ve açık kararlar vermesini sağlayan tevhidi inanç sistemine uymayanlar böyle bir bataklık içinde yüzerler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

56. İbrahim: “Hayır! Sizin Rabbiniz / Sahibiniz, göklerin ve yerin Rabbidir, onları yaratmış olandır. Ben bunu gözüyle görmüş gibi bilenlerdenim” dedi.
57. Sonra içinden şöyle geçirdi: "Allah'a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım."
58. Arkasından o putları kırıp parça parça etti, fakat bilgisine(!) başvursunlar diye en büyük putu sağlam bıraktı.

Kendilerine ibadet edilen düzmece tanrılar kırık dökük ağaç parçalarına, taş parçalarına dönüştüler. Büyükleri hariç... İbrahim -salât ve selâm üzerine olsun"bilgisine başvursunlar" diye ona dokunmamıştır. Olayın nasılmeydana geldiğini, kendisi de oradayken bu ufak tanrıları neden savunmadığını sorarlar diye onu kırmamıştır. Belki de o zaman meseleyi yeni baştan ele alırlar, doğruyu bulurlar. Bu putlara ibadet etmenin saçmalığını, tutarsızlığını kavrarlar diye.

Halk geri döndüğünde, bu putun dışındaki bütün düzmece tanrılarının paramparça edildiğini görmüş, ama ne ona ne de kendilerine şunu sormayı düşünmemişlerdir. Eğer bunlar tanrı iseler, neden başlarına böyle bir şey geldi? Ve neden kendilerini savunmadılar? Bu büyükleri niye onları savunmadı peki?... Ama bu soruyu kendilerine sormayı akıl etmediler. Hiçbir gerçekliğe dayanmayan, tamamen efsaneden kaynaklanan boş inanç sistemi akıllarının düşünme yeteneğini devre dışı bırakmıştı. Çünkü gelenekler, düşünme, düşündüğünü anlama, anladığını değerlendirme yeteneklerine zincir vurmuştu. Ama onlar, bu doğal soruyu, tanrılarının parçalayan, onları bu hale getiren kişiden intikam almak için soruyorlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

59. (Onlar dönünce:) “Kim yaptı bunu ilahlarımıza? (Her kimse) muhakkak o zalimlerden biridir!” dediler.
60. Bazıları, “Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş” dediler.
61. “İbrahim’i insanların karşısına getirin, belki İbrahim’in putları kırdığına dair şahitlik eden birisi bulunur” dediler.
62. (İbrahim gelince) “Ey İbrahim! Sen mi yaptın bunu ilahlarımıza?” diye sordular.
63. İbrahim “Belki de bunu onlara putların en büyüğü yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa, kırılan putlara sorun” dedi.[*]

Modern veya kadim her putperest tazim ettiği putun zavallı bir nesne olduğunu bilir. İyi de, o halde neden tapar? Bu sorunun tek cevabı vardır: Tapmak insanın ontolojik ihtiyacıdır. İnsan bir Allah’a kul olmazsa, kul olacağı binlerce sahte tanrıyı işte bunun için icat eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

64. Bunun üzerine kendilerine geldiler ve şöyle dediler: “Biz, gerçekten yanlış yoldayız!”[*]

İltifat. Sözlükte eğmek /bükmek /çevirmek anlamındaki “left = لفت” kökünden türeyen iltifât, bir şeyi yöneldiği taraftan başka bir tarafa çevirmek anlamına gelir. Terim olarak iltifat, üslupla ilgili edebî bir sanattır. Kullanıldığı yerlerde ifadeye tehdit ve korkutma, tenbih, kınama, silkeleme, uyarma ve hatırlatma, sebep gösterme, talebin önemini ifade etme gibi anlamlar katar. Dinleyicinin ilgi ve dikkatini canlı tutmayı sağlar. İltifat; kişide, tekillik-çoğullukta ve zamanda yapılabilir. Türkçede de benzer amaçlarla, konuşurken kişi değiştirme, tekil kişiyi çoğul zamirle ifade etme ve kipte değişiklik yapma vardır: ancak her dilin dinamikleri kendine özgü olduğu için bir dilden başka bir dile çeviri yapılırken aynı anlam inceliklerini yansıtmak her zaman mümkün olmaz. Bu yüzden mealimizde Kur’an’da geçen iltifat sanatlı söyleyişler, Türkçede daha iyi anlaşılması amacıyla yer yer lafzen değil, manen aktarılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

65. Sonra tekrar eski hallerine döndüler[*] (ve şöyle dediler): “İyi biliyorsun ki bunlar konuşamazlar.”

Önce ruhlarına dönmüş, vicdanlarının sesine kulak vermişlerdi. Sonra da baş üstü yere çakılır gibi eski inatçılıklarına dönmüşlerdi. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü, tasvirli ifade tarzının dile getirdiği gibi. Birincisi bakmak ve düşünmek için insanın içinde uyanan bir hareketti. İkincisi ise, düşünmeden, aklını kullanmadan tepe üstü yuvarlanmaktır. Yoksa bu son sözleri onların aleyhine bir kanıttır. Bu putların konuşmamasından daha büyük bir kanıt mı vardı İbrahim'in elinde?

Bu yüzden bilinen sabırlılığının ve yumuşaklığının dışında alışılmamış bir sıkıntıyla sert çıkıyor. Çünkü içine düştükleri bu gülünesi durum yumuşak huylu İbrahim'in sabrını taşırıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

66. (İbrahim) “Ne yani” dedi, “şimdi siz Allah’ı bırakıp da, size hiçbir yarar sağlayamayan ve hiç bir zarardan (da sizi koruyamayan) nesnelere mi kulluk ediyorsunuz?
67. Yazıklar olsun size ve Allah’tan başka kulluk ettiğiniz şeylere. Siz hala akıllanmayacak mısınız?” dedi.
68. Halk: “Eğer yapabilirseniz, onu yakın! İlahlarınızın intikamını alın!” dediler.
69. Biz de: "Ey ateş, İbrahim'e serin ve esenlik ol!"[*] dedik.

Ateş de İbrahim'e karşı serin ve zararsız oldu...

Nasıl?..

Niye sadece bunu soruyoruz ki?.. Çünkü bütün varlıklar bu "ol" kelimesi ile var olmuşlar, alemler onunla meydana gelmişler, evrene egemen olan yasalar onunla yaratılmışlar.

"O'nun, bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece `ol' demektir, hemen oluverir." (Yasin Suresi, 82)

Bu yüzden, "Ateşin canlı bedenleri yaktığı her zaman görülen ve bilinen bir şeydir, peki nasıl oluyor da ateş İbrahim'i yakmaz?" diye sormuyoruz. Çünkü ateşe "yak" diyen bu sefer "serin ve zararsız ol" demiştir. Bu kelime söylenir söylenmez, kastettiği anlam ne olursa olsun hemen gerçekleşir, insanların bu anlamı bilip bilmemeleri, alışık olup olmamaları durumu değiştirmez.

Yüce Allah'ın yaptıklarını insanların yaptıkları ile karşılaştıranlar, "Bu nasıl olur", "Şu nasıl olabilir?" gibi sorular sorarlar. Ama her iki tabiatın farklılığını, her iki tabiatın başvurduğu araçların başkalığını bilenler, kesinlikle böyle sorular sormazlar, gerek bilimsel gerek bilimsel olmayan gerekçeler uydurmaya çalışmazlar. Mesele kesinlikle bu alanla ilgili değildir. İnsanların kullandıkları ölçülere ve kriterlere göre yüce Allah'ın yaptıklarını analiz etme, yorumlama ile ilgili değildir. Bu mucizeleri yüce Allah'ın sınırsız gücüne bırakmanın dışında bu mucizeleri yorumlamak amacı ile başvurulan bütün düşünce sistemleri temelden bozuk sistemlerdir. Çünkü yüce Allah'ın yaptıkları insanların kriterlerine, az ve sınırlı bilgilerine uymaz.

Bize düşen bunun olduğuna inanmaktır. Çünkü bunu yapanın böyle bir şeyi yapmaya gücü yeter. Ama, ne yaptı da ateş serin ve zararsız oldu? Aynı şekilde İbrahim'e ne yaptı ki ateş onu yakmadı?.. İşte Kur'an ayeti buna bir açıklık getirmiyor. Çünkü sınırlı insan aklı ile bunu kavramak mümkün değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

70. Ona böyle bir tuzak kurmak istediler. Fakat biz onları en çok zarar edenler durumuna düşürdük.
71. Dahası onu ve (yeğeni) Lût’u (oradan) kurtararak, bütün milletler için mübarek kıldığımız yurda ilettik.[*]

İbrahim ailesinin Harran üzerinden Filistin’e göçü. Mukaddes Filistin topraklarının Yahudi ırkının değil evrensel tevhid ailesinin ortak mekânı olduğunun ifadesi. Zira orasının mukaddes kılınmasıyla MS. 7. yüzyıldan sonra icat edilmiş bir kimlik olan Yahudilerin alâkası yoktu. Daha İbraniler İsrâiloğulları adını almadan çok çok önce mübarek kılınmıştı. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

72. Ve ona İshak'ı verdik, Yakup'u da istemeden ihsan ettik ve hepsini de temiz ve iyi kişiler kıldık.
73. Onları bizim emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlar işlemeyi, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı vermeyi[*] vahyettik. Onlar sadece bize ibadet eden kimselerdi.

“Namazı ikame etmek, zekâtı vermek” terkibi, namaz ve zekâtın daha önceki toplumlarda da olduğunu gösteriyor. “Zekât” terimi Kur’an’ın pek çok yerinde temizlenmek, aklanmak, arınmak (Bakara 2/151, A. İmran 3/77, Tevbe 9/103, Taha 20/76) gibi anlamlara gelse de burada paranın ya da malın belli bir oranının sadaka olarak edilmesi anlamında kullanılmıştır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

74. Lût'a da sağlam bir muhakeme yetisi ve ilim verdik. Onu, halkı iğrenç işler yapan o kentten kurtardık. Onlar gerçekten çirkin davranışları huy edinmiş kötü bir toplumdu.
75. Ve (Lût’u) rahmetimizle kuşattık: çünkü o gerçekten dürüst ve erdemli kimselerdendi.[*]

Hz. Lût’un nebi olarak gönderildiği Sodom halkı, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı icra ediyor, erkeklerle eş-cinsel buluşması uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve Allah’ın ilahi tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğine karşı çıktılar ve hiç aldırış etmeden sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da Lût’un kavmi, Kur’an’ın farklı yerlerinde anlatıldığı gibi korkunç bir felaketle helâk oldu. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 6
76. Onlardan çok daha önce Nûh da Bize yalvarmış, bunun üzerine Biz de onun duasını kabul etmiş, onu ve onun yakınlarını büyük bir beladan kurtarmıştık.[*]

Hz. Nuh’un duası şöyleydi: “Ey Rabbim! İnkârcılardan hiç kimseyi yeryüzünde bırakma!Çünkü sen onları bırakırsan, sana kulluk edenleri hep saptırmaya çalışırlar ve yalnızca fesada ve inkâra sebep olurlar.Rabbim! Beni, ana babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla! Zalimlerin de ancak helâkini arttır.” (Nuh 71/26-27) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

77. Ona, ayetlerimizi yalanlayan topluluğa karşı yardım ettik. Kötülüğün toplumuydu onlar. Hepsini birden batırıp boğduk.
78. Ve Dâvûd ile Süleyman... Hani, halkın davarının yayıldığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı da biz hükümlerine tanıklar olmuştuk.
79. İkisine de ilim ve doğru karar verme yeteneği verdiğimiz halde kararı Süleyman’ın vermesini sağladık. Dağları ve kuşları da Davud'un emrine verdik; onunla beraber tesbih (ibadet) ederlerdi. Bunları yapan bizdik.
80. Bir de sizi savaşınızın şiddetinden koruması için ona, zırh yapma sanatını[*] öğrettik. Peki bütün bunlar için şükrediyor musunuz?

Davud (a.s.)’dan önce de zırh vardı, fakat plak halinde idi. Zırhı, kumaş gibi dokuyup zincirle tutturma işini o başlattı. Rivayete göre o Cenab-ı Allah’tan elinin emeği ile bir geçim vesilesi dileyince O da kendisine zırh yapmayı ilham etmişti. (Suat Yıldırım Tefsiri)

81. Kutlu ülkeye doğru o’nun buyruğuyla esip gitsin diye[*] o zorlu rüzgarı Süleyman’ın buyruğuna [Biz verdik]; çünkü her şeyin aslını bilen Biziz.

Bu ifade, öyle görünüyor ki, hesapsız zenginlikleri Filistin’e (“kutlu kıldığımız ülkeye”) taşıyarak Hz. Süleyman’ın dillere destan zenginliğini meydana getiren gemi filolarını îma ediyor. (Muhammed Esed Tefsiri)

82. Kendisi için dalgıçlık ve daha başka birtakım işler yapan bazı cinleri[*] (şeytanları) da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutardık.

Burada kastedilen sonsuz ilimdir, insanlarınki gibi sınırlı ilim değildir. Denizin ve karanın derinliklerine dalıp, gizli hazinelerini Süleyman için çıkarmak ve bunların dışında onun için daha başka işleri yapmak üzere cinlerin onun emrine verilmesi de öyle... Cinler tamamen gizli yaratıklardır. Kur'an ayetleri cin adı verilen ve bize görünmeyen bir varlık türünden söz etmektedir. İşte yüce Allah onların bir kısmını, onun adına denizin ve karanın derinliklerine dalsınlar ve bunun dışında daha başka işler de yapsınlar diye Hz. Süleyman'ın emrine vermiştir. Onları bozulmaktan ve kulunun buyruğunun dışına çıkmaktan korumuştur. Çünkü yüce Allah kulları üzerinde ezici güce sahiptir. Onları, dilediği zaman, dilediği gibi, dilediği kimselerin emrine verir.

Ayetlerin gölgesindeki bu güvenli noktada duruyor ve israiliyata dalmıyoruz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

83. Ve Eyyûb... Rabbine şöyle yakarmıştı: "Dert / zorluk gelip çattı bana; sen, rahmet edenlerin en merhametlisisin!"
84. Bunun üzerine, o(nun bu yakarışı)na karşılık verdik ve o’nu çektiği dertten kurtardık; ayrıca, o’na katımızdan bir rahmet ve Bize kulluk edenlere bir ders olmak üzere, sayılarını bir kat artırarak yeni bir zürriyyet[*] verdik.

Lafzen, “ailesini” -yani, ölenlerin yerini almak üzere sonradan olan çocukları. (Muhammed Esed Tefsiri)

85. İsmail, İdris, Zülkifl, hepsi sabredenlerdendi.
86. Onları Rahmetimizin içine aldık. Şüphesiz ki onlar doğru işler yapan kullardı.
87. Zünnûn[1*] (Yunus)... Hayatı kendisine dar etmeyeceğimizi düşünerek bir gün kızgın bir şekilde çekip gitmiş, sonra (balığın karnındaki) karanlıklar[2*] içinde şöyle yalvarıp yakarmıştı: “Senden başka ilah yoktur. Sana boyun eğerim; ben yanlış yapanlardan oldum.”

[1*] “Zünnûn”, balık sahibi demek olup Yunus’un (a.s.) lakabıdır. Ona aynı anlama gelen “sahibü’l-hût” da denir (Kalem 68/48). Ona bu lakapların verilmesinin sebebi şudur: Yunus (a.s.) görev yerini, izinsiz olarak terk edip dolu bir gemiye binmişti. Birini gemiden atmak için kura çekildi. Kura kendisine çıkınca denize atıldı ve bir balık onu yuttu. Bu sırada pişman olan ve Allah’tan af dileyen Yunus (a.s.) balığın karnında ölüp gitmekten kurtuldu (Saffât 37/139-145).

[2*] Yunus aleyhisselam yaptığı hataya karşılık büyük bir balık tarafından yutulmuştu. Ayetteki “karanlıklar” ifadesi balığın karnını anlatmaktadır. (Bkz.. Saffat 37/139-148) Bu ayete göre o, balık tarafından yutulduğunu anlamamış, karanlık bir deliğe girdiğini sanmıştı. Balığın yuttuğunu fark etseydi ölmek üzere olduğunu anlayacağı için tövbenin ona fayda vermeyeceğini de bilirdi (Nisa 4/17-18). (Enbiya 21/88) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

88. Onun da duasını kabul buyurduk ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık. İşte Biz müminleri böyle kurtarırız.
89. Ve Zekeriyya. Hani, Rabbine yakarmıştı: "Rabbim, beni yapayalnız, bir başıma bırakma! Sen, Vâris olanların / mirasçıların en hayırlısısın!"
90. Onun da duasını kabul buyurduk. Ona Yahya'yı armağan ettik. Bunun için de eşini çocuk doğurmaya elverişli hale getirdik. Doğrusu onlar hayırlı işlere koşuşur, iyilikte yarışır, hem ümit, hem endişe içinde Bize yakarırlardı. Gerçekten Bize derin bir saygı gösterirlerdi.
91. Ve o iffetini korumuş olanı da!.. Biz ona, (İsa için yarattığımız) ruhumuzdan üfledik. Onu (Meryem’i) ve oğlunu (İsa’yı) âlemler için bir ibret kıldık!
92. (Ey İnsanlar!) İşte (burada kısaca anlatılan nebîler tarihinin de gösterdiği gibi) sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim: O halde sadece Bana kulluk edin![*]

On yedi peygamberin özet kıssasının ardından gelen bu âyet, hakikatin ortak kökenine ve islâmın insanlığın tüm zamanlardaki değişmez değerlerinin öbür adı olduğuna delâlet eder. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

93. Ama insanlar aralarındaki bu birliği param parça ettiler. Fakat sonunda yine Bize dönecekler.[*]

Aslında “bölük-pörçük oldunuz” denmek istenmektedir, ancak iltifat sanatına başvurularak söz üçüncü şahsa çevrilmiştir. Sanki bozdukları şeyler arkadan gelenlere haber verilmekte ve bunların yanında öncekilerin yaptıkları kötülenerek, “Şunların Allah’ın dini hususunda işledikleri günahın büyüklüğünü görüyor musunuz?!” denmektedir. Mâna şöyledir: Dinlerini aralarında parçaladılar, tıpkı bir topluluğun bir şeyi aralarında dağıtmaları ve paylaşmaları, şuna şu payın, buna bu payın düşmesi gibi. Bu, içine düştükleri ihtilâfı, çeşitli fırka ve gruplara ayrılmalarını anlatan bir temsildir. Daha sonra Allah (c.c.) onları tehdit ederek bu çeşitli fırkaların hepsinin kendisine döneceğini, onları hesaba çekip cezalandıracağını haber vermiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 7
94. Kim mü'min olarak yararlı ameller işlerse emeği göz ardı edilmez. Biz onu mutlaka yazıya geçiririz.[*]

İşte, iş ve karşılığı hakkında yürürlükte olan ilahi kanun budur. İman temeline dayandığı sürece yapılan hiçbir iyi iş inkâr edilemez, örtbas edilmez. Çünkü Allah katında yazılıdır bu. Ve orada olduğu gibi kaydedilir, bir tarafının zayi olması, kaybolması mümkün değildir.

Şu halde iyi bir işin değerinin olabilmesi için, daha doğrusu iyi bir işin var olabilmesi için iman kaçınılmazdır. İmanın meyve vermesi için, daha doğrusu imanın gerçekten var olabilmesi için iyi işler yapmak bir zorunluluktur.

İman hayatın temel dayanağıdır. Çünkü iman, insan ile varlık alemi arasında gerçek bir bağdır. İçinde yer alan canlı cansız yaratıklarla birlikte varlıklar alemini tek ve ortaksız yaratıcısına bağlamaktadır. Varlıklar alemini yüce yaratıcının istediği biricik yasaya döndürmektedir. Binanın kurulabilmesi için temelin atılmış olması bir kaçınılmazlıktır. Kastedilen bina salih ameldir. Salih amel de kendisi için kaçınılmaz olan temele dayanmadı mı yıkılması kesindir.

Salih amel imanın meyvesidir. İmanın varlığının ve canlılığının vicdanda yer etmesi için salih amel gereklidir. İslâm özü itibariyle harekete dönük bir inanç sistemidir. Vicdanda varlığı gerçekleşince anında salih amel olarak dışa yansır. Vicdanda yer eden imanın, gözlemlenen görüntüsüdür salih amel. Derinlere kök salmış bir gövdenin olgunlaşmış mevyesidir.

Bu yüzden Kur'an-ı Kerim ne zaman iş ve karşılığını söz konusu etse, sürekli iman ile salih ameli birlikte ifade eder. Çünkü hareketsiz, uyuşuk, iş görmez ve meyve vermez bir imanın karşılığı olmaz. Başlı başına ve imana dayanmayan amel de olmaz.

İmandan kaynaklanmayan iyi bir hareket, tesadüfen gerçekleşmiş, köksüz bir harekettir. Çünkü bu hareket belirli bir sistemle ilişkili değildir, her zaman yürürlükte olan bir yasa ile bağlantısı yoktur. Bu hareket olsa olsa, varlık aleminde iyi bir iş yapmak için gerekli olan temel bir etkenden bağımsız bir arzudur, bir ihtirastır. Bu temel, salih amel işlenmesini isteyen ilaha iman etmektir. Çünkü bu, evrende sağlam bir yapı kurmanın, iyi bir iş becermenin aracıdır. Yüce Allah'ın bu hayat için belirlediği olgunluk noktasına ulaşmak için bir araçtır. Belli bir hedefi olan, bu hayatın hedefi ve gidiş yönü ile ilgisi bulunan bir harekettir bu. Geçici bir eğilim değildir. Beklenmeyen bir heyecan, rastgele savurulmuş bir söz, evrenin ve evrene hükmeden yasa sisteminin yöneldiği taraftan kopuk bir yöneliş değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

95. İmha ettiğimiz bir memleket halkının, mahşerde huzurumuza gelmemesi mümkün değildir.
96. Nihayet Ye’cüc ve Me'cüc (onların kabirleri)[1*] açıldığında; onlar her bir tümsekten[2*] akın ettiğinde

[1*] Yecuc ve Mecuc, yeryüzünde fesat çıkaranlardır (Kehf 18/94-99). Bunlar Allah’ın lanetini ve cehennemi hak etmiş kimselerdir (Ra’d 13/25). Resulullah’ın (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kıyamet /mezardan kalkış günü Aziz ve Celil olan Allah: "Ey Adem" diye seslenir. Adem: "Ey Rabbim buyur, emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir!" der. Şöyle bir nidada bulunulur: "Allah sana, cehenneme gidecekleri ayırmanı emrediyor!" Adem sorar: "Ey Rabbim, cehenneme gidecekler ne kadardır?" "Her binden dokuzyüzdoksandokuz!" İşte hamilelerin çocuğunu düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı (Müzzemmil 73/17), insanların sarhoş olmadıkları halde, azabın şiddetinden sarhoşa döneceklerini göreceğin zaman bu zamandır (Hac 22/2)." Bu haber ashaba çok ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti. "Ey Allah'ın Resulü!" dediler, "Bu binde bir içine hangimiz gireceğiz?" Dedi ki "Ye'cuc ve Me'cuc'dan binde dokuz yüz doksan dokuz, sizden ise bir olacak. Şunu da bilin ki siz, insanlar arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya siyah bir öküzde beyaz bir kıl durumundasınız (Maide 5/49, Hud 11/17, Yusuf 12/103, 106, İsra 17/89, Rum 30/8)." (Buhari, Tefsir, Hac 1, Enbiya 7, Rikak 46, Tevhid 32; Müslim, İman 379, (222)

[2*] Bu tümsekler bitki gibi toprağa ekilen insanların kabirlerinin üzerinde oluşan çıkıntılardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

Ayrıntılı bilgi için bu sayfaya bakabilirsin. Yecüc Mecüc Nedir?

97. tümüyle gerçek olan o vaat (cezalandırma vakti) yaklaşmış olur.[*] Bir de bakarsın ki (kabirlerinden çıkan bütün) kâfirlerin gözleri yuvalarından fırlamış şöyle diyorlar: “Vay halimize, bu konuda umursamazlık içindeydik, aslında biz yanlışa dalan kimselerdik!”

Gerçek vaad, cehennem azabı ile ilgili vaaddir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

98. (Onlara şöyle hitap edilir:) “Siz de Allah ile aranıza koyarak kulluk ettikleriniz de cehenneme atılıp yakılacak şeylersiniz. Siz oraya gireceksiniz.”
99. Bunlar ilah olsalardı oraya girmezlerdi. Hepsi orada, ölümsüz olarak kalırlar.
100. Onlara düşen, cehennemde inim inim inlemektir. Onlar orada kimseyi dinleyemezler.
101. Yaptıklarının en güzeli ile karşılama sözü verdiklerimiz var ya[*] işte onlar Cehennemden uzak tutulacak olanlardır.

Bunlar büyük günahlardan uzak duran kişilerdir. Bkz. Nisa 4/31, 95, Yunus 10/26, Ra’d 13/18, Necm 53/31-32, Hadid 57/10. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

102. Cehennemin hışırtısını dahi duymayacaklar, canlarının çektiği nimetler içinde ölümsüz olarak kalırlar.
103. O en büyük dehşet onları üzmeyecek, melekler: “Bu sizin gününüz, size söz verilen gündür” diyerek onları karşılayacaklardır.
104. O gün göğü, yazılı sayfaların dürüldüğü gibi düreriz. Varlıkları ilk başta nasıl yarattıksa, onları aynı şekilde yeni baştan diriltiriz. Bu yerine getirmeyi üstlendiğimiz bir sözdür. Biz onu mutlaka yaparız.[*]

Sayfaları biriktirip onlara bekçilik yapan birinin, sayfalarını dürmesi gibi gökler dürülüveriyor. İş artık bitmiştir. Sahnenin sunulması da tamamlanıyor. İnsanın şimdiye kadar görüp alıştığı evren dürülüp bir kenara bırakılıyor. Yeni bir dünya, yeni bir evren kuruluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

105. Akıldan çıkarılmaması gereken bilgileri verdikten sonra kitaplara hep şunu yazdık: "Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır."[*]

Zebûr, hikmet dolu kitap anlamındadır. (ez-Zeccâ, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Ali- İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği açıklandığı için bu ayette elif lâmlı olarak geçmesi, bunun bütün nebîlere verilen kitaplar olduğunu gösterir. Keşşaf da bu görüşe yer vermiştir. Bununla ilgili Kur’an ayetleri şöyledir: “ Allah, içinizden inanıp güvenen ve iyi iş yapanlara söz vermiştir; öncekileri hâkim kıldığı gibi bunları da mutlaka yeryüzüne hâkim kılacak, razı olduğu dini bunlar için sabitleştirecek ve korku çekmelerinin ardından güvene kavuşturacaktır. Bunlar, bana kulak verirler ve hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra da ayetleri görmezlikten gelen olursa, işte onlar, yoldan çıkmışlardır. Namazı düzgün ve sürekli kılın, zekâtı verin ve bu elçiye boyun eğin ki iyilik bulasınız. Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler), sakın bu topraklarda inanıp güvenenleri (müminleri) aciz bırakacaklarını hesap etmesinler. Varıp kalacakları yer cehennemdir. Ne kötü hale gelmektir o!” (Nur 24/55-57) İncil’de de şu ifadeler geçer: “Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar.” (Matta İncili 5:5) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

106. Şüphesiz bunda kulluk eden bir topluluk için yeterli öğüt vardır.
107. Biz seni tüm âlemler için[*], bir rahmet elçisi olarak gönderdik.

Yani, bütün insanlığa. Kur’an mesajının özüne ilişkin bu temel ilke hk. bir açıklama için bkz. 7:158 ve ilgili 126. not. Kur’ânî vahyin evrenselliği onun üç özelliğinden ileri gelmektedir; ilki: Kur’an mesajı, soy-sop, ırk ya da kültürel çevre gözetmeksizin bütün insanlığa hitab etmektedir; ikincisi: özellikle insanın akıl ve sağduyusuna hitab etmekte ve dolayısıyla ancak gözü-bağlı insanların inanabileceği türden doğmalar önermemektedir; ve nihayet: bilinen bütün dinî metinlerin tersine, Kur’an, ondört yüzyıl önce vahyedildiği günden bugüne tek kelimesi değiştirilmeden ulaşan ve bundan böyle de değiştirilmeden kalacak olan tek kitaptır; çünkü Kur’an, “onu [tüm tahriflere karşı] muhakkak ki, Biz koruyacağız” vaadi doğrultusunda eksiksiz kaydedilmiş ve bugünlere eksiksiz ulaştırılmış tek vahyî mesajdır (karş. 15:9 ve ilgili 10. not). Bu üç özelliği sayesindedir ki Kur’an ilahî vahyin son evresini temsîl etmektedir ve bu vahyi insanlığa ulaştıran Hz. Peygamber de peygamberlerin sonuncusudur. (Kur’ânî deyişle, peygamberlerin “mührü, hatemi”, karş. 33:40.) (Muhammed Esed Tefsiri)

108. Müşriklere de ki; "Bana ilahınızın tek Allah olduğu vahyolundu. Siz bu ilkeyi benimseyip müslüman oluyor musunuz? "
109. Eğer bu çağrına sırt çevirirlerse onlara de ki; "Bana gelen mesajı duyurarak bu konuda sizi kendimle eşit bilgi düzeyine erdirdim. Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa uzak mıdır, onu bilemem.
110. Doğrusu O, sözün açığa vurulanını da bilir, örtüp gizlediklerinizi de bilir.
111. Bilmiyorum, belki o (azabın gecikmesi) sizin için bir imtihan ve bir süreye kadar verilmiş fırsattır.”[*]

Bu şekilde bilmediğini ifade etmekle son derece etkileyici bir uyarı yöneltmektedir gönüllerine. Böylece her türlü ihtimali düşünmelerini, ansızın kendilerini yakalayacak dehşetin korkusunu içlerinde taşımalarını sağlıyor. Gönüllerin nimetlerle oyalanmanın getirdiği boş vermişlikten uyarıyor. Belki de bunun ötesinde bir imtihan ve deneme unsuru yatmaktadır fikrini uyandırıyor. Ne zaman geleceği ve nasıl geleceği belli olmayan bir azabı düşünmek, insan ruhunun sürekli korku içinde bulunması, sinirlerin gergin olması ve her an için perdenin kalkıp örtülü gaybın ortaya çıkacağı beklentisi içinde olması için yeterlidir.

İnsan kalbi, Allah'a özgü gaybın kapsamında kendisini bekleyen akıbetten habersiz olabilir. Dünya nimetleri, oyun eğlence insanı aldatabilir. İnsan gözü önüne çekilmiş perdenin ötesinde kendisini bekleyen bir akıbetin olduğunu ve ne zaman gerçekleşeceği bilinmeyen bu akıbeti ancak yüce Allah'ın bildiğini, ancak. O'nun bu akıbeti ortaya çıkaracağını unutabilir.

İşte bu uyarı kalpleri uyanıklığa çağırmakta ve iş işten geçmeden, henüz zaman varken kendilerine bir fırsat vermektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

112. Resulullah sonunda şöyle dedi: “Ya Rabbî, adaletle hükmünü ver! Rabbimiz rahmandır, sizin bunca isnad ve iftiralarınıza karşı yegâne Müstean'dır; yardım dilenilen yegane yardım merciidir.”