ENAM / KOYUN KEÇİ SIĞIR DEVE SURESİ

İniş Sırası: 55 • Mushaf Sırası: 6 • Mekki Sure • 165 Ayettir

Makao Müslüman Mezarlığı, Çin'in Makao bölgesindeki Nossa Senhora de Fátima bölgesinde bulunan tek cami ve Müslüman mezarlığıdır.

Kulları üzerinde egemenlik sahibi Kaahir’dir O. Üzerinize koruyucular gönderir. Nihayet ölüm birinize geldiğinde, elçilerimiz onu vefat ettirirler. Ne vaktinden önce iş yaparlar onlar ne de vaktinden sonra. Nihayet onlar gerçek Mevlâ’ları olan Allah’a götürülürler. Gözünüzü açın! Hüküm yalnız O’nundur. Ve hesap görenlerin en süratlisi de O’dur. (Enam 61-62)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Her türlü eksiksiz övgüler, gökleri ve yeri yaratan, karanlığı ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Ama bunca ayet ve delillerden sonra, Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenler,[*] hâlâ Allah’tan başka şeylere ilahlık yakıştırarak, onları Allah’a denk tutuyorlar.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

2. O, sizi balçıktan yaratan, sonra bir ecel[1*] belirlemiş olandır. Onun katında süresi belirlenmiş bir ecel[2*] daha vardır. Ama siz, ileri geri konuşuyorsunuz.

[1*] Vücudun yaratılışı sırasında ölçüleri konan son kullanma tarihi, biyolojik ömür. İnsanın vücut ölçüleri döllenmiş yumurta haline geldiği sırada belirlenir(Abese 80/17-19)

[2*] Süresi belirlenmiş ecel (ecel-i müsemmâ), yalnız Allah'ın bildiği yaşama süresidir. O süre dolunca insan ölür. Bazı yanlış davranışlar bu eceli kısaltabilir. Tövbe edip /dönüş yapıp durumunu düzeltenin eceli eski seviyesine çıkar (İbrahim 14/10, Nuh 71/4). Bunun örneği, Yunus aleyhisselamdır.(Saffat 37/139-149) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

ATEİZM

Allah tanımazlık-ateizm akımına "yaratma" ve "hayat verme" kanıtları ile karşı çıkmak, güçlü ve geçerli bir karşı çıkma yöntemidir. Bu kanıtlar karşısında Allah tanımazların demogojiye, saçmalamaya ve kaypaklığa başvurmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur.

Bu evrenin şu gördüğümüz kendine özgü düzen içinde hiç yokken ilk kez varlık sahnesine çıkışı, arkasında bir yaratıcı gücün varolmasını gerektirir. Bu hem yalın fıtratın ve hem de mantığın gereğidir.

Varlık ile yokluk kutupları arasındaki mesafe o kadar büyüktür ki, insan idraki bu korkunç uzaklığı ancak şu evreni yoktan var eden, yaratan, icad eden bir ilâhın varlığını düşünerek açıklayabilir.

Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateistler, bu uçurum çapındaki boşluğu şımarık demogojilerle doldurmaya yeltenirler ve "varlıktan önce bir yokluk olduğunu varsaymamız için herhangi bir gerekçe yok" derler. Bu şımarık demogoglardan biri de "ruhcu" olarak tanınan, "materyalist" akıma karşı "ruhçuluk (spirtualizm)" tezini savunan bir filozoftur. Belki de bu yüzden bazı aldanmış "müslüman"lar tarafından el üstü tutulmuş, sözleri İslâm'ın lehinde sayılmış, böylece yüce Allah'ın dinini kullardan birinin sözleri aracılığı ile desteklemek gibi bir saçmalığa düşülmüştür. Sözünü ettiğimiz filozof yahudi kökenli Fransız düşünürü Hanry Bergson'dur.

Bu adam diyor ki; "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur. Varoluşu yokluktan sonra gelen bir aşama olarak düşünmek, ancak bu şekilde düşünebilen insan aklının yapısından kaynaklanan bir yanılgıdır.

O halde Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur" derken acaba hangi mantığa, hangi kritere dayanıyor?

Acaba akla mı? Hayır. Çünkü kendi ağzı ile söylediğine göre ancak bir yokluğun arkasından varoluşun sahneye çıktığı düşünülebilir, akıl başka türlüsünü kabul etmiyor. Yoksa bu tezi ileri sürerken dayandığı kriter vahiy midir? Kendisinin böyle bir söz söylediği yok ki! Gerçi bir yazısında "Mistik sezgi her zaman bir ilâh bulur, bizim bu sürekli sezgiyi onaylamamız gerekir" diyor. Fakat Bergson'un söz konusu ettiği ilâh, bizim inandığımız anlamdaki Allah değil, hayattır, canlılık olgusudur. Peki Hanry Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur" derken hangi üçüncü ispatlama kaynağına, hangi doğrulama aracına dayanıyor? Bilmiyoruz!

Sırf şu evrenin varoluşunu gerekçeye bağlayabilmek için, sırf onun varoluşuna bir neden bulabilmek için bile evreni yaratan bir yaratıcı olduğunu düşünmek zorundayız. Oysa evren sadece basit biçimde var edilmiş değil ki! Tersine o hiç şaşmayan kanunlara ayarlı bir biçimde yaratılmış ve onun her zerresi ölçülere bağlıdır. Öyle ki; insan aklının en fazla yapabildiği şey bu ölçülerin bir bölümünü, o da uzun araştırmalardan sonra kavrayabilmekten ibarettir. (Orta çağ boyunca kulların ensesinde boza pişiren Hıristiyan kilisesinden kaçanların onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıldaki bütün ortak dertleri "Allah`ı inkâr etmek" idi. Fakat bu kaçaklar arasındaki "idealistler" bu amaçlarına ulaşabilmek için "aklı" seçerek Allah'ın bütün özelliklerini ve sıfatlarını akla yakıştırırken "materyalistler" Allah yerine "tabiat"ı koyarak O'nun bütün özelliklerini ve sıfatlarını ona yüklemişlerdir. Çünkü gerek berikiler ve gerekse ötekiler evreni ve evrendeki gelişmeleri açıklayabilmek için dayanacakları insan-üstü bir şeyin varlığını varsaymak zorunluğunu kaçınılmaz görüyorlardı. Ve çünkü onlar yalnızca kilisenin pençesinden kurtulabilmek amacı ile Allah'ı inkâr etmek istiyorlardı!)

Evrenin varlığının yanısıra hayatın ve canlılık olgusunun doğuşu da öyledir. Canlılık olgusu ile cansız madde arasındaki korkunç mesafeyi yaratıcı ve yönlendirici bir ilâhın varlığını düşünmeden açıklamak mümkün değildir. Maddeye hangi anlamı verirsek verelim, istersek onu radyasyon (ışıma) anlamında kabul edelim bu yine böyledir. Bu yaratıcı ilâh evreni, hayatın doğuşuna ve doğduktan sonra da varlığını sürdürmesine elverişli olabilecek nitelikte yaratmış olması zorunludur. Üstelik insan canlılığı, taşıdığı çarpıcı özellikler ile sıradan bir canlılık değildir, sıradan canlılığın düzeyini aşan bir olgudur. Kökeni çamurdur. Yani şu yeryüzünün hammaddesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre bu çamura bilerek ve isteyerek canlılık sunan, insan özelliklerini sunan bir iradenin varolması gerekir.

Allah tanımazların ateistlerin hayatın doğuşunu açıklamak için harcadıkları bütün çabalar, giriştikleri bütün denemeler bizzat insan aklı açısından başarısızlığa uğramıştır. Bu konuda en son okuduğum deneme Amerikalı filozof taslağı Will Dywrante'nin girişimidir. Bu adam söz konusu denemesinde canlılık olgusunun belirli bir derecesi diye nitelediği atomsal hareket ile canlılarda varlığı bilinen gerçek canlılık olgusu arasında yakınlık kurmaya kalkışmıştır. Bu ümitsiz ve inatçı girişimin amacı cansız madde ile kımıldayan canlılık olgusu arasındaki korkunç boşluğu doldurmaktır. Böylece adam aklısıra, cansız maddelere hayat vererek canlılık olgusunu sahneye çıkaran bir ilâhın varlığını düşünmeye gerek kalmayacağını ortaya koymaya çalışıyor.

Fakat bu girişim ne o adama ve ne de materyalist yoldaşlarına bir şey kazandırmaz. Çünkü, eğer hayat cansız maddenin yapısında saklı bir nitelik ise ve bu cansız maddenin ötesinde canlılığı var eden irade sahibi bir başka güç yoksa, maddenin yapısında saklı olduğu ileri sürülen bu canlılık olgusunun değişik düzeylerde ortaya çıkmasını sağlayan, yani bazı canlılıkları diğer bazı canlılıklardan daha gelişmiş ve daha karmaşık yapan faktör nedir? Niye bu canlılık atomda bilinçten yoksun, basit bir otomatik hareket olarak belirirken bitkilerde organik bir nitelik kazanıyor ve bildiğimiz canlılarda bileşimi ve işleyişi daha karmaşık bir organiklik biçiminde ortaya çıkıyor?

Hayat içerdiği ileri sürülen maddenin bazı elementlerinin, diğer bazı elementlere göre hayat unsurundan daha fazla pay almalarını sağlayan ve önceden tasarlayıcı bir iradeye bağlı olmayan güç nedir? Maddenin yapısında saklı olduğu ileri sürülen hayatı, farklı gelişmişlik evrelerine ayıran faktör nedir?

Cansız madde ile canlılık olgusu arasındaki bağdaşmazlığı iyice kavrayabilmemiz için canlılık olgusunu önceden tasarlama gücüne sahip bir iradenin bilerek ve isteyerek yarattığını kabul etmeliyiz. Ama canlılık içerdiğini varsaysak bile tek başına maddenin bu olguyu ortaya çıkardığını ileri sürecek olursak, insan aklının bu cansız-canlı bağdaşmazlığını kavrayıp açıklayabilmesi imkânsız olur.

Farklı aşamaları ile hayat olgusunun yayılışına İslâm'ın getirdiği açıklama tarzı, bu olguya ilişkin tek çözüm şeklidir. Uğursuz maddeci girişimlerin bu olguyu açıklamaları mümkün değildir.

Biz bu tefsir kitabında Kur'an yöntemi dışına çıkmayı düşünemeyeceğimize göre, Allah tanımazlık akımına "yaratıcılık" "önceden tasarlayıcılık" ve "canvericilik kanıtları" ile karşı koymayı yeterli sayıyor, bu kanıtların ötesine geçmek istemiyoruz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın varolup olmadığını tartışma konusu yapmıyor. Çünkü yüce Allah biliyor ki, insan fıtratı bu tartışmayı körükleyen ateist akımı tiksinerek reddediyor. Asıl mesele yüce Allah'ın birliğini onaylama ve kulların hayatı üzerindeki ortaksız egemenliğini tanıma meselesidir. İşte bu surenin yukarda incelediğimiz ayetleri yoğunluklu olarak bu meseleyi işliyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

3. O, göklerde de Allah’tır, yerde de. O, sizin iç dünyanızı da bilir, açığa vurduklarınızı da. Neler kazanmakta olduğunuzu da bilir O![*]

Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu göklerin ve yerin ilâhı olan Allah'dır. Her ikisinin ilâhlığı tek başına O'nun tekelindedir. Allah'ın koyduğu yasal sisteme boyun eğmek ve sadece O'nun emrine uymak gibi ilâhlığın gerekli kıldığı bütün sonuçlar göklerde ve yerde gerçekleşmiştir. Bu durum insan hayatında da böyle olmalıdır.

Yüce Allah gökleri ve yeri nasıl yarattı ise insanı da öyle yarattı. İnsan temel yapı bakımından yerin çamurundan yaratılmıştır. Bunun yanı sıra insan olmasını sağlayan özellikler sayesinde insan haline gelmiştir ki, bu özelliklerin bağışlayıcısı yüce Allah'dır. İnsan biyolojik yapısı itibarı ile, istese de istemese de yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalara boyun eğer. İlk başta yaratılması, var olması ne kendi isteğinin ve ne de ana-babasının dileğinin sonucudur. "Yüce Allah'ın dileğinin sonucudur. Ana-babası aralarında birleşirler, ama birleşmelerinin ürünü olarak cenin var edemezler. Canlı bir embiryo'ya varoluş kazandırmazlar. İnsan, yüce Allah'ın koyduğu gebelik süresini ve doğum şartlarını düzenleyen evrensel kanunlar uyarınca doğar. insan, yüce Allah'ın yarattığı şu havayı, yine yüce Allah tarafından belirlenen şu sentetik yapısına ve gaz oranlarına bağlı olarak teneffüs eder. Çünkü insanın soluyacağı havanın bileşimini ve miktarını belirleyen O'dur. İnsan kendi iradesi ve tercihi dışında, yüce Allah'ın yarattığı evrensel kanunlar uyarınca hisseder, acı duyar, acıkır, susar, yer, içer, kısacası yaşar. İnsanın bu bakımdan durumu göklerin ve yerin durumu gibidir, onlar ile aynı evrensel kanunlara bağlıdır.

Yüce Allah insanın gizli-açık her yönünü, hayatı boyunca yaptığı gizli-açık her hareketi bilir.

Buna göre insan için en çıkar yol, en ideal tutum şudur: Hayatının serbest iradesine dayalı bölümüne ilişkin ilâhi yasalara da uymalı; yani inanç sisteminde de, değer yargılarında da ve hayatının pratiğini düzenleyen gelenek ve uygulamalarında da yüce Allah'ın koyduğu yasaları benimsemelidir. Eğer böyle yaparsa, evrensel ilâhi yasalara göre işleyen fıtrî hayatı ile yine Allah'ın şeriatine göre düzenlenen serbest iradesine dayalı kazanılmış hayatı birbiri ile bağdaşır, bu iki kesim birbirine ters düşmez, aralarında çatışma çıkmaz; hayatı biri ilâhi ve öbürü insan ürünü olan iki yasal sistem arasında, iki farklı ve bağdaşmaz hukuk düzeni arasında bölünmez, parçalanmaz.

YARATILIŞ VE HAYAT

Surenin hemen başında önümüze çıkan bu iki kütleli dalga, insan kalbine, insan aklına dış dünyada ve insanın iç aleminde somut ifadeye kavuşan "yaratma" ve "hayat verme" kanıtları ile sesleniyor. Fakat bu iki realitenin insan idrakine yönelttiği sesleniş ne diyalektik ne teolojik ve ne de felsefî yöntemi kullanıyor. Bu seslenişle insan fıtratını uyarma, ona mesaj iletme metodunu kullanıyor. insan fıtratını yaratmanın ve can vermenin somut hareketi, çekip çevirmenin ve üstün egemenliğin somut hareketi ile yüz yüze getiriliyor. Bu yüz yüze getirmeyi diyalektikçi bir tartışma ile değil, ikna edici bir anlatma yöntemi ile, ilâhi anlatımdan kaynaklanan kesin bilginin gücüne dayanarak, kendisine anlatılanları gördükleri ile doğrulayan fıtratın dolaysız tanıklığı ile gerçekleştiriyor.

Gökler ile yeryüzünün varoluşu birer objektif realitedir, bunların belirli bir düzene göre yönetildikleri de açık bir gerçektir. Bunun yanısıra başta insan hayatı olmak üzere bütün canlıları kapsayan bir canlılık olgusu ile karşı karşıyayız. Belirli bir noktada ortaya çıkan bu olgu, gördüğümüz şu çizgi boyunca gelişiyor: Bu iki realite insan fıtratını gerçekle yüzyüze getiriyor, ona yüce Allah'ın birliğine ilişkin kesin bir mesaj iletiyor.

Zaten yüce Allah'ın birliği bu surenin tümünün, hatta bütün Kur'an'ın anlatmak istediği temel ilkedir. Kur'an'ın ana meselesi "Allah'ın varlığı"m kanıtlamak değildir. Çünkü tarih boyunca karşı karşıya kalınan temel problem, Allah'ın varlığına inanmamak olmamıştır. Allah'ı gerçek nitelikleri ile gerçek anlamda tanımamak olmuştur.

Bu surenin muhatapları olan müşrik Araplar, Allah'ın varlığını kökten inkâr etmiyorlardı. Tersine Allah'ın varlığını, yaratıcılığını, rızık verici, mülk egemenlik sahibi, hayat veren ve dirilten bir güç kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim onlarla tartışırken, onların sözlerini bize aktarırken, onların bu inancı taşıdıklarını, yüce Allah'a ait sıfatların birçoğunu onayladıklarını açıkça belirtiyor. Fakat onların sapıklıklarının ve müşriklikle damgalanmalarının sebebi şu idi: Onlar bu inançlarının gerektirdiği sonucu onaylamaktan kaçınıyorlardı. Bu inançlarına göre her işlerinde, her meselelerinde yüce Allah'ın ortaksız hakemliğine başvurmaları, pratik hayatlarının yönlendirilmesinde O'na koşulan bütün ortakları reddetmeleri, sadece Allah'ın şeriatını yasa edinmeleri, hayatın herhangi bir alamı Allah'dan başkasının egemenliğine devretme girişimine ilke olarak karşı çıkmaları gerekirdi.

İşte o günkü Araplar, bu yüzden müşriklikle damgalanmışlar, yüce Allah'ın varlığını ve saydığımız sıfatları taşıdığını kabul etmelerine rağmen, kâfir diye adlandırılmışlardır. Oysa onların yüce Allah'ın yaratıcı, rızık verici, malik ve egemen olduğu inançları, hayatları ile ilgili her olayda da O'nun egemenliğini kabul etmelerini gerektiriyordu.

Bu surenin başında onlara, yüce Allah'ın evrenin ve insanın yaratıcısı olduğu, evreni ve insanın gelişimini her adımda yönlendirdiği, insanların gizli-açık bütün yönlerini, bütün eylem ve davranışlarını bilgisi ile kuşattığı bildiriliyor. Bu bilgi, onlara şu kaçınılmaz yükümlülüğü yükleyen bir ön birikim niteliğini taşır: Surenin ana eksenini ve yöntemini anlatan kısa tanıtım yazısında belirttiğimiz gibi, onlar bu bilginin ışığında yüce Allah'ın egemenlikte ve yasa koymada ortaksız egemen olduğunu kabul etmek zorundadırlar.

"Yaratıcılık" ve "can vericilik" kanıtları, eski çağların müşriklerine karşı koyup onlara yüce Allah'ın birliğini ve kayıtsız egemenliğini anlatmaya elverişli olduğu gibi, yüce Allah'ın varlığını kökten inkâr eden modern cahiliyenin iğrenç saplantılarına da karşı koymaya elverişlidir.

Gerçekten günümüzde Allah'ın varlığını kökten inkâr eden ateistlerin söylediklerine inanıp inanmadıkları konusunda yoğun kuşkular vardır. Bu iğrenç saplantının başlangıcında hıristiyan kilisesine karşı bir manevra olarak ortaya çıkmış olması ve sonradan yahudiler tarafından insanlığın temel dayanağını yıkmak amacı güden bir silâh olarak kullanılmış olması güçlü bir ihtimaldir.

"Siyon Protokolleri" adlı belgelerde itiraf ettikleri bu muhtemel hesaplara göre, yeryüzünde kendileri dışında başka inançlara dayanan hiçbir toplum kalmayacak, böylece de inanç bunalımına düşüp çökecek olan insanlık kolayca kendilerinin egemenlikleri altına düşecekti. Çünkü inanç sisteminin sağladığı güç kaynağına sadece onlar sahip olacaklardı.

Yahudi tuzaklarının, siyonist komploların çapı ne kadar geniş olursa olsun bunlar insan fıtratını, kıvrımlarının en kuytu bucaklarında Allah'ın varlığı inancını taşıyan insan fıtratını yenilgiye uğratamazlar. Gerçi bu fıtrat yüce Allah'ın sıfatlarını gerçek anlamları ile tanıma hususunda başarısız kalabiliyor, ayrıca insan hayatı üzerinde Allah'ın kesin egemenliğini tanımazlıktan gelerek sapıklığa düşüyor ve bu yüzden kâfirlikle, müşriklikle damgalanmayı hak ediyor. Ama temelde Allah'ın varlığına inanmaktan da geri kalmıyor. Fakat fıtratları yozlaşan, doğuştan getirdikleri algılama ve karşılık verme cihazları dumura uğrayan, iletişim aygıtları işlemez hale gelen bazı insanlar vardır. işte insan vicdanının derinliklerinde kök salan Allah inancını silmeyi amaçlayan yahudi plânları, sadece bu tür vicdanlar üzerinde başarıya ulaşabilir. Fakat bu tür fıtri duyarlığı dumura uğramış vicdanlar, insanlık camiası içinde her zaman kural dışı, küçük bir azınlık olarak kalacaktır.

Günümüzün gerçek ateistler, Allah tanımazlar, tüm yeryüzünde birkaç milyonu aşmaz. Bunlar Rusya ve Çin gibi komünist ülkelerde yaşayan, ülkelerinde iktidarda bulunan ateist rejimlerin eli süngülü diktatörlükleri altında inleyen yüz milyonlarca insan arasında bile azınlıkta kalan bir avuçluk bir kitledir. Bu ülkelerde kırk yıldan beri insanları Allah inancından tamamen arındırmak için harcanan sürekli çabalara, yoğun eğitim ve propaganda faaliyetlerine rağmen varılabilen nokta ancak bu olabilmiştir.

Fakat yahudinin başarısı başka bir alanda gerçekleşebilir. Bu alan dini, sırf duygulara ve ibadet şekillerine dönüştürme, indirgeme alanıdır. Bu alanda başarılı olabilirlerse insanlara hayatlarını düzenleyici yasaları, Allah dışında başka ilâhların koymasına razı olmalarına rağmen yine de Allah'a inanmışlıklarını sürdürebilecekleri vehmini aşılayacaklar ve böylece halâ Allah'a inandıklarını zannederek tüm insanları fiili yıkıma uğratabileceklerdir.

Yahudiler bu sinsi plânları ile her dinden önce İslâm'ı hedef seçiyorlar. Çünkü onlar tüm tarihlerinin birikiminden şunu öğrenmişlerdir. Kendilerini yenilgiye uğratacak tek güç, hayata egemen olmak şartı ile İslâm'dır. Buna karşılık eğer müslümanlar dinlerini hayatlarına egemen kılmazlarsa, istedikleri kadar Allah'a inanan müminler olduklarını sanmaya devam etsinler, yahudilere yenik düşmeye mahkûm olurlar. İnsanların hayatında varolmayan dinin yine de varolabileceğine inanan bu zehirli saplantı, o sözünü ettiğimiz yahudi komplosunun başarısını kaçınılmaz kılar. Kurtuluş çaresi yüce Allah'ın izni ile müslümanların bu gafletten uyanmalarıdır.

Allah bilir, ama benim görüşüme göre gerek siyonist yahudiler ve gerekse haçlı hıristiyanlar Afrika'nın, Asya'nın ve Avrupa'nın geniş alanlarında kök salmış olan bu dinin bağlılarını, materyalist ideolojiler aracılığı ile ateistliğe sürüklemekten, müslümanların kalblerindeki Allah inancını tamamen söküp atmaktan umut kesmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, müslümanları gerek misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile ve gerekse emperyalist baskılar altında başka bir dine döndürmekten de umutlarını kesmişlerdir. Çünkü bizzat insan fıtratı, değil İslâm inancı altında, putperestlik inancı altında bile ateistliği tiksinti ile reddetmektedir. Bunun yanı sıra hiçbir din, İslâm'ı tanımış, hatta onun sadece mirasçısı olabilmiş bir kalbi pençesi altına almaya cüret bile edemez.

Allah bilir ama, kişisel kanaatime göre siyonist yahudiler ve haçlı hıristiyanlar bu ümitsizliğin sonucu olarak komünist ideoloji ya da misyonerlik faaliyeti aracılığı ile bu dine açıkça karşı çıkma yönteminden vazgeçerek, bunun yerine daha iğrenç, daha sinsi yollara başvurmuşlardır. Bu daha sinsi ve aldatıcı, tuzaklı yollardan biri İslâm ülkelerinin başına kendilerine bağımlı rejimler, ajan yönetimler getirme yoludur. Bu rejimlerin ve yönetimlerin hepsi İslâm kılığına bürünürler, İslâm inancına bağlı görünürler, hiçbir zaman dini kökünden inkâr etmezler. Fakat bu aldatıcı perde arkasında misyonerlik kongrelerinin karara bağladıkları, "Siyon Protokolleri"nin öngördüğü fakat bunca zamandır yürürlüğü koyamadıkları plânların ve projelerin tümünü yürürlüğe koyarlar.

Bu rejimler ve yönetimler ellerinde İslâm sancağı taşırlar, ya da en azından bu dine, saygılı olduklarını ilân ederler. Ama öte yandan yüce Allah'ın indirdikleri dışındaki hükümlere göre toplumları yönetirler. Yüce Allah'ın şeriatını hayattan uzaklaştırırlar. Yüce Allah'ın yasaklarını serbest ve helâl kılarlar. İslâm düşüncesinin ve İslâmî değer yargılarının köküne kibrit suyu dökecek maddeci düşünceleri ve değer yargılarını yayarlar. Bütün eğitim kurumlarını ve propaganda organlarını seferber ederek İslâm'ın ahlak değerlerini yıkmaya, İslâmî düşünceleri ve yönelişleri kökten silmeye, "Siyon Protokolleri"nin ve misyoner kongrelerinin karara bağladıkları programları uygulamaya çalışırlar.

Bu programların ortak maddelerinden biri müslüman kadını sokağa dökmek; onu ilericilik, uygarlık, işgücü sağlama ve üretimi geliştirme adına toplumda bir fitne unsuru haline getirmektir. Onlar bu sinsi plânı topluma işgücü amacına bağlarken, tüm İslâm ülkelerinde milyarlarca işsiz erkek kapı kapı dolaşarak iş aramakta, karınlarını doyuracak ekmek parası peşinde koşmaktadır. Yine bu rejimler ve yönetimler, ahlâk bozucu faaliyetleri özendirmekte, erkeği de kadını da hem propaganda yolu ile ve hem de pratik uygulamalarla bu amaca yöneltmektedirler.

Bu uşak yönetimler ve rejimler bütün bu melânetleri işlerken müslüman olduklarını, bu dinin inancına saygı duyduklarını iddia ederler. Halk yığınlarına gelince onlar da müslüman bir toplumda yaşadıklarını sanırlar ve onlar da kendilerini müslüman kabul ederler. Öyle ya, içlerindeki saflar namaz kılıp oruç tutmuyorlar mı? Egemenliğin sırf Allah'ın tekelinde olması ya da perakende ilâh taslaklarının güdümünde bulunması meselesine gelince, onlar bu konuda siyonistlerin, haçlıların, misyonerlerin, emperyalistlerin, oryantalistlerin ve yönlendirici propaganda organlarının yutturmacasına kapılmışlar ve bütün bu yıkıcı çalışmalar sonunda bu meselenin din ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünmeye zorlanmışlardır. Bu zehirlenmiş görüşlerin taraftarlarına göre müslümanların düşünceleri, yaşama tarzları, değer yargıları, hukuk sistemleri ve yasaları bu dinin dışındaki kaynaklara dayandığı halde onlar yine de müslüman kalabilirler, kendilerini bu dinin bağlıları sayabilirler·

Uluslararası siyonizm ile dünya haçlı hareketi, bu aldatmacayı ve yanıltmacayı daha derin boyutlara vardırmak ve varlığını gözlerden daha iyi saklayabilmek için, zaman zaman kendisi ile bu uydu rejimler vé yönetimler arasında soğuk ya da sıcak nitelikli düzmece savaşlar çıkarırlar. Böylece kendisi ile bu uydu rejimler ve yönetimler arasında düşmanlık ve bağdaşmazlık varmış izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Maddi ve manevi yardımları ile desteklediği, gizli ve açık güçlerle koruduğu, haber alma ve casusluk şebekelerini direkt hizmetlerine verdiği bu rejimlerin ve yönetimlerin satılmışlığını kamufle etmeye uğraşırlar. Onlar bu düzmece savaşları, bu yalancı düşmanlıkları, aldatmanın boyutlarını derinleştirmek ve uşaklarına yönelik kuşkuları dağıtmak için çıkarırlar. Bu yöntemle, üç yüzyıldan belki de daha uzun bir süreden beri gerçekleştiremedikleri plânları sözünü ettiğimiz uşakları eli ile gerçekleştirirler. Bu plânların başta gelen maddeleri İslâm ahlâkını, İslâmcı değer yargılarını yıkmak, İslâm kaynaklı inanç sistemini ve düşünce tarzını silmek, müslümanları bu geniş coğrafya parçası üzerinde dinlerine ve şeriatlerine dayalı bir hayat sistemi kurmaktan ibaret olan ana güç kaynaklarından yoksun bırakmak, gözlerin ve gözlemcilerin umursamazlıkları altında "Siyon Protokolleri"nin ve misyonerlik kongrelerinin öngördükleri korkunç projeleri, plânları uygulamaktır.

Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında bu aldatmacaya kanmayan küçük bir azınlık bulunabilir. Bu bir avuç bilinçli azınlık düzmece bir din adına yürütülen zehirlenme kampanyasına teslim olmayabilir, eski yahudi hahamları gibi dinin ilkelerini çarpıtsınlar diye görevlendirilen, kafirliği müslümanlık olarak yuttursunlar diye işbaşına getirilen resmi din kurumlarının yozlaştırma girişimlerine boyun eğmeyebilir; fasıklığı, facirliği ve ahlâk cellâtlığını ilericilik, çağdaşlık ve gelişmecilik yaftaları altında sunmaya çalışan sinsi ellerin hainliklerini teşhis edebilir. Eğer böylesine bir küçük azınlıkla karşılaşılırsa acımasız bir savaş kampanyasının bütün okları göğsüne çevrilir, düşünülebilecek olan bütün asılsız ve uydurma suçlamaların hedef tahtası haline getirilerek önce toplumun gözünden düşürülür, arkasından da en acımasız darbeler altında eziliverir. Bütün bu cinayetler işlenirken milletlerarası haber ajansları ve iletişim araçları kör, sağır ve dilsiz kesilir.

Bu arada iyi niyetli, saf müslümanlar bu amansız savaşı bazı kişilere ya da gruplara yönelik basit bir savaş sanırlar. Bu savaşın, İslâm'a yöneltilmiş top yekün savaşın bir parçası olduğunun farkına varmazlar. Bunların bazıları din gayretine ya da ahlâkça sahip çıkma gayretine kapılabilirler. O zaman aptallık derecesine varan bir saflıkla basit ahlâk ihlâllerine, küçük kötülüklere karşı çıkmaya koyulurlar. Böyle yapınca, bu kısık çığlıkları basınca görevlerini yerine getirdiklerini sanırlar.

Öte yandan da din tümü ile ayaklar altına alınmış ve temelinden çökertilmişken, yüce Allah'ın tekelinde olması gereken egemenliği birtakım yetki hırsızları gasb etmişken ve emirlerine karşı çıkmakla yükümlü oldukları tağutlar, zorbalar sosyal hayatın hem bütününü hem ayrıntılarını keyfi egemenliklerinin altına almışken, bütün bunlar bu iyi niyetli aptalların umurlarında değildir!

Siyonist yahudiler ile haçlı hıristiyanlar bu gelişmeler karşısında plânlarının başarıya ulaştığını, aldatmacalarının geçerlilik kazandığını görmenin sevinci ile ellerini oğuştururlar. Oysa gerek Allah tanımazlık-ateistlik silâhı ile bu dini doğrudan doğruya yıkabilmekten ve gerekse misyonerlik kampanyaları aracılığı ile müslümanları dinlerinden çıkarıp başka bir dine döndürmekten çoktandır umutlarını kesmişlerdi.

Yalnız iş bitmiş değil. Yüce Allah'a yönelik umudumuz büyük ve bu dine beslediğimiz güven köklüdür. Evet, onlar entrikacılıkta ve tuzak kurmakta ustadırlar, ama yüce Allah tuzak kuranların en üstünüdür. Nitekim bu konuda O, bize şöyle buyuruyor.

"Onlar tuzaklarını kurdular. Oysa bu hileleri dağları yerlerinden oynatacak güçte olsa bile hep Allah'ın eli ile gerçekleşti.

O halde sakın Allah'ın, Peygamberine vermiş olduğu sözü tutmayacak diye sanma. Hiç kuşkusuz Allah üstün, güçlü ve öc alıcıdır." ( İbrahim Suresi: 46-47) (Seyyid Kutub Tefsiri)

4. Onlara ne zaman Rabblerinin ayetlerinden bir ayet gelse mutlaka ondan yüz çevirirler.[*]

Allah’ın gönderdiği öğretiler: yüz çevrilecek, ciddiye alınmayacak, ihmal edilecek önemsiz şeyler değildir. İnsanca yaşamak ve hayatı anlamlı hale getirmek için İlahi öğretiler mutlaka hayata geçirilmelidir. Mesajın doğrudan muhatabı olan insan öğretilerle yaptırım ifade eden bir emri ciddiye almaz ve ona itaat etmezse ondan yüz çevirmiş demektir. Zira mesajda esas olan pratik hayatta karşılık bulmasıdır. Burada hitap müşriklere olsa da Kur’an mesajının hayata müdahalesi konusunda gevşek davranan ya da mesajın içeriğini ciddiye almayan Müslümanlar için uyarı vardır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

5. Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur’an’ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri ileride kendilerine gelecektir.
6. Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmezler mi? Biz onlara, yeryüzünde size vermediğimiz tüm imkanları vermiştik, gökten üzerilerine bol bol yağmurlar gönderdik, ve tüm arazilerinden ırmaklar akıttık. Günahlarından dolayı onları yok etmiş ve yerlerine başka insanlar geçirmiştik.[*]

TARİH YORUMU

Bu kafirler geçmiş dönemlerde yaşayan insan kuşaklarının toplu-kırım sahnelerinin kalıntılarım görmüyorlar mı? Yüce Allah bu toplu-kırıma uğramış kuşaklara, Arap Yarımadası üzerinde bu ayetin muhatapları olan Kureyş'lilere verdiğinden daha ileri düzeyde egemenlik, maddi güç ve siyasi otorite vermişti. Yurtlarına sürekli yağmurlar yağdırmış, onun aracılığı ile hayatlarına verimlilik, gelişme ve geçim bolluğu sunmuştu.

Sonra ne oldu? Bu başı dik ve müreffeh toplumlar Rabblerinin buyruklarına karşı geldiler. Bunun üzerine yüce Allah onları günahlarının hak ettiği cezaya çarptırdı ve arkalarından başka bir kuşak yarattı, bu kuşak onların yerini aldı. Onların göçüp gidişleri yerlerin hiç umurlarında değil! Çünkü bu yerlere başka bir toplum sahip oluverdi. Gerçeği yalanlayan, gerçeğin mesajına göz atmaya bile tenezzül etmeyen o güçlüler, o egemenler, aslında ne kadar zavallıdırlar! Gerek yüce Allah karşısında ve gerekse çizmeleri altında titrettiklerini sandıkları yurtlarının toprakları karşısında ne kadar zavallı ve ne kadar önemsizdirler! İşte helâk olup gittiler. Yokluğun karanlığına gömüldüler. Fakat yaşadıkları topraklar onların yokluğunu ve boşluğunu hissetmedi. Çünkü aynı topraklar başka bir kuşağın kalkındırma-geliştirme faaliyetlerine sahne oldu. O eski yerliler sanki hiç yaşamamışlar gibi dünya dönmeye devam etti, hayat geleneksel akışını sürdürdü!

Yüce Allah'ın yeryüzünde imkânlar sunduğu kimseler bu gerçeği unutuverirler. Onlar ellerindeki imkânların Allah'ın dileği ile gerçekleştiğini, kendilerinin bu imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirildiklerini akıllarından çıkarıverirler. Oysa onlara bu imkânları bağışlayan yüce Allah, kendilerini sürekli olarak gözetliyor. Acaba bu imkânlar ortasında yüce Allah'a vermiş oldukları sözü tutacaklar, O'nun koştuğu şarta uyacaklar mı? Yani yüce Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın, sırf O'na kulluk sunacaklar, yaşama sistemlerinin kaynağını sadece O'nun mesajlarına dayandıracaklar mı? Çünkü ellerindeki mülkün, egemenliğin asıl sahibi O'dur, onlar bu mülkün ve egemenliğin emanetçileridirler. Yoksa toplumlarının başında birer tağut, birer zorba kesilip ilâhlığın yetkileri ve özellikleri üzerinde hak mı iddia edecekler. Emanetçisi oldukları bir mülk üzerinde mülk sahibi imişler gibi serbest tasarruflara mı girişecekler?

Bu gerçeği, yüce Allah'ın kayırdıkları dışında kalan kimseler genellikle unuturlar. Unutunca da yüce Allah'a vermiş oldukları sözü, O'nun koyduğu halifelik, emanetçilik şartını çiğnemiş olurlar. Yüce Allah'ın değişmez geleneğine aykırı düşerler. Bu sapmanın sonuçlarını işin başında fark edemezler. Onlar umursamazlıklarının deryasında kulaç atarken, kötülüklerinin yol açtığı çürüme süreci yavaş yavaş ilerleyip yayılır. Sonunda yüce Allah'ın tanıdığı sürenin dolduğu ve vaadinin gerçekleşeceği nokta gelip çatar.

Bu noktadan sonra olabilecek olanlar farklıdır. Kimi zaman yüce Allah, bu kimseleri toptan yok etme cezasına çarptırır. Bu azap onlara ya "başları üzerinden ya da ayakları altından" yani ya gökten inen ya da yerden kaynaklanan bir afet biçiminde gelir. Nitekim bazı toplumlar bu tür afetler sonunda yok olmuşlardır. Kimi zaman Allah onları kıtlıklara, ürün ve insan kayıplarına uğratır. Tarihte bu tür cezalandırmaya uğrayan milletlerin birçok örnekleri vardır. Kimi zaman yüce Allah bu kimseleri birbirlerinin eli ile cezalandırır. Bu yolla cezalandırılanlar bazan birbirlerine işkence çektirirler, bazan birbirlerini kırarlar, bazan birbirlerini baskı altında inletirler, bazan birbirlerinden korkuya kapılırlar; hiçbir taraf güven bulamaz olur. Böylece sonunda iç-çöküntüye uğrayarak dışa karşı zayıf düşerler. O zaman da Allah, başlarına başkalarını belâ eder. Bu "başkaları" Allah'a itaatkâr kimseler olabilecekleri gibi Allah'a asi kimseler de olabilir. Bunlar başlarına çöreklendikleri eski şımarıkların burunlarını kırarlar, ellerinden iktidarlarını ve imkânlarını çekip alırlar.

Sonra yüce Allah bu toprakların egemenliğini yeni kullarının eline verir, halifelik emanetini onların omuzlarına yükler; onları da ellerine verdiği iktidar ve imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirir. Böylece O'nun geleneği tarihin akışı içindeki sürekli fonksiyonunu yürütür. Bunun bir ilâhi gelenek olduğunun bilincinde olanlar, bunun bir sınav süreci olduğunu akıllarından çıkarmayarak yüce Allah'a verdikleri söze uygun davrananlar, O'nun omuzlarına yüklediği halifelik emanetine ihanet etmekten kaçınanlar sonunda mutluluğu yakalarlar. Buna karşılık bu gerçek karşısında umursamaz bir tavır takınarak ellerindeki iktidarı ve imkânları kendi bilgileri ya da kurnazlıklarının sonucu olarak kazandıklarını sananlar ya da bu iktidarın ve imkânların amaçsız olarak, rastgele bir şekilde ellerine düştüğü vehmine kapılanlar, sonunda bedbahtlığa uğrarlar!

Azgın günahkârların, şımarık bozguncuların, Allah'ı tanımaz kâfirlerin yeryüzünde mevki ve maddi güç sahibi olduklarını görmek, insanları aldatıyor, yanılgıya düşürüyor. Fakat insanlar sabırsızlığa kapılıyorlar, aceleciliğe düşüyorlar. Onlar yolun başını ya da ortalarını görebiliyorlar, sonunu göremiyorlar. Çünkü yolun sonu ancak gelip çatınca görülebiliyor! Bu yolun sonu tarihin karanlığına gömülen toplu-kırım sahnelerinde görülüyor. Doğallıkla her şey olup bittikten ve bu felâketlerin kurbanları birer tarihi olaya dönüştükten sonra Kur'an-ı Kerim, dikkatleri bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Bunu, kısa süreli kişisel ömürleri zarfında yolun sonunu göremedikleri için, aldanarak bu süre içinde görebildiklerini yolun sonu sananları uyarmak amacı ile yapıyor.

Bu ayette geçen "İşledikleri günahlar yüzünden onları yok ettik" ifadesi ve bu ifadenin birçok surede sık sık tekrarlanan benzerleri bir gerçeği anlatır, bir ilâhi geleneği yansıtır, tarih olaylarına ilişkin İslâmcı yorumun bir bölümünü ortaya koyar.

Bu ifadelerin anlattıkları ortak gerçek şudur: Günahlar, sahiplerinin yok olmalarına yol açar ve günahları gerekçesi ile onları yok eden yüce Allah'ın bizzat kendisidir. Bu ilâhi gelenek sürekli biçimde hükmünü yürütür. Gerçi herhangi bir fert, kısa ömrünün sınırları içinde ya da herhangi bir kuşak, kendi sınırlı yaşama dönemi içinde bu gerçeğin somut sonuçlarını görmeyebilir. Fakat bu gerçek, toplumlarında günahların yaygınlaşmasına meydan veren, hayatlarını günahlara dayandıran milletlerin sonuçları ile yüzyüze gelmek zorunda kaldıkları bir ilâhi gelenektir. Bu gerçek aynı zamanda tarihin olaylarına ilişkin İslâmî yorumun da bir bölümünü oluşturur. Toplumlarda bazı kuşakların yok olup yerlerini başka kuşakların almasının temel sebeplerinden biri, günahların milletlerin yapısında meydana getirdiği etkidir. Bu günahların toplumlarda yok olmaya yol açan şartları hazırlamasıdır. Bu yok oluş; ya tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi, sürpriz bir felâket aracılığı ile gerçekleşir, ya da için için işleyen bir iç yozlaşma yolu ile meydana gelir. Bu yozlaşma, günahların dalgaları arasında bilinçsiz bir çırpınışla kulaç atan milletlerin bünyesini zaman içinde kemirerek çözülmeye götürür.

Yakın tarihin gelişmeleri bu konuda bize -kısmen de olsa- yeterli kanıtlar sunuyor; ahlâk yapısındaki çözülmenin, yaygın kadın çıplaklığının, dişiyi baştan çıkarma ve süs aracı yerine koymanın, lüks tüketimin, şımarık savurganlığın, oyun ve eğlence içinde insanın kendini kaybetmesinin toplumsal etkilerini somut belirtiler halinde görebiliyoruz. Bu sosyal bunalım belirtileri, tarihin karanlığına gömülmüş eski Yunan ve Roma toplumlarının bazı yıkılış sebeplerini öğrenmemizi sağladığı gibi, bazı çağdaş milletlerin ilk aşaması açıkça ortaya çıkan ve son aşamasının göstergeleri ufuğa yansıyan gelecekteki çöküşlerini de şimdiden görmemizi sağlıyor. Meselâ İngiliz ve Fransız milletleri gibi. Bu milletlerin görünürde güçlü ve alabildiğine zengin olmaları bu tedrici çürümenin getireceği yıkımı önleyemeyecektir.

MATERYALİST TARİH

Materyalist tarih yorumu milletlerin geçmiş dönemlerini ve tarihin olaylarını açıklamaya çalışırken bu faktörün payını tamamen yok sayar. Çünkü onun bakış açısı, ilke olarak ahlâk unsurunu ve bu unsurun dayanağı olan manevi inanç etkenini sosyal hayattan uzaklaştırmayı öngörür. Fakat bu akım, geçmişin bazı olaylarını ve insanlık tarihinin bazı dönemlerini yorumlamaya çalışırken gülünç demagojilere başvurmak zorunda kalır. Çünkü söz konusu tarihi dönemleri ve geçmiş olayları, inanç temeline dayanmaksızın doğru yorumlamak mümkün değildir.

İslâm'ın tarihi yorumuna gelince bu yorum geniş kapsamlı, ciddi, dürüst ve objektifdir. Bu yorum, maddeci tarih yorumun ileri sürdüğü; her gelişmenin tek sebebi olarak maddi unsurların sosyal olaylar üzerindeki etkisini göz ardı etmez; yaptığı tek şey, bu tür faktörlere sosyal hayatta hak ettikleri yeri vermekten ibarettir. Bu yorum aynı zamanda, objektif gerçekleri kör bir inatçılıkla görmezlikten gelenlerden başka hiç kimsenin inkâr edemeyeceği etken unsurları da ön plâna çıkarır. Meselâ evrendeki her gelişmenin ardında saklı duran ilâhi takdire parmak basar. Meselâ insanların vicdanlarında, duygularında, inançlarında ve düşüncelerinde meydana gelen iç değişikliklere dikkatleri çeker. Meselâ yine insanların pratik tutum ve davranışlarının, ahlâk yapılarının sosyal olayların gelişimindeki rolünü vurgular. Kısacası yüce Allah'ın, sosyal hayata ilişkin geleneğinin işlemesine vesile olan hiçbir faktörün rolünü göz ardı etmez.

Daha sonra gelen ayette, gerçeklere yüz çevirmeye yol açan inatçı karakter tanıtılıyor. Bu tanıtım sırasında insanı hayrete düşüren acayip bir karakter tipi çiziliyor. Bu karakter acayiptir, ama pratikteki örnekleri çoktur. İnsan bu örneklere her dönemde, her ortamda ve her kuşakta sık sık rastlar. Bu karakter kendini beğenmiş insanın karakteridir. Gerçek, gözünün içine girse bile onu görmeye yanaşmaz bir insan tipidir bu. O hiç kimsenin inkâr etmeye kalkışamayacağı, herkesin inkâr etmekten utanacağı, yüzün kızaracağı derecede açık olan gerçekleri bile gözünü kırpmadan inkâr eder. Kur'an, o harikulâde derecede orijinal, veciz, hem düz anlatımda hem de tasvirde başarılı üslubu ile bu karakter tipini birkaç kelimede somut biçimde canlandırıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

7. Eğer sana yazılı bir metin indirseydik ve ona elleriyle dokunmuş olsalardı dahi, inkarda direnenler ısrarla derlerdi ki: "Bu apaçık bir sihirden başka şey değildir!"[*]

Bu hasta karakterlerin yüce Allah'ın ayetlerine yüz çevirmelerine yol açan faktör, bu ayetlerin doğruluklarını kanıtlayan delillerin yetersizliği ya da bu ayetlerin belirsiz anlamlı veya akıl karıştırıcı olmaları değildir. Onları bu olumsuz tavrı takınmaya sürükleyen asıl faktör, koyu bir kendini beğenmişlik ve kör inatçılıktır. İşin daha başında ısrarla benimsedikleri reddetme, inkâr etme, delillerle ilgilenmeme, hatta taraflarına bakmama tutumudur. Bu yüzden, eğer yüce Allah Kur'an'ı, Peygamberine onların işleyişini gözleri ile göremedikleri vahiy yolu ile değil de gözle görülebilen, elle dokunulabilen somut kağıt parçalarına yazıp gönderseydi, böylece onlar bu kağıtlara elleri ile dokunabilselerdi, onu sadece başkalarından dinlemek ya da okunan metinlerin yazılarını görmekle yetinmek zorunda kalınsalardı, bu gördükleri ve elleri ile dokundukları somut ilâhi mesajları yine onaylamayacaklar, kesin ve vurgulamalı bir dille şöyle diyeceklerdi. "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir"!

Daha sonraki ayette bize müşriklerin bazı önerileri anlatılıyor. Bu öneriler mızıkçılıktan, inatçılıktan,. cehaletten ve düşünce yetersizliğinden kaynaklanıyor. Bu adamların gündeme getirdikleri başlıca öneri şudur: "Allah, peygamber ile birlikte bu dini tanıtma çalışmalarına katılacak, onun Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu onaylayacak bir melek göndermelidir." (Seyyid Kutub Tefsiri)

8. Bir de dediler ki: "Ona (açıktan göreceğimiz) bir melek indirilse ya!" Eğer (öyle) bir melek indirseydik artık iş bitirilmiş olurdu, sonra da kendilerine göz açtırılmazdı. (Hemen helâk edilirlerdi.)
9. Şayet o elçiyi melek kılsaydık, yine onu bir adam şeklinde gösterir de düştükleri şüpheye onları yine düşürmüş olurduk.[*]

Müşrikler tarafından ileri sürülen bu öneri daha önce de başka milletler ve toplumlar tarafından peygamberlerine karşı ileri sürülmüştü. Nitekim Kur'an-ı Kerim, o milletlerin ve toplumların hikâyelerini anlatırken onların bu önerilerine de yer veriyor. Gerek bu önerinin kendisi ve gerekse Kur'an'ın burada bu öneriye vermiş olduğu karşılık, bize bazı gerçekleri hatırlatıyor. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarına yerimizin elverdiği ölçüde değinmek istiyoruz:

Birinci gerçek: Bu önerileri ileri süren müşrik Araplar, yüce Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar Peygamberimizin yüce Allah tarafından gönderildiğinin; onun kendilerine okuduğu Kur'an'ın Allah katından getirilmiş gerçek bir kitap olduğunun açıkça kanıtlanmasını istiyorlardı. İşte bu amaçla şu belirli öneriyi seslendiriyorlardı: "Allah, Peygamberimiz ile birlikte ona bu dini tanıtma çalışmalarında eşlik edecek, onun seslendirdiği dâvayı onaylayacak bir melek göndersin." Bu önerilerin çok sayıda benzerleri daha önceki dönemlerde de sık sık ileri sürülmüştü. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde bunlardan bize söz ediliyor. Meselâ İsra suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu türdendir. Bu ayetler Mekkeli müşriklerin söz konusu önerileri dışında buna benzer başka öneriler de içerir. Bu önerilerin ortak özelliği şudur: Bunlar sahiplerinin bir önceki ayette dile gelen serkeş karakterlerinin yanısıra birçok evrensel gerçekten habersiz olduklarını, yine çok sayıda değer yargısının bilincinde olmadıklarını kanıtlar. Şimdi o ayetleri okuyalım:

"Biz bu Kur'an'da insanlara her konuda örnek verdik; öyleyken insanların çoğu kâfirlikte direndi.

Bunlar dediler ki; "Bize yeraltından pınarlar fışkırtmadıkça sana asla inanmayız."

"Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar akıtmalısın."

"Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Bize oradan okuyabileceğimiz somut kitap indirmedikçe de göğe çıktığına kesinlikle inanmayız. Dé ki; `Subhanellah! Ben peygamberlikle görevlendirilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?

İnsanlara doğru yola çağıran bir rehber geldiğinde ona inanmalarına engel olan tek şey onların "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki sözleridir.

De ki; "Eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli peygamber indirirdik." (İsra Suresi: 89-95)

Bu tür öneriler Mekkeli müşriklerin ne kadar inatçı ve ne kadar cahil kimseler olduklarını ortaya koyar. Yoksa onlar Peygamberimizi yakından tanıyorlardı, uzun yılların deneyimleri ile onun ne kadar doğru ve ne kadar güvenilir bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi. Nitekim bu yüzden kendisine "emin (güvenilir)" lâkabını takmışlardı. Onunla aralarında şiddetli çatışma olduğu halde, emanetlerini yanına bırakmaları da kendisine karşı besledikleri güvenin göstergesi idi. Nitekim, Medine'ye göçerken amcasının oğlu Hz. Ali'yi Mekke'de bırakarak halâ koruması altında duran bazı emanetleri Mekkeli sahiplerine teslim etmekle görevlendirilmişti. Oysa o günlerde Mekkeli müşrikler ile Peygamberimiz arasındaki çatışma, kendisine suikast düzenleme girişimlerine yol açacak derecede ileri aşamaya varmıştı.

Mekkeli müşrikler, Peygamberimizin güvenilir bir kişi olduğuna inandıkları oranda doğru bir kişi olduğuna da inanıyorlardı. Bunun şöyle bir pratik kanıtı yaşanmıştı: Peygamberimiz yüce Allah'ın emri üzerine, Mekkelileri ilk kez toplu olarak açıktan açığa Safa tepesinde İslâm'a çağırdığında, söze girerken eğer kendilerine bir haber getirmiş olsa, getireceği bu habere inanıp inanmayacaklarını sormuş ve onlardan vereceği her habere inanacakları cevabını almıştı. Buna göre eğer onlar gerçekten Peygamberimizin doğru söyleyip söylemediğini belirlemek amacında olsalar, onun geçmişinde bunu kanıtlayacak belgeleri fazlası ile bulabilirlerdi. Nitekim bu surenin ilerde inceleyeceğimiz şu ayetinde, Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi yalancı saymadıkları kesin bir dille açıklanmaktadır:

"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'am Suresi: 33)

Yani asıl mesele inkârcılık ve yüz çevirme arzusu, inatçılık ve gerçeğe burun kıvırma karakteridir. Yoksa onların Peygamberimizin doğru söylediği hakkında hiçbir kuşkusu yoktu!

Ayrıca onların karşısında Peygamberimizden istedikleri somut, maddi kanıtlardan daha sağlam bir kanıt vardı ki, bu da Kur'an-ı Kerim'in kendisi idi. Kur'an, gerek üslubu ve gerek içeriği ile yüce Allah tarafından geldiğini kendi özü ile kanıtlayan bir belge niteliğinde idi. Allah'ın varlığını da inkâr etmediklerine göre ortada başka bir mesele kalmıyordu.

Zaten onlar da bu gerçeğin kesinlikle farkında idiler. Dillerinin edebiyatına ve sanatına ilişkin duygusal birikimleri sayesinde insanoğlunun ifade gücünün sınırını bildikleri gibi, Kur'an-ı Kerim'in bu sınırın ötesine geçtiğini de biliyorlardı. Söz söyleme sanatına ilişkin araştırması ve deney birikimi olanlar, böyle bir araştırma yapmamış, böyle bir haz birikiminden yoksun kimselere nazaran bu gerçeğin daha iyi farkına varırlar, bu izlenimi daha kolay algılarlar.

Gerçekten söz söyleme sanatı üzerinde araştırma yapan herkes, bu Kur'an'ın insanın ifade gücünü aşan bir kitap olduğunu kesinlikle fark eder. Kur'an'ın bu tartışmasız özelliğini, gerçeği bildiği halde onu açıklamaktan kaçınan keçi inatlılardan başka hiç kimse inkâr etmez. Ayrıca Kur'an'ın içerdiği inanç sistemi, bu inanç sistemini insan idrakine yerleştirmek için ifade yöntemi, bu amaçla yararlandığı etkileyici ve duygulandırıcı mesajlar ve imajlar, bütün bunlar insan ürünü düşüncelerin, anlatım yöntemlerinin, psikolojik ve sözel etkileme usullerinin yabancısı olduğu özelliklerdir. O günün Arapları bu gerçeğin farkında idiler. Vicdanlarının derinliklerinde bu gerçeğin bilincini taşıyorlardı. Sözleri ve davranışları onların, Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusunda şüpheleri olmadığını kanıtlar.

Böylece ortaya çıkıyor ki, söz konusu önerilerinin amacı kanıt arayışı değildi. Bu bir tür işi yokuşa sürme bahanesi, bir çeşit serkeşlik gösterisi, bir demagoji ve ayak diretme plânı idi. Başka bir deyimle, onların tutumu, aslında yüce Allah'ın bir önceki ayette anlattığı gibi idi. Tekrarlayalım: "Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleri ile tutsalardı, kâfirler, `Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil', diyeceklerdi."

İkinci gerçek: O günün "Arapları, melekleri soyut bir kavram düzeyinde biliyorlar, bu yüzden yüce Allah'ın Peygamberimize bir melek göndermesini, bu meleğin İslâm'ı yayma çalışmalarına katılmasını, Peygamberi doğrulamasını istiyorlardı. Fakat yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilgisine sahip olmadığı yapısal özellikleri hakkında doğru bilgi taşımaları mümkün değildi. Acaba bunlar nasıl yaratıklardır? Yüce Allah ile aralarındaki ilişkiler nasıldır? Dünya ile ve dünyalılar ile kurdukları ilişkinin türü nedir? Bu sorular karşısında uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepen bir yol şaşkınına benziyorlardı.

Nitekim Kur'an, eski Arapların meleklere ilişkin birçok yanılgılarını, birçok putperest karakterli masallarını anlatmış ve bunları doğru bilgiler ile düzeltmiştir. Bundan maksat, bu dine giren Arapların düşünce yapılarını doğrultmak, onların gerek evren hakkında ve gerekse evrende yeralan yaratık türleri hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmalarını sağlamaktı. Bu açıdan bakınca İslâm, hem aklı ve bilinci, hem kalbi ve vicdanı ve hem de sosyal şartları düzeltmeyi amaçlamış bir sistem olarak ortaya çıkmıştı.

İşte bu meyanda Kur'an-ı Kerim, bize Arapların cahiliye dönemlerindeki asılsız saplantılarına ve yanlış kanaatlerine örnek olarak, onların meleklerin Allah'ın kızları olduğuna -yüce Allah'ı bu dayanaksız yakıştırmalardan tenzih ederiz ve bu gerekçe ile meleklerin Allah katında reddedilmez bir şefaat yetkisine sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu yüzden, taptıkları kendilerince önemli bazı putların, meleklerin simgeleri olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim, o günkü Arapların Peygamberimize destekçi ve onaylayıcı bir melek gönderilmesi gerektiğine ilişkin sözlerini nasıl burada naklediyorsa, sözünü ettiğimiz sapık ve düzmece kanaatlerini de aktarmaktadır.

Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde, söz konusu sapık kanaatlerinin ilkine ilişkin düzeltmelere rastlarız. Nitekim Necm suresinde yer alan aşağıdaki ayetler bu amaca yöneliktir.

"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz ne?

"Ve üçüncüleri, ötekileri olan Menat hakkında?"

"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?"

"O halde bu haksız bir bölüştürme!"

"Bunlar sırf sizin ve atalarınızın uydurduğu, Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmemiş olduğu soyut isimlerdir. Onlar sadece zanlarının ve canlarının istediklerinin peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından doğru yol kılavuzu geldi."

"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz."

"Oysa hayatın sonu da ilki de (Ahiret de dünya da) Allah'a aittir."

"Göklerde nice melekler var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça, şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."

"Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları takarlar."

"Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, sadece zanlarının peşinden gidiyorlar. Zanları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamazlar." (Necm Suresi: 19-28)

Bunun yanı sıra Kur'an-ı Kerim, onların meleklerin yapısal özelliklerine ilişkin ikinci sapık kanaatlerini de diğer birçok ayetlerde olduğu gibi, bu surenin incelemekte olduğumuz iki ayetinde de düzeltiyor. Tekrar okuyalım:

"Onlar `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı."

Bu ayette meleklerin bilinmeyen bir yönü anlatılıyor, yüce Allah insanlara bu kullarına ilişkin biraz bilgi veriyor. Müşrik Araplar yüce Allah'a yeryüzüne melek indirmesini öneriyorlar. Fakat yüce Allah'ın yeryüzüne melek indirmeye ilişkin geleneğine göre, melekler ancak peygamberlerini yalanlayan bir topluma inerek onları yok ederler, Allah'ın o toplum hakkında verdiği toplu-kırım ve helâk kararını uygularlar.

Buna göre eğer yüce Allah müşrik Arapların önerisini kabul ederek onlara bir melek indirse, işleri bitmiş, toptan yok olmuş bu indirme harekâtından sonra hiçbir mühlet tanınmamış olacaktı. Acaba istedikleri, önerdikleri bu mu idi? Kendi aleyhlerinde ölüm içeren bu şaşkın önerilerini reddeden Allah'ın, bu yolla onlara rahmet ettiğinin farkında mıdırlar? İşte ayet bu şekilde onları bir yandan, yüce Allah'ın rahmeti ve öbür yandan yararlarının nerede olduğunu kestiremeyen bilgisizlikleri ve melek indirmeye ilişkin ilâhi gelenek hakkındaki yanlış bilgileri ile yüzyüze getiriyor. Onlar nerede ise hayatlarına mal olacak olan, toplu-kırımlarına yol açacak olan bu cahillikleri yüzünden doğru yola iletmeyi reddediyorlar. Allah'ın rahmetini tepiyorlar ve keçiler gibi inatlaşarak Peygamberimizden başka kanıtlar istiyorlar.

Meleklerin bilinmeyen bir başka yönlerine de yine yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisi ışık tutuyor. Tekrarlıyoruz: "Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik, o zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk."

Müşrik Araplar yüce Allah'a, Peygamberimizi İslâmı yayma dâvasında destekleyecek bir melek indirmesini öneriyorlar. Ama melekler insanlardan farklı yaratılışta varlıklardır, sadece yüce Allah'ın bildiği yapısal özellikleri olan Allah kullarıdırlar. Onlar yüce Allah'ın haklarında dediği gibidirler, biz Allah'ın verdiği bilgi dışında onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İşte Allah'ın onlar hakkında bize verdiği bilgiye göre, bu varlıklar orijinal yaratılışları aynı kaldığı sürece yeryüzünde gezemezler, yürüyemezler. Çünkü onlar bu gezegenin şartları uyarınca yaratılmamışlardır, dünyalıların bir kesimi değildirler.

Fakat bunun yanısıra bir özellikleri var. Bu özellikleri sayesinde, insanlarla ilgili bir görev yapacakları sırada insan kılığına girebilirler. Bu görevler, yüce Allah'ın bir mesajını yerine iletmek, yüce Allah'ın toplu-kırıma mahkûm ettiği kimselerin cezasını yerine getirmek, müminleri yüreklendirmek, müminlerin düşmanları ile savaşa girip bu düşmanları tepelemek gibi uygulamalardır. Kur'an-ı Kerim, meleklerin Rabblerinin buyurduğu bu tür görevleri üstlendiklerini, Allah'ın emirlerini asla çiğnemediklerini, kendilerine emredileni yaptıklarını anlatıyor.

Buna göre eğer yüce Allah, Peygamberimizi onaylamak, desteklemek üzere bir melek gönderseydi, bu melek kendi orijinal kılığında değil, insan kılığında ortaya çıkacaktı. O zaman işler yine karışacak, kâfirler yine yanılgıya düşeceklerdi. Sebebine gelince, Peygamberimiz ortaya çıkıp kendilerine "Ben bildiğiniz-tanıdığınız Muhammed'im, Allah beni sizi uyarmak ve müjdelemek üzere görevlendirdi" deyince kafaları karıştı, gerçeği seçemediler, işin içinden çıkamayıp yanılgıya düştüler. Peki eğer karşılarına daha önce hiç tanımadıkları bir melek insan kılığına girerek karşılarına çıkar da, tıpkı aralarından biri gibi karşılarına geçerek "Ben bir meleğim, Allah beni Peygamberini onaylamak üzere gönderdi" deseydi, kafaları daha çok karışmayacak mıydı? Yalın gerçeği kavramakta güçlüğe uğrayan ve bu yüzden yanılgıya düşmüş olan bu adamlar, böylesine karmaşık bir pozisyonun içinden nasıl çıkabileceklerdi'? Belli ki, yüce Allah insan kılığına girdirerek bir melek gönderseydi, şimdi seçemedikleri gerçeği o zaman hiç seçemeyecekler, asla kesin bir hükme varamayacaklardı.

Görüldüğü gibi yüce Allah, nasıl bir önceki ayette Mekkeli müşriklerin kendi geleneğinin işleyiş yöntemine ilişkin cahilliklerini ortaya koydu ise şimdiki ayette de, yaratıklarının belli bir kesimini oluşturan meleklerin özel yapılarına ilişkin bilgisizliklerini ortaya koyuyor. Bunun yanısıra onların hiçbir bilgiye, hiçbir gerekçeye ve hiçbir delile dayanmayan inatçılıklarını ve ayak direyişlerini de gözler önüne seriyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

10. Doğrusu senden önceki elçilerle de alay edildi. Ama onlarla alay edenler, alay ettikleri gerçek tarafından kuşatılıp yok edildiler.
BÖLÜM 2
11. Şunu söyle: Dolaşın yeryüzünde de bakın nasıl olmuş gerçeği yalanlayanların sonu![*]

Yukarıdaki ayetlerde bu alaycıların ve yalanlayıcıların inatla ve serkeşlikle gerçeğe sırt döndükleri, cahillikten ve serkeşlikten kaynaklanan birtakım öneriler ileri sürdükleri, yüce Allah'ın bu önerileri kabul etmeyişinin O'nun rahmetini ve toleransını kanıtladığı anlatılıyordu. Bunun arkasından gelen Peygamberimize sesleniş üslubundaki bu değişik bakış açısının arkasında şu iki belirgin amaç yatar:

Birinci amaç, Peygamberimizi teselli etmek, sırt çevirenlerin inadının ve yalanlayıcıların serkeşliğinin kalbine çöreklendirdiği burukluğu dağıtmak, yüce Allah'ın söz konusu peygamber alaycılarını ve yalanlayıcılarını hiçbir zaman cezasız bırakmadığını, böylelerini cezalandırmanın her zaman geçerliliğini korumuş bir ilâhi gelenek olduğunu yüreğinde pekiştirmek, bunun yanısıra uğradığı yüz çevirmenin ve yalanlamanın "hakka çağrı" tarihinde ilk defa görülen bir istisna olmadığının ferahlandırıcı duygusunu içinde tazelemektir. Çünkü daha önceki peygamberlerin başlarına da aynı şeyler gelmişti. Fakat sonunda yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar hak ettikleri sonuçla karşılaşmışlar, alay konusu ettikleri gerçek tarafından kıskıvrak kuşatılmışlar, böylece son aşamada hak batıla ve gerçek eğriliğe galip gelmiştir.

İkinci amaç, yalanlayıcı ve alaya alıcı Arapların kalblerini eski yalanlayıcıların ve alaya alıcıların toplu-kırım sahneleri ile yüzyüze getirmek, alaycılıkta ve yalanlamakta ısrar ettikleri takdirde kendilerini bekleyen bu sahneleri hatıralarında canlandırmaktır. Çünkü yüce Allah tarihin daha önceki dönemlerinde onlardan çok daha güçlü çok daha nüfuzlu, çok daha zengin ve müreffeh toplumları kitlesel cezalara çarptırmıştı. Nitekim bu gerçekçi ve korkunç tehditleri ile kalbleri ürperten bu ayetlerin başında yüce Allah onlara bu gerçeği duyuruyor. İkinci ayetin seslendirdiği ilâhi direktif işte bu uyarıcılığın mesajıdır. Okuyoruz:

"Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz."

Bilgi toplama, ibret alma, yerinde inceleme amacı ile dünyada geziye çıkmak; böylece yüce Allah'ın olaylarda ve pratik gelişmelerde somutlaşmış, elle tutulur kalıntılarda tescil edilmiş geleneğini tanımak; bu tarihi kalıntıların sembolize ettiği olayların ve kurbanlarının maceralarına dair yörede anlatılan ve tarih kitaplarına geçen belgelerle bütünleştirmek; türü ve amacı bu olan, bu bilinçle yapılan bir gezgincilik, bunlar tümü ile o günün Arapları için yeni şeylerdi. Bu durum bize İslâm sisteminin onlara ne büyük bir aşama kat ettirdiğini, onları cahiliye düzeyinden alarak bu yüksek bilinç, düşünce, görüş ve mantalite düzeyine çıkarırken kendilerine ne kadar uzun bir uygarlık yolu aldırdığını gösterir.

Eski Araplar ticaret, geçim kaynağı sağlama, avlanma ve hayvan sürüsü gütme amacı ile geziye çıkarlar, oradan- oraya yer değiştirirlerdi. Buna karşılık bilgi toplama ya da pedagojik amaçlı gezi onlar için yepyeni bir şeydi. Daha önce bu yolda hiçbir deneyimleri olmamıştı. Fakat işte bu yeni sistem, yani onları ellerinden tutup cahiliye bataklığından çıkardıktan sonra adım adım yürüterek sonunda ulaştıkları yüce doruğa tırmandıran bu İslâm sistemi, Arapların bakışlarını bu yeni gezi türüne yöneltiyordu.

Bu konuya biraz daha derinliğine irdeleyince şunu görürüz. Bu ve buna benzer ayetlerde insanlık tarihi belirli sistematik yasalara göre yorumlanıyor; tarihin yorumunda sürekli bir geleneğin izleri sürülüyor. Yüce Allah'ın izni ile bu sürekli geleneğin sebepleri ne zaman gerçekleşirse sonuçlarının da ortaya çıkacağı belirtiliyor. İnsanlar hem bu sebepleri ve hem de bu sebeplerin getirdiği sonuçları kavrayabilirler, bu sebeplere ve onların bağımlı sonuçlarına dayanarak düşüncelerini kurabilirler, bu sürecin aşamalarını ve dönemlerini tanıyabilirler.

İşte tarihin olaylarını yorumlamaya yönelik böylesine sistematik bir yaklaşım tarzı o zamanın insanının düşünce düzeyi için yepyeni bir yöntemdi. Çünkü o zamana kadar tarih diye ortaya konabilen çalışmaların en ileri düzeydeki örnekleri birtakım basit gözlemlerden ya da geçmişteki olayların ve sosyal alışkanlıkların birbirinden kopuk hikâyelerinden ibaretti. Bu gözlemleri, olayları ve sosyal uygulamaları birbirine bağlayan bir analiz ya da sentez yöntemi yoktu. Ne olaylar arasında ne sebepler ile sonuçlar arasında ve ne de aşamalar ile dönemler arasında anlamlı bir bağ kuruluyordu.

İşte Kur'an'ın bu tarihe bakış yöntemi insanlığı bu ufka iletmeye, insanlık tarihinin olaylarını sistematik bir açıdan değerlendirmenin çığrını açmaya geldi. Bu yaklaşım tarzı düşünce ve bilgi edinme süreci boyunca ortaya çıkmış, doğal bir aşama değildi, dediğimiz gibi kelimenin tam anlamı ile yepyeni bir "çığır" idi. İnsanlık tarihini doğru yoruma kavuşturacak tek yöntem, bu çığırdan kaynaklanıyordu.

Arapların, Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık peygamberliği süresi içinde kaydetmiş oldukları baş döndürücü gelişme ve gerçekleştirdikleri korkunç aşama bazı gözlemcileri dehşetli bir şaşkınlığa sürükler. Bu kısacık dönem ekonomik yapıda ani ve çarpıcı bir gelişmenin meydana gelmesine elverişli değildir. Eğer bu gözlemciler dikkatlerini sırf ekonomik faktörler üzerine yoğunlaştırma saplantısından vazgeçerek Peygamberimizin getirdiği, her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce Allah'ın katından getirdiği bu yeni sistemin sırrını araştırmaya yönelseler içine düştükleri dehşet ve şaşkınlık dağılırdı.

Çünkü onların gözlerini kamaştıran mucize bu sistemin yapısında saklıdır, materyalist akımın çağdaş putu, düzmece ilâhı olarak empoze edilen ekonomi faktörünün etki alanında ısrarla aradıkları bu sır, bu sistemin özünde yatar.

Yoksa o günün Arap Yarımadası'nda sözü edilen ani ve çarpıcı ekonomik değişme hani nerede? Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık peygamberlik dönemi içinde gerçekleşen yeni inanç sistemini, yönetim sistemini, düşünce tarzını, ahlâk değerlerini, bilgi birikimini ve sosyal pratiğini meydana getirecek çapta köklü bir ekonomik gelişme orada meydana gelmiş değil ki!

Kısacası eğer "Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de Peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz" ayetinin somutlaştırdığı bakış açısı bu ayetler grubunun ilki olarak okuduğumuz, "Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar ortaya çıkardık" ayetindeki bakış açısı ile birlikte değerlendirilirse ve bu bakış açıları gerek bu surede ve gerekse Kur'an'ın başka yerlerinde dile getirilen aynı anlamlı mesajlarla bütünleştirilirse bu yeni sistemin insan düşüncesine olgunluk ve bütünlük kazandıran orijinal bir cephesi ortaya çıkar. Bu sistem Kıyamete kadar geçerli ve kalıcı olduğu gibi kendine özgü, başkalarına benzemez bir sistemdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

12. De ki: “Kime aittir göklerde ve yerde olan her şey?” De ki: “Rahmeti ve şefkati kendisine ilke edinen Allah’a”. ¹⁰ O, [varlığı] her türlü şüphenin üstünde olan Kıyamet Günü hepinizi bir araya mutlaka toplayacaktır: ama kendilerine yazık edenler (var ya), işte [O’na] inanmayı reddedenler onlardır;[*]

Bu ayette önce gerçek anlatılıyor, açıklanıyor ve arkasından yolların ayrıldığı, karşıt tarafla ilişkilerin kesildiği belirtiliyor. Bundan dolayı Peygamberimiz müşriklere bu şekilde karşı koymaya yöneltiliyor. Bilindiği gibi bu ayetin muhatap aldığı müşrikler her şeyin yaratıcısının yüce Allah olduğuna inanıyorlardı, fakat bu inançlarının arkasından O'na yaratma gücü olmayan putları denk tutarak hayatlarına yön verme konusunda bunları yüce Allah'a ortak koşuyorlardı. İşte Peygamberimiz bu inanç kargaşası içindeki müşriklere göklerde ve yerdeki tüm varlıkların mülkiyetinin kime ait olduğunu, bu varlıkların yaratıcısı olduktan sonra onların maliki olanın kim olduğunu soruyor. Soruda "göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar" denmek sureti ile söz konusu mülkiyetin yaygınlığı vurgulanmış oluyor. Üstelik bu soruda dile getirilen gerçeğe müşriklerin kendileri de karşı çıkmıyorlardı. Kur'an onların bu gerçeği tartışmasız biçimde onayladıklarını birçok yerinde açıklamıştır. Evet;

"De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki; `Allah'ındır."

Gerçi eski Araplar cahiliye döneminde sapık düşüncelere sahiptiler ve bu sapık düşünceler bozuk bir hayat tarzı ortaya çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından daha ileri düzeye çıkaran nokta "Göklerin ve yerlerin yüce Allah'a ait olduğunu" bilmeleri ve onaylamaları idi. Oysa onların günümüzdeki yoldaşları fıtratlarını, gözeneklerini bu gerçeğe karşı sımsıkı kapatıyorlar, onu bu alandaki fonksiyonunu yerine getirmekten alıkoyuyorlar.

Gerçi cahiliye dönemi Arapları bu gerçeği kabul ediyorlardı, ama bu gerçeğin doğal sonuçlarını onaylamıyorlardı. Yani yüce Allah'ın, mülkiyeti altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni olduğunu, bu varlıklara ilişkin her türlü tasarruf girişiminin mutlaka O'nun iznine ve şeriatine bağlı olması gerektiğini benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden müşrik sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına "cahiliye hayatı" adı veriliyordu.

Peki hayatları ile ilgili her konuyu yüce Allah'ın egemenliği dışına çıkararak bu egemenliği kendilerine yakıştırmaya yeltenenlere ne demeli? Gerek kendilerine ve gerekse hayat tarzlarına hangi adı takmalı, hangi sıfatı vermeliyiz? Onlara mutlaka müşriklikten başka bir sıfat vermek gerekiyor. Bu sıfat bizzat yüce Allah'ın ifadesi ile kâfirliktir, zalimliktir, fasıklıktır. Bu tür kimseler istedikleri kadar müslüman olduklarını iddia etsinler, kimlik belgelerinin kendilerine yakıştırdığı sıfat istediği kadar bu olsun, bu gerçeği değiştiremezler!

Tekrar ayete dönelim. Görüyoruz ki, burada "göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, mülkiyetinin yüce Allah'a ait olduğu" gerçeği yanında bir de şu gerçeğe dikkatler çekiliyor: "Allah merhametliliği üzerine görev yazdı."

Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti her konuda ve her olayda geçerli bir prensiptir. Hatta bu prensip kulların zaman zaman sıkıntılarla, zorluklarla sınavdan geçirildikleri durumlarda da yürürlüktedir. Çünkü yüce Allah kullarının bir bölümünü, emanetini taşımaya elverişli düzeye çıkarmak için onları böyle sınavlardan geçirmektedir. Bu tür sınavlar aracılığı ile o kulların içtenliğini, bağlılığını, kendini tanımasını, bilincini, hazırlığını ve yatkınlığını geliştirmek istemektedir; özleri itibarı ile kimlerin temiz, kimlerin kirli olduklarını ortaya çıkarmayı dilemektedir; Peygamberlerin peşinden gidenler ile onlara sırt çeviren döneklerin ayırd edilmesini murad etmektedir; mahvolanların da hayat bulanların da hak ettikleri sonuçlarla bile bile karşılaşmasını uygun görmektedir. Bunların hepsinin ayrı birer rahmet türü oldukları açıktır.

Bu ifadede dikkati çeken nokta az yukarıda değindiğimiz bağışlayıcılık gerçeğidir; yaratıcı, mülk sahibi, kulları üzerinde kesin ve tartışmasız egemenliğin elde bulundurucusu olan Allah'ın bağışlayıcılığıdır; kullarına yönelik merhametini bu şekle büründüren, onu kendi üzerine yazılmış, kullarına karşı taahhüd edilmiş, sırf özgür iradesi ve serbest dileği ile üstlenilmiş bir görev konumuna oturtan tek taraflı bağışlayıcılığıdır. Bu dehşetli bir gerçektir. İnsan onu bu boyutları içinde düşünmeye, zihninde canlandırmaya durduğu zaman onu düşünmeye, kavramaya, etkisini algılamaya dayanamaz, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır.

Bu ifadede somutlaşan bir başka ilâhi bağış daha dikkatimizi çeker. Bir öncekinden daha az önemli olmayan bu ikinci bağış, yüce Allah'ın merhametli olma görevini üzerine yazdığını kullarına bildirmesidir. Kullar kim oluyorlar ki, ilâhi iradenin yücelikler aleminde cereyan eden bir işlemi hakkında kendilerine bilgi verilsin? Kullar kim oluyorlar ki, peygamberler aracılığı ile bizzat yüce Allah'ın sözlerine yüklenen bu konudaki bilgi kendilerine ulaştırılsın? Onlar bu denli ilgiye lâyık mıdırlar ki? Değil. O halde bilgiyi vermeyi sağlayan tek faktör, kerem sahibi yüce Allah'ın kullarına yönelik yaygın bağışı ve taşkın faziletidir.

Eğer bu gerçeği bu şekilde düşünüp kavrayabilirsek kalblerimiz bir yandan hayrete ve dehşete kapılırken bir yandan da çapını ve ayrıntılarını kelimelerin dar kalıplarına sığdıramayacağımız bir huzura ve güvene kavuşur.

Bu tür gerçekleri ve bu gerçeklerin kalblerde uyandıracağı duyguları insan dili ve insan kalemi ifade etmeye elverişli değildir. İnsan kalbi onların sadece hazzını duyabilecek nitelikte yaratılmıştır, o kadar. Yoksa onları bilecek yeteneğe sahip değildir.

Bu gerçeğin İslâm düşüncesinde somut bir ifadeye kavuşması ilâhlık gerçeğine ve kullar ile bu yüce gerçek arasındaki ilişkiye ilişkin düşüncenin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu düşünce hoştur, güzeldir, güven vericidir, sevecen ve zariftir; aynı zamanda bu konuda İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz görüşler ileri süren bazı dar görüşlü kulların zorlamalı saçmalıkları karşısında insanı hayrete sürükleyecek bir nitelik taşır. Sebebine gelince bu düşünce Hıristiyan kilisesinin sapık görüşlerinde ileri sürüldüğü üzere hiçbir kulun yüce Allah'ın oğlu-evlâdı olduğunu söylemiyor. İslâm düşüncesi bir yandan bu tür çocukça düşüncelerin üzerine yükselirken aynı zamanda yüce Allah ile kulları arasındaki ilişkiyi böylesine insanın kelimelerin kalıplarına sığdıramayacağı, kalbleri hazzı ile doldurup taşıran ve heybeti ile ürperten yüksek bir ifade düzeyine çıkarıyor.

Gerçekleşeceği kuşkusuz olan o büyük toplantı, yüce Allah'ın üzerine görev yazdığı bu rahmetin bir parçasıdır. Bu toplantı olayının arkasında yüce Allah'ın kullarına yönelik bir ilgisi bulunduğu bellidir. Çünkü yüce Allah, insanları belli bir iş için yarattı, onları belli bir amaçla yeryüzünde halifeliğe getirdi, onları boşu boşuna yaratmadı, amaçsız ve başıboş bırakmadı. Tersine onları Kıyamet günü biraraya getirecektir. Bu gün insanların ulaşacakları son aşamadır. Tıpkı yolcuların varmak istedikleri son durak gibi. Yüce Allah o gün insanlara kendisine yönelik çabalarının, rızasına dönük emeklerinin karşılığını verecektir, dünyadaki çalışmalarının titiz değerlendirmesi sunulacaktır. Onların hiçbir emeğini boşa çıkarmayacak, hiçbir ücretlerini kesmeyecektir. Tersine Kıyamet günü insanlara ücretleri, ödülleri tastamam verilecektir. Bu uygulama başlı başına ilâhi rahmetin göstergelerinden biridir. Ayrıca yüce Allah, kötülüğe sadece karşılığı olan cezayı verirken iyiliğe on katı kadar ve dilediklerine daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra dilediği kimselerin dilediği günahlarını siliyor ki, bütün bu uygulamalar söz konusu büyük toplantıda tecelli edecek olan birer ilâhi rahmet göstergesidir.

Cahiliye döneminin Arapları müslüman olma şerefine erip bu dinin yüce düzeyine yükselmeden önce Kıyamet günü olgusunu inkâr ediyorlardı. Bu konudaki tutumları tıpkı günümüzdeki yoldaşları olan sözde modern cahiliye bağlılarının tutumları gibi idi. İşte bu gerekçe ile ayetin bu kısmında çeşitli pekiştirme yöntemleri ile donatılmış bir anlatıma yer verildiğini görürüz. Bundan maksat, müşrik Arapların ısrarlı yalanlamalarına karşı koymaktır. Tekrar okuyoruz:

"Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir."

O gün kayba uğrayacak olanlar, zarara sürüklenecek olanlar sadece dünyada iman etmemiş olanlar olacaktır. Bunlar bir yandan zarar ederken öbür yandan kâr edecek değildirler, her şeylerini tümü ile yitirecekler, kesinlikle zarara batacaklardır. Çünkü kendi özlerini yitirecekler, kendi benliklerine kıymış olacaklardır. Bu yüzden herhangi bir şeyi kazanma imkânını tamamı ile yitireceklerdir. İnsan kazandığı şeyi özü için, benliği hesabına kazanır, öyle değil mi? Eğer benliğini kaybederse, özüne kıyarsa artık neyi, kimin hesabına kazanabilir'? Okuyoruz:

"Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar."

Bu kimseler kendi özlerine kıymışlar, onu yitirmişlerdir. Artık ellerinde iman edecek bir öz kalmamıştır. Bu ifade pratik bir durumu anlatan gerçekçi bir deyimdir. Bu din insan fıtratına yönelik derin ve etkili mesajlar, inandırıcı kanıtlar içerir. Böyle olduğu halde ona inanmayanlar, mutlaka daha önce fıtri özlerini yitirmiş olmalıdırlar. Mutlaka bünyelerindeki fıtri karşılık verme ve benimseme cihazları dumura uğramış, işlemez olmuş ya da perdelenmiş, maskelenmiş olmalıdır. Onlar bu durumda öz benliklerini kaybetmişlerdir. Çünkü öz benliklerinin yapısında saklı duran canlı fıtratlarının reaksiyon gösterme ve kabul etme cihazlarından yoksun kalmışlardır. Bundan dolayı onlar inanmıyorlar. Sebebine gelince inanacak bir öz benlikleri kalmamıştır artık. Çevrelerinde inanmaya çağırıcı kanıtların ve mesajların bol olmasına rağmen bu kimselerin iman etmemiş olmalarının anlamlı açıklaması budur. İşte Kıyamet günü onların akıbetlerini bu çarpıklıkları belirleyecektir. Bu akıbet, daha önceki öz benlikleri ile ilgili kayıplarının doğal sonucu olarak ortaya çıkacak olan büyük kayıp ve onarılmaz yıkımdır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

13. Gecenin ve gündüzün içinde yer alan her şey O’nundur. O, Semî’dir, her şeyi duyar, Alîm’dir, her şeyi bilir.
14. De ki: "Göklerin ve yerin Fâtır’ı olan o yaratıcıdan (gökleri ve yeri bir çekirdeği yarar gibi yarıp çıkaran ) o yedirip doyuran ama kendisi yedirilip beslenmeyen Allah’tan başkasını mı velî[*] edineyim?" De ki: "Bana, İslam’ı / Allah’a teslim olmayı seçenlerin ilki olmam emredildi." Ve sakın şirke sapanlardan olma!

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

15. De ki: "Eğer Rabbime isyân edersem, büyük bir günün azâbından korkarım!"
16. O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte en büyük mutluluk, en açık başarı budur.[*]

Bu ifadeler Peygamberimizin, Rabbinin emri karşısındaki gerçek duygularını tasvir ediyor, O'nun ilâhi azabtan korktuğunu elle tutulur biçimde ortaya koyuyor. Nasıl korkmasın ki, herhangi bir kulun bu azaptan uzak tutulması yüce Allah'ın bir rahmet göstergesi ve kesin kurtuluşu sayılıyor.

Bunun yanı sıra bu ifadeler, gerek o zamanın ve gerekse bütün zamanların müşriklerinin kalblerine ürperti salacak bir hamle niteliği taşırlar. O "büyük gün"ün, yani Kıyamet gününün azabını tasvir eden titretici bir hamle karşısındayız. Bu hamle yırtıcı bir kuş gibi avını kovalıyor, başı üzerinde daireler çizerek alçalıyor ve birden yakalamak üzere üzerine çullanıyor. Onu avını pençesine geçirmekten sadece Allah'ın yüce gücü alabilir, sadece bu güç onu burnundan tutarak başka tarafa yöneltebilir! Bu tasvir karşısında okuyucunun nefesi gırtlağında düğümleniyor, bu somut sahneyi seyrederken yırtıcı kuşun avına pençe salacağı son anı içi titreyerek kolluyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

17. Şayet Allah sana bir zarar dokundursa, bunu O’ndan başka giderecek yoktur. Fakat sana bir hayır dokunduracak olsa onu da kimse gideremez. Bil ki O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
18. Ve kulları üzerinde hüküm ve egemenlik sahibi Kaahir’dir. O Hakîm’dir; bütün kararları doğrudur ve Habîr’dir; her şeyin iç yüzünü bilir.
19. De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahadet etmem; ’De ki; "O tek bir ilahtır ve ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım."[*]

Kur'an'ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti salıyor ki, insan sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden herhangi bir yorumla araya girerek bu ayetlerin kalblere akıyı, fışkırışını durdurmak istemiyorum.

Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu dalganın köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek istiyorum. Bu ayetlerin dikkatlerimize sunduğu mesele dost edinme, Allah'ı birleme ve müşrikler ile ilişki kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi, onun içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün müslüman camiası bu ilâhi dersin üzerinde uzun uzun durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye zihniyeti ile karşı karşıya idi ise bu günün müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti, aynı cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı karşıyadır. Bu yüzden günümüzün müslümanları tutumlarını bu ayetlerin ışığında belirlemekle, bu ayetlerin gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu ayetler üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların kılavuzluğu altında çizmelidirler.

Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa geldiği ilk günkü noktaya geldi. İnsanlık, şu Kur'an'ın Peygamberimize indiği günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet'in, en büyük temel kuralı olan "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini yerleştirmek üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların benzerlerini yaşıyoruz neredeyse.

Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını İslâm orduları başkomutanının elçisi Rebii b. Amir'in anladığı ve anlattığı gibi anlamak gerekir. Bilindiği gibi Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem ile görüşmesi sırasında komutanın "Sizi buralara getiren sebep nedir?" şeklindeki sorusuna şu cevabı veriyordu; "Bizi buralara gönderen yüce Allah'dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah' a kul olma düzeyine, dünyanın dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp dünya ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin baskısından kurtarıp İslâm'ın adaletine kavuşturmak için geldik."

Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile soydaşlarının imparator Kisra'ya tapmadıklarını, onu evrenin yaratıcısı ve ilâhı olarak görmediklerini, bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun yasa koyma yetkisin. onaylıyorlar, bu anlamda ona tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm'a aykırı idi, hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem'e bildirdi ki, yüce Allah kendilerini insanları kulun kula kulluk ettiği, rejimlerin ve sosyal düzenlerin pençesinden kurtarıp ortaksız Allah'a kul olma düzeyine ve İslâm adaletinin dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve düzenlerin savunucuları ilâhlığın belli-başlı özelliklerini oluşturan egemenliği, yasa koymayı, söz konusu ayrıcalıklı kullara yakıştırıyor ve halktan bu egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara uymasını istiyorlardı ki, bunlar çarpık dinlerin sözcüleri idiler.

Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa "lailâhe illellah" ilkesini getirdiği günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula kul olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin baskısı altına düştü, "lailâhe illellah" (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini çiğnedi. Gerçi bazı kimseler minarelerden "lailâhe illellah" cümlelerini seslendirmekte devam ediyorlar. Fakat bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin bilincinde olmadan ve birtakım ayrıcalıklı kulların kendilerine yakıştırdıkları "egemenliğin" meşruluğunu reddetmeden yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla eş-anlamlıdır. Buna göre gerek bazı ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla görevlendirilmiş kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü ne bu imtiyazlı fertler ne yasama kurumları ve ne de halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini kullanma hakları yoktur.

Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü, "lailâhe illellah" ilkesine sırt çevirdi ve bunun sonucu olarak sözü geçen kimselere ilâhlık özelliklerini yakıştırdı, artık yüce Allah'ın birliğini unutuverdi, sırf O'nu dost edinme, sırf O'na dayanma ilkesinden uzaklaşıverdi.

İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm, yeryüzünün doğusunun ve batısının minarelerine çıkıp oralarda "lailâhe illellah" cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri anlamsız ve pratik uygulamasız olarak seslendirmekle yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları azap daha ağırdır. Çünkü onlar doğru yolu tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra kula kul olma sapıklığına geri döndüler.

İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu bu açık anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne kadar çok muhtaçtır!

Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme ilkesini belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok muhtaçtır!:

"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur." De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."

Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına iyice yerleşebilsin: İster boyun eğme ve itaat etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun, yüce Allah'dan başkasını dost ve dayanak edinmek İslâm'a taban tabana zıddır. Çünkü bu tutum İslâm'ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah'dan başkasını dost edinmenin ilk somut uygulaması, ilk açık belirtisi gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde müslümanın ana amacı tüm insanlığı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah'a kul olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün müslümanı bu uğurda mücadele ederken tıpkı Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman cemaatın karşı karşıya bulunduğu cahiliye zihniyetinin aynısı ile karşı karşıyadır.

Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine karşı mücadele verirken aşağıdaki ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları gerçeklere ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar!

"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.'

`O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur.

Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.

O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir ve O her şeyden haberdardır."

Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı vereceği savaşta bu zihniyetin acımasızlığını, zorbalığını, baskısını, sırt çevirmesini, inatçılığını, bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere karşı dururken bu gerçeklerin ve bu duyguların kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha hatırlayalım: Yüce Allah'ın buyruklarını çiğnemekten ve O'ndan başkasını dost-dayanak edinmekten korkmak. Yüce Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri bekleyen korkunç azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın sadece Allah olduğuna kesinlikle inanmak. Yüce Allah'ın kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunun, O'nun hükmünü hiç kimsenin geriye atamayacağının, kararını hiç kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman bilincinde olmak.

Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti karşısında İslâmı yeniden "kurma"nın gerektireceği yükümlülükleri omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler dağların bile taşıyamayacağı kadar ağırdır! (Seyyid Kutub Tefsiri)

20. Kendilerine kitap verdiklerimiz, Peygamberi ve Kur’an’ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat kendilerine kıyanlar var ya, onlar asla inanmazlar.[*]

Bu ayet -tercih ettiğimiz görüşe göre- Mekke inişlidir. Buna göre burada ehl-i kitaptan söz edilmesi, müşrik Araplara şu mesajı vermek içindir: Kendilerinin inkâr ettikleri şu Kur'an'ı, kitap ehli çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar, durum böyleyken eğer bunların çoğu buna inanmıyorsa bunun sebebi bunların kendi özlerine kıymış olmalarıdır, inanmamaları o yüzdendir. Bu konudaki durumları, öz benlikleri kıydıkları için bu dine inanmamış olan müşriklerin durumu gibidir. Ayetin önü de arkası da müşriklerden söz ediyor ki, bu durum bu surenin tanıtma yazısında dediğimiz gibi bu ayetin Mekke inişli olduğu görüşüne katılmamızın gerekçelerindendir.

Tefsir bilginleri gerek bu ayeti ve gerekse benzerlerini şöyle açıklıyorlar: "Onlar, yani ya müşrikler ya da kitap ehli, bu Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş, gerçek bir kitap olduğunu veya Peygamberimizin gerçek bir peygamber olup Kur'an'ın kendisine vahiy yolu ile indirildiğini biliyorlar."

Bu anlam ayetin içeriğinde gerçekten vardır, fakat ayetin söylemek istediğinin bütünü bu değildir. Eğer biz tarihin akışını iyi izlersek ve yahudiler ile hıristiyanların bu süreç içinde bu dine karşı takındıkları tutumu değerlendirirsek bu ayetin bir başka anlamı daha olduğunu görürüz. Yüce Allah bu "öbür" anlamı da müslümanlara belletmeyi dilemiş olmalıdır. Böylece bu din dolayısı ile sürekli biçimde yahudi ve hıristiyanlarla karşı karşıya gelmek zorunda kalan müslümanlar bu önemli gerçeği hep belleklerinde yaşatsınlar, hiçbir zaman akıllarından çıkarmasınlar istemiştir.

Yahudiler ve hıristiyanlar Kur'an'ın Allah'dan gelmiş, gerçek bir kutsal kitap olduğunu biliyorlar. Bundan dolayı gayet iyi biliyorlar ki, bu kitap etkilidir, güçlüdür, yararlıdır, yapıcıdır; onun öğrettiği inanç sistemini benimseyen, onun bellettiği ahlâk sistemini kişiliğinde somutlaştıran ve onun dayandığı hayat düzenini toplumunun pratiğine yansıtan millet için itici, ileriye götürücü bir enerji kaynağıdır. Bu yüzden bu kitaba ve bağlılarına karşı durmak için akıllarının erdiği bütün hesapları yaparlar. Çünkü dünyanın, kendileri ile bu dinin bağlılarına bir arada dar geleceğini gayet iyi biliyorlar! Sebebine gelince iyi biliyorlar ki, bu dinin içeriği gerçektir, haktır ve buna karşılık kendi yolları eğridir, batıldır; benimsedikleri, sosyal kurumları, ahlâkları ve hayat tarzları için dayanak edindikleri cahiliye zihniyeti ile bu din uzlaşmaz, onun varlığına göz yummaz; bu yüzden bu dinin cahiliyeye yönelik sürekli ilişkisi, amansız bir savaş olacaktır. Cahiliye zihniyetinin dünyada kökü kazınıncaya, bu din yeryüzünde kesinlikle egemen oluncaya, yüce Allah'ın egemenliğini gasp etmeye yeltenenler dünyanın her tarafından kovulup atılıncaya, egemenlik yüce Allah'ın tekelinde odaklaşıncaya kadar bu amansız savaş sürüp gidecektir.

İşte yahudiler ile hıristiyanlar İslâm dinine ilişkin bu gerçeği iyi biliyorlar, bu anlamda onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Bundan dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan yoğun bir çaba ile bu dini araştırıyorlar, onun güç kaynaklarını irdeliyorlar, vicdanlara giriş kanallarını ve sızma gözeneklerini belirlemeye çalışıyorlar. Ciddi bir biçimde şu soruların cevabını arıyorlar: Bu dinin yönlendirici, atılımcı gücünü nasıl sarsabilirler? Onun bağlılarının kalblerine nasıl kuşku ve güvensizlik tohumları ekebilirler? Onun nass'larını ve kavramlarını nasıl çarpıtabilirler? Bağlılarını gerçek bilim yolundan nasıl saptırabilirler? Bu dini batılı ve cahiliye zihniyetini silindir gibi ezen ilâhi egemenliği, onu gasp edenlerden geri alarak yüce Allah'ın yeryüzündeki egemenliğini perçinleyen ileriye itici, dinamik niteliğinden uzaklaştırarak kuru bir kültürel akıma, birtakım cansız teorik araştırmalara, birtakım teolojik ya da fıkhı tartışmalara veya anlamsız mezhep çatışmalarına nasıl dönüştürebilirler? Onun özüne yabancı, hatta özünü tahrip edici düşünceler ile sistemlerle ve kurumlarla temel kavramlarını nasıl yozlaştırabilirler? Bu melânetleri işlerken bu dinin bağlılarına inanç sistemlerini saygın ve dokunulmaz tuttukları izlenimini nasıl verebilirler? Sonunda bu inanç sisteminin boşluğunu başka düşünceler ile, başka kavramlar ile ve başka idealler ile nasıl doldurabilirler; böylece çarpıtacakları, tanınmaz hale getirecekleri bu inanç sisteminin vicdanlarda kalan köklerinin son kalıntılarını da nasıl söküp atabilirler?

Yahudiler ile hıristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve titiz bir biçimde etüd ediyorlar. Ama amaçları, bazı saf müslümanların sandıkları gibi gerçeği aramak değildir; ya da bazı aldanmışların düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun değerini tarafsız bir şekilde ortaya koymak değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar Batılı araştırıcıların veya oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını itiraf ettiklerini görünce hemen böyle bir yanılgıya kapılıverirler. Asla! İşin aslı hiç bir zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden vurabileceklerini, onun duyarlı ve ölümcül noktalarının nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı ile onu ciddi, köklü ve titiz biçimde etüd ediyorlar. Onlar bu dinin vicdanlara girerken kullandığı yolları ve sızma kanallarını bulup bu kanalları tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda karşı koymak, böylece kaleyi içinden fethetmek istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl yapılandırdığını bellemek istiyorlar, çünkü insanların vicdanlarında doğan boşluğu doldurmak için kullanacakları karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar.

Biz müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz. Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim, çocuklarımızı tanıdığımız gibi dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin bilincinde olmamızdır, bu görevin öncelikle bize düştüğünü kafamıza yerleştirmemizdir.

Tarihimizin bin dörtyüz yıllık realitesi bize bir tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek "Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi ve Kur'an'ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar" ayetinin açıkladığı gerçektir. Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız zaman kesitinde her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu dönemde İslâm hakkında yapılan araştırmalar, yayınlanan eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı, öyle ki, çeşitli yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile ilgili yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu araştırma eserleri yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın özüne, tarihine, güç kaynaklarına, ona karşı koyma yöntemlerine ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün önemli ve ayrıntılı noktaları ne kadar inceden inceye bildiklerini gösteriyor.

Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların ezici çoğunluğu -doğallıkla bu niyetlerini açıklamaktan titizlikle kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu dine açıktan açığa saldırırlarsa bu tutumlarının müslümanlar arasında heyecanlı karşı koymalara, sert direnişlere yol açacağının iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle sömürgeleştirme savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silâhlı saldırılar müslümanların sert tepkisi ile karşılaşmıştı, bu silâhlı saldırıları geri püskürtmek amacı ile gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en azından dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm'a yönelik açık saldırılar devam edecek olursa -bu saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa- müslümanlar arasında savunma ve direnme heyecanının uyanması önlenemeyecektir. Düşmanlarımız bu gerçeği bildikleri için ezici çoğunlukları ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Adamlar önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece müslümanların bilenmiş duygularını uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır duyarlı heyecanlarını uyuşturuyorlar, okuyucunun güvenini ve bağlılığını kazanıyorlar, arkasından zehiri bardağa doldurarak rahatça karşılarındakilere sunuyorlar. Bu aşamada nehr dediklerini zehirli kitaplarının sayfalarından izleyebiliriz.

"Evet, bu din büyük bir dindir. Fakat çağdaş uygarlıkla uyuşabilmesi, onunla atbaşı gidebilmesi için kavramlarının ve kurumsal düzenlemelerinin gelişmesi, tekâmül etmesi gerekir. Gerek sosyal kurumlarda gerek yönetim biçimlerinde ve gerekse ahlâki değerlerde meydana gelen gelişmelere karşı çıkmamalıdır. Kısacası kalblerde barınmaya razı inanç haline gelmeli ve pratik hayatın çağdaş uygarlık tarafından geliştirilen teoriler, deneyimler ve yöntemler aracılığı ile düzenlenmesini onaylamalıdır. Bu alanda yeryüzü kaynaklı düzmece ilâhların ortaya koydukları deneyimlere ve yöntemlere kutsallık kaftanı giydirmekle yetinmelidir. İşte böyle yaparsa büyük din olmaya devam eder."!

Bu tür eserlerin sinsi yazarları aldatıcı bir objektiflik ve uyuşturucu bir övgü maskesi altında bu dinin güçlü noktalarını ve derinliklere kök salmış özelliklerini anlatırlarken kendi milletlerine seslenmeyi amaçlarlar; onları bu dinin taşıdığı tehlike konusunda ve güç kaynakları konusunda uyarmak isterler, böylece yıkım mekanizmalarının önüne projektör tutarak bu mekanizmaların darbelerini hedefe isabet ettirmelerini "bu dini çocuklarını bilir gibi bilmelerini" sağlamaya çalışırlar.

Müslümanlar Kur'an'ın gölgesinde yaşadıkça, inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi olayları bilinçli bir yaklaşımla süzgeçten geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarının bilgi ışığında değerlendirdikçe, çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve gidilecek yolu aydınlatan Allah'ın nuru ile görürlerse her an bu Kur'an'ın yeni bir sırrını önlerine açtığını göreceklerdir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 3
21. Uydurdukları yalanları Allah’a isnat ederek O’na iftirada bulunan veya (kâinatta ve öz nefislerinde bütün iman hakikatlerini apaçık gösteren) O’na ait işaretleri ve O’ nun indirmiş olduğu âyetleri yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şurası bir gerçek ki, zalimler asla felâh bulmaz, muratlarına ermezler.[*]

Bu ayetlerde müşrikler tutumlarının içyüzü ile yüzyüze getirilmeye devam ediliyor, davranışlarının ve eylemlerinin yüce Allah'ın terazisindeki konumu kendilerine tanıtılıyor. Bu yüzyüze getirme işlemi yüce Allah adına yalan uydurarak işledikleri zulmü anlatan bir soru cümlesi ile başlıyor. Allah adına uydurdukları yalanların başlıcaları şunlardır: Hz. İbrahim'in Allah katından getirdiği dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar. Helâl ya da haram olduklarını ilân ettikleri kimi hayvanların, yiyecek maddelerinin ve tapınma biçimlerinin yüce Allah'ın emrinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Oysa -bu surenin sonuna doğru anlatılacağı üzere- bu helâller ve haramlar yüce Allah'ın emirlerine dayanmıyor, onların "şahsi kanaatlerine" dayanıyor.

Müşriklerin bu durumu tıpkı günümüzün bazı müslümanlarının durumuna benziyor. Onlar da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar, kendilerini "müslüman" sayıyorlar, ama aslında yüce Allah'a iftira eden birer yalancıdırlar. Sebebine gelince kendi kafalarından birtakım sosyal kurumlar oluşturuyorlar, keyfi birtakım değer yargıları uyduruyorlar, bu yolla yüce Allah'ın yasa koyma yetkisini gasb ederek onu kendilerine yakıştırıyorlar. Arkasından da bu kişisel yakıştırmalarını yüce Allah'ın dini sanıyorlar. Bu arada cehennemin çukurlarından biri karşılığında dinini satan bazı sahtekâr din adamları da bu zalimlere arka çıkarak onların şahsi uydurmalarının Allah'ın dini olduğunu fetva vererek perçinliyorlar.

Yine bu ayetlerde yüce Allah'ın ayetlerini yalanladıkları gerekçesi ile müşrikler azarlanıyor. Onlar Peygamberimizin yüce Allah katından getirmiş olduğu ayetleri reddetmişler, yadsımışlar, asılsız saymışlar ve "bunlar Allah'ın katından gelmedi" demişlerdir, içinde yüzdükleri cahiliye bataklığının sembolize ettiği sistemin Allah katından gelme olduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı günümüz cahiliye zihniyetinin taraftarlarının yaptıkları gibi. Al birini vur öbürüne. Bir çift ayakkabının iki teki gibi, biri öbürünün tıpatıp aynısı.

Okuduğumuz ayetlerin ilkinde müşrikler bütün bunlardan dolayı azarlanıyor ve bu davranışları en koyu zulüm olarak niteleniyor. Okuyalım:

"Allah'a iftira edenden ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?"

Burada "zulüm, şirk, yani Allah'a ortak koşma anlamında kullanılıyor. Bu yolla kavrama, kınama ve aşağılama anlamı yükleniyor. Kur'an-ı Kerim'in çoğu yerinde "şirk" zulüm kelimesi ile ifade edilir. Böylece müşrikliğin iğrençliği ve antipatikliği vurgulanmak istenir. Çünkü şirk hem hakka, gerçeğe hem müşrikin kendi özüne ve hem de tüm insanlara yönelik bir tecavüz, bir saldırı-dır. Her şeyden önce yüce Allah'ın hakkına yönelik bir tecavüzdür, çünkü O'nun bir bilinmesi ve kendisine ortaksız biçimde kulluk sunulması gereği ile çelişir. Müşrik'in kendi özüne karşı bir tecavüzdür, çünkü o kişinin özünü yıkımla ve felâketle sonuçlanacak yollara sürükler. Diğer insanlara yönelik bir tecavüzdür. Çünkü onları gerçek ilâhları dışındaki mercilere taptırır, yetki gasbı esasına dayanan hükümler ve sosyal kurumlar aracılığı ile hayatlarını mahveder. Bundan dolayı "şirk" yüce Allah'ın buyurduğu gibi "büyük bir zulüm"dür ve ne şirk ne de müşrikler asla başarıya, kurtuluşa eremezler. Tekrarlıyoruz:

"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."

Yüce Allah genel gerçeği açıklıyor; şirkin ve müşrikliğin -ya da zulmün ve zalimlerin- son aşamadaki akıbetlerini tanımlıyor. Buna göre kısa görüşlü gözlerin yakın vadede gördükleri kurtuluşun ve başarının önemi yoktur. Bu kısa vadeli başarı sonu yıkıma ve felâkete varan bir mühlet tanımadan, bir "meydan verme"den ibarettir. Kim yüce Allah'dan daha doğru sözlü olabilir ki? (Seyyid Kutub Tefsiri)

22. Bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız ve o zaman Allah’tan başka şeylere ilahlık yakıştıranlara, Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz o varlıklar neredeler şimdi? diye soracağız.[*]

"Şirk" özü itibarı ile ilâhlığın özelliklerinden birini yüce Allah'dan başka bir varlığa yakıştırmaktır. İster bu yakıştırma o varlığın iradesinin evrenin olayları ve gidişatı üzerinde etkili olduğuna inanılması, ister ibadet amaçları ve adakları Allah dışındaki o varlığa sunma biçiminde ve isterse hayatın kurumlarını düzenlemek amacı ile yine Allah dışındaki kaynaktan yasa ve mesaj almak şeklinde olsun, fark etmez. Bunların hepsi ayrı birer "şirk" türüdür; hepsi de farklı türdeki müşriklerce benimsenen çeşitli düzmece ilâhlardır.

Kur'an-ı Kerim, bütün bunları "şirk" teriminin kapsamına alır; Kıyamet sahnelerini bütün bu şirk, müşrik ve put türlerini içerecek bir çeşitlilikte sunar; bir tek şirk türünü anlatmakla yetinmez, sadece bu türlerden birine "müşriklik" sıfatını yakıştırmakla kalmaz, farklı müşrikler arasında gerek dünyadaki ve gerekse Ahiretteki akıbetleri ve cezaları bakımından ayırım yapmaz.

Eski Araplar arasında müşrikliğin bütün bu türleri geçerli idi. Onlar aslında yüce Allah'ın yaratıkları olan bazı varlıkların olayları ve kaderleri yönlendirmede katkıları, payları olduğuna inanırlardı. Onlara göre söz konusu varlıklar bu etkilerini yüce Allah katında sahip oldukları zorlayıcı aracılık (şefaat) yetkisi aracılığı ile ya da bizzat sahip oldukları eziyet verme ve etkileme güçleri yolu ile veya bu yolların ikisi aracılığı ile gösterirlerdi. Meselâ meleklerin aracılık yetkisine sahip olduklarına, cin'lerin ya doğrudan doğruya ya da kahinler ve büyücüler aracılığı ile olaylara yön verebildiklerine, ölmüş atalarının ruhlarının da her iki yöntemle geleceklerini ve hayatlarını etkilediklerine inanıyorlardı. Bunların hepsini birer putla simgelerler, bu putların söz konusu varlıkların ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerlerdi. Yine onların inançlarına göre kahinler bu putların sözcüleri idiler, onlar adına bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri haram; kimi şeyleri serbest ve kimi şeyleri de yasak ilân ederlerdi. Aslında bu helâlleri ve haramları koyanlar kâhinlerin sözde, put sözcülerinin kendileri idi... Allah'a koşulan "ortak"lar onlardı!

Eski Araplar bu putlara tapınma, onlar adına kurban kesme ve adak adama biçimindeki müşrikliği de uyguluyorlardı. Aslında demin dediğimiz gibi bu tapınmaları, kurbanları ve adakları farkında olmayarak kâhinlere sunuyorlardı. Bunların yanısıra eski İranlılar'a özenerek yıldızlara da tapıyorlar, yıldızların olayların yönlendirilmesinde etki payları olduğuna, bu etkilerini yüce Allah'ın etkisinin yanısıra gösterdiklerine inanıyorlar, bu inançlarının sonucu olarak yıldızlara da ibadet sunuyorlardı. (İşte bu surenin ilerdeki ayetlerinde okuyacağımız İbrahim kıssasının bir bölümü ile surenin ana konusu arasındaki ilişki buradan kaynaklanır.)

Eski Araplar arasında, bunların yanısıra, "şirk"in bir üçüncü türü de yaygın idi. Bu şirk türünün sonucu olarak - kâhinleri ve kabile şefleri aracılığı ile yüce Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalar, değer yargıları ve gelenekler ortaya atarlar ve günümüzün bazı kimseleri gibi bu insan-ürünü hükümlerinin yüce Allah'ın şeriati olduğunu iddia ederlerdi.

Ayetin canlandırdığı bu sahnede -Mahşer toplantısı ve hesap verme sahnesinde- müşrikliğin hangi türüne kapılmış olursa olsun bütün müşriklere kapıldıkları düzmece ilâhlara ilişkin şu soru yöneltiliyor: "Hani, nerede şimdi O ortaklar?" Hiç birinin izi-eseri yok ortada. Şimdi bağlılarının ve kapıldıkları dehşeti ve ne de çarpılacakları azabı giderebiliyorlar.

Sahne son derece somut ve canlıdır, Mahşer toplantısı kesinlikle gerçekleşecektir ve müşriklere o büyük, o dramatik soru sorulacaktır:

"Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?"

İşte bu noktada dehşet etkisini gösterir. Burada fıtrat dünyada yüzünü örtmüş olan pas tabakasından arınır. Bu noktada -aslında hiçbir zaman gerçek anlamı ile varolmamış olan- ilâh ortakları fıtrattan ve hafızadan silinir. O zaman eski müşrikler şirkin ve ilâh ortaklarının hiçbir zaman varolmamış olduğunun bilincine varırlar. Bütün bunlar ne gerçekte ve ne de pratikte hiçbir zaman varolmamışlardı. İşte o noktada eski müşrikler arınırlar, akılları başlarına gelir, altının ateş potasında pişme işlemi sonucunda yabancı unsurlardan, cüruftan ve pastan arınması gibi bir olay yaşanır. “Rabbimiz olan Allah’a yemin ederiz ki biz şirk koşan kimseler değildik.” (Seyyid Kutub Tefsiri)

23. Onları yakan şey şu sözleridir: “Rabbimiz olan Allah’a yemin ederiz ki biz şirk koşan kimseler değildik.”[*]

Bu arınma işleminin meydana çıkardığı ya da arınma işleminin belirmesine zemin sağlayan gerçek müşriklerin geçmişlerinden tümü ile kopmaları, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamaları ve dünya hayatı boyunca benimsedikleri müşriklikten soyunmalarıdır. Fakat orada gerçeği kabul etmek ve batıldan arınmak fayda sağlamaz. O halde bu sözlerinde somutlaşan arınma aslında bir belâ; bir acı sınavdır, yoksa bir kurtuluş değildir. İş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. O gün amel günü değil, amellere karşılık biçildiği gündür. O gün geçmişin sözlere döküldüğü gündür, yoksa geçmişi geri getirme günü değildir.

Bundan dolayı yüce Allah, müşriklerin durumunu Peygamberimize hayret bildiren bir üslup ile anlatıyor. Adamlar söz konusu düzmece ilâh ortaklarını yüce Allah'a eş koştukları gün kendi aleyhlerine, öz yararlarına karşı yalan uydurmuşlardır. Çünkü aslında bu düzmece ortakların yüce Allah ile herhangi bir ortaklıkları söz konusu değil. Bugün hayallerinde uydurdukları düzmeceler ortadan kayboldu. Kendi iftiraları ortadan kaybolunca da gerçeği itiraf ettiler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

24. Baksana; kendilerini nasıl da kandırmışlar? Uydurdukları ortaklar da onları terk edip gitmiş![*]

Uydurdukları yalan kendi aleyhlerine işledi, kendi özlerine zarar verdi. Onlar yüce Allah'a ortak koştukları gün kendi özlerini aldattılar, öz benliklerini kandırdılar da yüce Allah'a karşı böyle bir iftira düzdüler. Mahşer ve hesap günü gelince de bu düzmeceleri, bu hayali yakıştırmaları kendilerini yüzüstü bırakıp kayıplara karıştı! (Seyyid Kutub Tefsiri)

25. Bunlardan seni dinleyenler olur; ama (sanki) anlamasınlar diye kalplerinin üzerinde kat kat örtüler oluşturmuşuz, kulaklarında da tıkaç var[1*]. Bütün ayetleri görseler inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle çekişirler. Ayetleri görmezlikte direnen bu kimseler : “Bu, öncekilerin yazılarından[2*] başka bir şey değil ki!” derler.

[1*] Kâfirlerin ön yargıları, istiâre-i temsiliyye /alegori ile canlandırılmıştır (Tefsir’ul-menar). İstiârede benzetme edatı gizlenir. Buradaki mecaz gerçek sanıldığı için benzetme edatı, tarafımızdan “sanki” sözüyle açığa çıkarılmıştır (Yasin 36/8-10, Lokman 31/6-7, Câsiye 45/6-7). “Sanki” edatı yazılmazsa bazı insanlar, Allah’ın kafirlere, tövbe kapısını kapattığını ve özgürce karar almalarını engellediğini sanacaklardır (Nisa 4/18). Oysa tövbe edildiği yani yanlıştan dönüldüğü takdirde (Bakara 2/160) affedilmeyecek bir günah yoktur (Zümer 39/53). Ayetleri görmezlikte direnenler, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gereği gibi kullanmaz; gerçekleri görmek, duymak ve anlamak istemezler (Fussilet 41/5). Sanki Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş gibi davranırlar. Ayrıca Allah, kâfirleri, en’ama yani koyun, keçi, sığır ve deveye benzetmiştir. Bunun sebebi de kalplerini, kulaklarını ve gözlerini bir insan gibi kullanmamalarıdır (A’raf 7/179, Furkan 25/43-44). Ayrıca bakınız: Nisa 4/155, Maide 5/13, En’am 6/46, Araf 7/100-101, Tevbe 9/87,93, Yunus 10/74, Nahl 16/106-108, Rum 30/58-59, Mümin 40/35, Casiye 45/23, Muhammed 47/16, Saf 61/5, Münafikun 63/3, Mutaffifin 83/14. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

***

"Esâtîr" kelimesi kökünden alınmış bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur" ve "üstüre" veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu "sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar", "estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir. Bunun kendi lafzından tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk, "yani öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü Abbas, "esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncekilerin yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan şeyler demek olduğu için değil, öncekilerin masalları Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız sözler olduğu içindir ki "esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma, saçma sapan şeyler) ile tefsir olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr" kelimesinin asıl mefhûmu yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması ise kelimenin delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir şeyin tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu nokta haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili olarak, zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin, Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna "istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye tercüme ediyoruz.

Yunanlılar, masallar, tarihî efsaneler yazmayı bir edebî sanat saymışlar ve bu şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve eski kahramanlık hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları inceleme ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî tarih" ve "siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve bundan en çok "Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin, Cerman, Islav, Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını, bilgilerini anlamak için delil ve ilmin ilkel kaynakları sayanlar da Tarih, Felsefe, Dinler bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye önemli bir esas gözüyle bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe masaldır, ilim ve din masaldır demek olmadığı ise açıktır. Fakat birçokları bundan Tarihin, Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek olduğu kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına kapılmışlar; hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile gerçeğin yansıması ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar, hak ve batılı ayırmayarak bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn "(geçmişlerin masalları) ve hurafeler derler. Ve böyledir diye mücadele ederler. Bu da kalblerinin hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde gerçeği anlama fıtrî kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar. İşte bu âyet bize gösteriyor ki Kur'ân "bu ancak geçmişlerin masallarıdır" diyen kâfirler de bunlardan ve bunların öncülerindendir. "Esâtîru'l-evvelîn" demekle de şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar, Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak kitap değil, bunun kaynağı, ilham kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve mektuplardan ibaret, Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Şu halde bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil, 'geçmişlerin masalları'ndan, 'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan boş satırlardan, yalan hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları yazdırıp yazdırıp söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan sûresinde geleceği üzere "Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorlar. Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurafelerini ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde bulunuyorlar ki, beşeriyeti gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan başka bir şeye tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin caddesine götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların öğrencileridir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

26. Hem başkalarını Kur’an’dan uzak tutuyorlar, hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler.[*]

İleri gelen müşrikler halkı, Kur'an'ı dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları gibi kendileri de onu dinlemekten sakınıyorlar, uzak duruyorlardı. Çünkü eğer onu dinlerlerse etkisi altına girip çağrısına olumlu cevap vereceklerinden korkuyorlardı. Okuyoruz:

"Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler."

Onlar Kur'an'ın eskilerden kalmış bir masal kitabı olmadıklarını gayet iyi bildikleri gibi eğer insanlar onu dinlemek üzere serbest bırakılırsa ona yöneltilen bu karalamanın hiçbir işe yaramayacağını da iyi biliyorlardı. Kureyşli ileri gelenler, taraftarlarının Kur'an'ın etkisi altına gireceklerinden korktukları gibi onun kendilerini de etkileyeceğinden korkuyorlardı. Bu yüzden hakkın kendiliğinden etkili olan güçlü nüfuzuna karşı giriştikleri savaşta Nadr b. Haris'in, Peygamberimizin yakınlarında oturum düzenleyip eski milletlerden kalma masallar anlatması cılız ve komplocu batıl taraftarları hesabına yeterli bir önlem olamazdı. Bundan dolayı taraftarlarını Kur'an dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları gibi kendileri de onu dinlemekten uzak duruyorlardı. Çünkü onun etkisi altına girip mesajına olumlu karşılık verirler diye ödleri kopuyordu. Nitekim Kur'an'ın bu çekim gücüne karşı direnenler arasında Ahnes b. Şerik, Ebu Sufyan b. Harb, Amr b. Hişam gibi ileri gelen müşrikler de vardı; fakat aynı kimseler, tarihi belgelerden öğrendiğimize göre, gizlice Kur'an'ı dinlemekten kendilerini alamamışlar, içlerinde doğan bu yoldaki güçlü arzularını frenleyememişlerdi.

Kendilerini ve başkalarım bu Kur'an'ı dinlemekten, onun etkisi altında çağrısına olumlu cevap vermekten uzak tutmak için harcadıkları bütün bu çabaları, yüce Allah'ın bizzat belirttiği gibi aslında kendilerini mahvetmek için harcıyorlardı.

"Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler."

Kendilerini ve başkalarını hidayetten, iyilikten, dünya ve Ahiret kurtuluşundan alıkoymak için çaba harcayanlar kendilerinden başka kimi mahvederler ki?

Yüce Allah'ın hidayeti ile kendileri ve insanlar arasına girmeyi ana gaye haline getirenler, doğru yol ile insanlar ve kendileri arasında engel oluşturmak uğruna bütün çabalarını yoğunlaştıranlar aslında zavallıdırlar. Bunlar zorba kılığında, tağut üniforması içinde görülseler de zavallıdırlar. Zavallıdırlar, dünyada da Ahirette de aslında mahvettikleri, kendileridir. Bunların, aldanmışların gözü ile belirli bir süre için kazanmış ve başarılı görünmeleri hiç önemli değildir. Bunun böyle olduğunu görmek isteyenler dünyaya ilişkin bu ilk sayfanın karşı sayfasını okusunlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

27. Ateşin önünde bekletilecekleri ve “Ah, keşke [hayata] geri döndürülseydik: O zaman Rabbimizin mesajlarını yalanlamaz ve müminler arasında olurduk!” diyecekleri zaman [onları] görseydin.[*]

Bu tablo, onların dünyada oluşturdukları tablonun karşıtıdır. Dünyaya ilişkin sırt çevirme, tartışma, Kur'an'ı dinlemeye yasak koyma uzak durma, ona karşı bitmez-tükenmez iddialar düzme sahnesinin karşıtı olan zavallılaşma, pişmanlık, aşağılaşma, hayıflanma ve yazıklanma motiflerinden oluşmuş bir sahne karşısındayız.

Şimdi onların Peygamberimizin söylediklerinin "Allah'ın ayetleri" olduklarını biliyorlar ve tekrar dünyaya geri döndürülmelerini temenni ediyorlar. Eğer kendilerine böyle bir fırsat tanınırsa bu ayetleri bir daha yalanlamayacaklarını, tersine onlara inananlardan olacaklarmış!

Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecek bir kuruntudan başka bir şey değildir!

Üstelik onlar karakterlerini; cibilliyetlerini tanımıyorlar. Bu karakter iman etmez. Eğer dünyaya döndürülecek olursa yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etmeyecekleri, bunlara inanacakları yolundaki sözlerine gelince kendi adlarına verdikleri bu peşin söz yalandır, eğer arzularını yerine getirmek imkânı verilse gerçekleşmeyecek bir palavradır. Şimdi dünyadaki kötü davranışlarının sonucu, acı akıbetleri meydana çıktı diye böyle konuşuyorlar. Oysa onlar bu kötü davranışlarını, bu acı akıbetlerini dünyadayken taraftarlarından saklıyorlar, onlarda haklı, başarılı ve kazançlı oldukları izlenimini uyandırmaya çalışıyorlardı. (Seyyid Kutub Tefsiri)

28. Aslında daha önce gizledikleri şey (imanları) ortaya çıkar. Ama geriye gönderilseler, kendilerine konan yasaklara yine dönerler. Çünkü onlar, yalancıdırlar.
29. Onlar, “Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir; biz, bir daha da dirilecek değiliz” demişlerdi.[*]

Hiç kuşkusuz, yüce Allah böylesine bir inancın gölgesi altında insana yaraşır, yüce ve onurlu bir hayat tarzının asla gerçekleşemeyeceğini biliyordu. İnsanı yeryüzünün toprağına sıkı sıkıya yapıştıran, insan düşüncesini –tıpkı hayvanlar gibi- somut şeylere tutkallayan şu düşünce ve duygu ufuksuzluğunu düşünelim. Şu dar çerçeveli zaman ve mekân anlayışını göz önüne getirelim. İnsan nefsinde acımasız rekabet hırsını, sınırlı nimetler uğruna boğuşma ve bu basit nimetlere tapma ihtirasını kamçılayan zaman ve mekân sınırlılığını gözleyelim. Bu ihtirasların herbiri kazığını koparmış birer yırtıcı köpek gibi her tarafa saldırıyor, ne dizgini var, ne ateş-kes tanır ve uzun vadeli bir ödül beklentisine kulak asıyor, hayvanların içgüdülerinden bile daha alçak düzeyi ile her yana tosluyor, ille tatmin olacak, yoksa her şeyi kırıp geçirebilir. Bir de şu kurulu düzenleri ve kurumları düşünününüz. Tek amaçlı ve dayanakları sözünü ettiğimiz kısıtlı zaman ve mekân çerçevesinde egemenlik kurmak. Bu uğurda ne adalet ne insaf ne ölçü tanıyorlar ve ne de acıma duyguları var. Tek bildikleri şey fertlerin, sınıfların ve milletlerin birbirleri ile amansız biçimde yarışması, boğuşmasıdır. Hep birlikte bir ormanda yaşamanın başıboşluğu içinde boğuşuyorlar. Boğuşmalarının düzeyi hemen hemen yırtıcı hayvanların ve sırtlanlarınki ile aynı, arada pek önemli bir fark yok. Tıpkı günümüzün "uygar" dünyasının her tarafında gördüğümüz gibi.

Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün bunları biliyordu. Ayrıca şu da var. Yüce Allah bu ümmeti insanlığın hayatını denetlemekle görevlendirdi, ona insanlığı yüce doruğa iletme fonksiyonunu yükledi, bu yüce dorukta insan onurunun gerçek anlamda somutlaşmasını diledi. İşte yüce Allah böylesine ağır bir yükümlülüğü taşıyacak olan bu ümmetin düşünceleri ve değer yargıları ile söz konusu dar çerçevenin dışına çıkacak o engin ve geniş ufuklara ve boyutlara doğru kanatlanmadıkça, başka bir deyimle dünyanın kısıtlı ufku dışına çıkarak Ahiretin sınırsız ufuklarına açılmadıkça bu son derece önemli görevini yerine getiremeyeceğini de biliyordu.

İşte bundan dolayı yüce Allah, Ahiret gerçeğini bu kadar güçlü ve ısrarlı ifadeler ile vurgulamıştır. Bu vurgulamanın birinci derecedeki sebebi Ahiret aleminin bir "realite" oluşudur. Yüce Allah gerçeği anlatır. İkinci derecedeki sebebi ise insanın insanlık niteliğini düşünce, inanç, ahlâk, davranış, hukuk sistemi ve sosyal düzen plânında mükemmelleştirebilmek için bu inancın kaçınılmaz biçimde gerekli oluşudur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

30. Hem onları Rab’lerinin huzuruna getirilip hesap meydanında durduruldukları zaman bir görsen! Hak Teâlâ: "Nasıl, diyecek, şu gördüğünüz diriliş gerçek değil miymiş?" Onlar da: "Evet, Rabbimiz hakkı için gerçekmiş!" diyecekler. Allah Teâlâ buyuracak: "Öyle ise, kâfirliğinizden ötürü şimdi tadın azabı!"[*]

Bu "Hayat sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir, daha diriltilecek değiliz." diyenlerin akıbetidir. Bu onların bedbaht, alçaltıcı, yüz kızartıcı sahnesidir. Karşısına çıkacaklarını yalanladıkları Rabblerinin huzurunda dikilmeye zorlanmışlardır, hiçbir tarafa kımıldayamıyorlar, sanki boyunlarından tutmuşlar da kendilerini bu dehşetli ve yüce sahneye çıkarıp ayağa dikmişlerdir. Tekrarlayalım:

"Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil miymiş' der."

Bu soru, muhatabını eritecek, yerin dibine geçirecek bir sorudur. Acaba ona ne cevap veriyorlar?:

"Rabbimiz hakkı için, `evet' derler."

Şimdi, onlar Rabblerinin huzurunda dikilmişler, gerçekleşeceğini kesin bir dil ile yalanlamış oldukları bir sahnenin dehşetini yaşıyorlar. Pozisyonun olağanüstülüğüne, sahnenin dehşetine ve akıbetin ürkütücülüğüne uygun düşen kısalıktaki son hükme ilişkin emir de hemen arkadan geliveriyor. Okuyalım:

"Allah da onlara `O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz' der."

Bu akıbet, insana yaraşır düşünce enginliğine açılmayı reddeden, bunun yerine somut algıların dar hücresine hapsolmayı tercih eden, insana yakışır ufuklara doğru kanatlanmaya yanaşmayarak yeryüzünün toprağına çakılıp kalan; hayatını bu zavallı, bu alçaltıcı düşüncenin tutsağı olarak kurup sürdüren yaratıklara lâyık bir akıbettir. Bu yaratıklar kendilerini azaba lâyık hale getirecek biçimde gerilemişler, düzey düşüklüğüne uğramışlardır. Bu azab, Ahireti inkâr edenlerin karakterleri ile uyumlu bir sonuçtur. Çünkü onlar bu zavallı ve geriye dönük düşüncelerinin tutsakları olarak o düşük düzeyli, o insanı geriye götürücü hayatın içinde yaşamışlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 4
31. Allah’ın huzuruna varma hakkında yalana sarılanlar, kesinlikle kaybederler. Beklenmedik bir anda son saat gelince günah yüklerini sırtlarında taşırken: “Bu konudaki kusurlarımızdan dolayı vay halimize!” diyeceklerdir. Dikkat edin, yüklenecekleri şey ne kötüdür!
32. Dünya hayatı, bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, takva[1*] ehli olanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?[2*]

[1*] Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

***

[2*] Dünya hayatı ile Ahiret yurdunun yüce Allah'ın terazisinde son aşamadaki mutlak değeri işte budur. Bu küçük gezegen üzerinde geçirilen ve aslında gündüzün bir saati kadar olan hayatın değeri, o engin mülk aleminin sınırsız sonsuzluğu ile karşılaştırılınca, ayette anlatıldığından fazla bir şey olamaz. Aslında bir saat kadar kısa olan bu zamanı dünya köleliği uğruna harcamak öbür yüce alemin ağırlıklı ciddiyeti ile karşılaştırınca oyundan ve eğlenceden başka bir anlam taşıyamaz.

Bu mutlak bir değerlendirmedir. Fakat-yukarıda değindiğimiz gibi- İslâm düşüncesinde dünya hayatının ihmal edilmesi, dünyaya karşı pasif kalınması, dünyadan el-etek çekilmesi sonucunu doğurmaz. Kimi "tasavvuf" ve "zühd" akımlarında görülen bu tür ihmalkârlıklar, pasif yaklaşımlar ve el-etek çekmeler kesinlikle İslâm düşüncesinden kaynaklanmaz. Bunlar ya ruhbanlığa dayanan hıristiyan kilisesinin düşüncelerinden ya eski İran düşüncesinde ya da İslâm toplumuna geçmiş bazı eski Yunan idealist düşüncelerinden kaynaklanan sızmalardır.

İslâm düşüncesini en eksiksiz biçimde temsil eden, somut ifadeye kavuşturan büyük örnekler ne pasifliğe ve ne de dünyadan el-etek çekmeye kaymışlardır. İşte sahabiler kuşağı. Bu seçkin insanlar nefislerinde şeytanı yenilgiye uğrattıkları gibi onu kulların egemenliğine dayalı imparatorluklar şeklinde yaşâyan çevrelerindeki cahiliye düzenlerinde de yenilgiye uğrattılar. Bu kuşak dünya hayatını yüce Allah'ın terazisindeki değeri ile kavrıyor, algılıyordu. Bu saygıdeğer kuşak pratik hayatta gerçekleştirdiği o çok önemli eserleri Ahirete yönelik çalışmaya döndürdü, hayatın her alanında dünyayı son derece dinamik ve enerjik bir yaklaşımla ele aldı.

Dünya hayatı ile Ahiret yurduna ilişkin bu ilâhi değerlendirme onlara şu avantajı sağladı. Onlar dünyaya kul olmadılar. Dünyanın sırtına bindiler, onu sırtlarında taşımadılar. Onu Allah'a kul ettiler, yüce Allah önünde ona boyun eğdirdiler, onun kölesi olmadılar. Dünyada yüce Allah'ın halifesi olma görevinin gerektirdiği her türlü yapıcılık ve geliştirme faaliyetine sıkıca sarıldılar. Fakat bu halifelik faaliyetlerinde sadece yüce Allah'ın hoşnutluğunu ve Ahiret yurdunun hazırlığını aradılar. Böylece dünya tutkunlarını önce dünyada geçtiler, sonra da onları Ahirette geride bıraktılar!

Ahiret, bilgimize kapalı bir "gayb" alemidir. Bu aleme ilişkin iman düşünceye enginlik ve akla gelişmişlik kazandırır. Ahiret uğruna çalışmak ise günahlardan sakınanlar için daha hayırlıdır, bunun böyle olduğunu aklı başında olanlar bilir. Okuyoruz: "Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha bayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?" (Seyyid Kutub Tefsiri)

33. Onların söylediği şeylerin seni üzdüğünü biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, bile bile Allah`ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34. Senden önce de elçiler yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler. Nihayet, onlara yardımımız yetişti. Allah’ın kelimelerini değiştirecek kimse yoktur. Ant olsun, elçilerin haberlerinden bir parça sana da geldi.
35. Onların yüz çevirmeleri sana ağır mı geliyor! Öyleyse hadi bakalım, gücün yetiyorsa yer altına inen bir delik veya göğe doğru bir merdiven bul da onlara bir mucize getir.[1*] Tercihi (insanlara bırakmayıp) Allah yapsaydı elbette onları doğru yolda toplardı.[2*] O halde sakın cahillik edenlerden olma!

[1*] Burada Hz. Peygamber’e asıl vazifesi hatırlatılarak inkârcıların direnmelerinden dolayı üzülmesine gerek olmadığı bildiriliyor. İnkârcıların inanmak gibi bir niyetleri, arzuları ya da bir arayışları olmadığı için Kur’an’dan başka mucizeye gerek kalmadığına dikkat çekiliyor. Mûcize; sözlükte “bir şeye güç yetirememek” anlamındaki acz kökünden türeyen “muciz” kelimesinin isim şeklidir. Terim olarak, Yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan zâtı doğrulamak ve desteklemek için yarattığı, insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı olağanüstü olay olarak tanımlanır.“Mucize” kelimesi Kur’an’da geçmez, “âyet, âyât, beyyine, delil ve delâil” kelimeleri “mucize” anlamında kullanılır. Bu ayetten ayrıca anlıyoruz ki mucize getirmek peygamberin iradesiyle olacak bir iş değildir. Mucize Allah’ın peygamberlerini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı ve insanların aynısını yapmaktan aciz kaldığı bir fiilidir. Mucize gerçekte Allah’ın işidir. “Peygamberin mucizesi” denilmesi, mucizenin onun aracılığıyla olması ve onun doğruluğunu göstermesi sebebiyledir. Allah murad etmeyince hiçbir peygamberin herhangi bir mucize göstermesi mümkün olmaz. Ra’d 13/38. ayetinden de anlaşıldığına göre, Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir mucize getiremez. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

***

[2*] Şâe (شاء) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

36. Sadece dinleyenler, çağrıyı kabul ederler. Ölüler gibi davrananları, nasıl olsa Allah yeniden diriltecektir. Sonra hepsi onun huzuruna çıkarılacaklardır.[*]

Peygamberimizin yüce Allah katından getirdiği gerçeğe muhatap olan in sanlar iki kesime, iki ana gruba ayrılırlar. Bu gruplardan birini diriler oluşturur. Bunların fıtri algılama cihazları canlıdır, İsler durumdadır ve dış etkilere açıktır. Böyleleri doğru yol çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. Zaten bu doğru yol çağrısı fıtrat tarafından işitilecek ve olumlu karşılık görecek biçimde güçlü, belirgin, fıtratla barışık ve uyumludur. Tekrarlıyoruz:

"Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler."

Bu çağrıya muhatap olan insanların diğer grubu ise ölüdürler, fıtri mekanizmaları işlemez durumdadır, işitmezler, algılayamazlar. Bundan do(ayı çağrıdan etkilenip ona karşılık veremezler. Bu grubun eksikliğini duyduğu şey muhatabı olduğu gerçeğin delil yetersizliği değildir. Gerçeğin delili özünde saklıdır. Eğer gerçek yol bulup fıtrata ulaşabilse orada sağlamasını bulur ve fıtratın olumlu yaklaşımı ile karşılaşır. Bu grupta eksik olan şey fıtratın canlılığı ve oradaki algılama cihazının işlerliği, aldığı uyarıcılara tepki gösterme yeteneğidir. Peygamberlerin bu tür insanlar karşısında yapabilecekleri bir şey yoktur. Onlara delil göstermek de anlamsız ve yersizdir. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Eğer dilerse onları diriltir, bunun için diriltilmeyi hakeden bir çaba göstermeleri, dirilmeye lâyık olduklarını yüce Allah'a kanıtlamaları gerekir. Dilerse de bu dünya hayatı süresince onları diriltmez, Ahirette O'nun huzuruna dönecekleri güne ölmüşlüklerini, cansızlıklarını devam ettirir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

37. “Rabbinden ona bir mucize indirilse olmaz mı?”[*] dediler. De ki: “Allah mucize indirmenin ölçüsünü belirlemiştir. Ama onların çoğu bunu bilmezler.”

Müşrikler daha önceki peygamberler eli ile gösterilen somut olağanüstülükler gibi olağanüstü mucizeler istiyorlardı. Kur'an'da yeralan öbür ayetler ile yetinmiyorlardı. Oysa bu ayetler olgunluk düzeyine ermiş insan idrakine hitap ediyor, insanın olgunluk çağına erişini ilân ediyor, bu olgunlaşmaya saygı gösteriyor, ona bu yüksek düzeyden sesleniyordu. Üstelik Kur'an, somut olağanüstülükleri görmek isteyen insan kuşağının sahneden çekilmesi ile ortadan kalkacak geçici bir mesaj kitabı değildi. Tersine Kıyamet gününe kadar varlığını sürdürerek mucizevi anlatımı ile insan idrakini karşı karşıya bırakmakta devam edecekti.

Müşrikler olağanüstü somut mucizeler istiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın bu konudaki kanunun farkında değillerdi. Yüce Allah olağanüstü somut mucizenin gelişinden sonra çağrının mesajını yalanlayanları derhal yakalıyor, onları dünyada helâke uğratıyordu. Yüce Allah'ın neden onların olağanüstü mucize isteklerini karşılamadığını kavrayamıyorlardı. Yüce Allah bu somut mucizelerinden sonra da onların inkârcılıklarını sürdüreceklerini biliyor -Nitekim kendilerinden önce gelip geçmiş bazı kavimler öyle yapmışlardı- o zaman da helâke uğramayı hakedecekler. Oysa yüce Allah onlara mühlet tanımayı diliyor ki, içlerinden inanacak olanlar inansın, inanmayanların da bellerinden ileride mümin olacak olan kuşakların tohumlarını, spermlerini çıkarsın. Buna rağmen bu adamlar yüce Allah'ın kendilerine mühlet verme nimetine, başka bir deyimle ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmeden sundukları öneriyi kabul etmemekle kendilerine bağışladığı nimete karşı şükretmiyorlar, bu nimetin değerini bilmiyorlar!

Okuduğumuz ayette onların bu önerisi hatırlatılıyor, arkasından onların çoğunluğunun bu önerinin arkasından neler geleceğini bilmedikleri, yüce Allah'ın bu öneriyi neden karşılamadığını kavrayamadıkları vurgulanıyor; yüce Allah'ın böyle bir mucizeyi indirecek yeterli güce sahip olduğu, fakat hikmeti yüzünden bu öneriyi gerçekleştirmediği, kendi üzerine borç yazmış olduğu merhametinin bunun arkasından gelecek belâyı önlediği açıklanıyor. (Seyyid Kutub Tefsiri)

38. Yeryüzünde ki bütün canlılar ve iki kanadıyla uçan kuşlar, ancak sizin gibi bir topluluktur (ümmettir). Biz kitapta hiçbir şeyi unutmadık (atlamadık), sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanacaklar.[*]

Arkasından ayet akışını değiştirecek müşriklerin kalblerine başka bir kanaldan girmeye çalışıyor. Bu kalblerde varolan irdeleyici ve araştırıcı yetenekleri uyararak onları çevrelerini kuşatan varlıklara yöneltmeyi deniyor, bu varlıkların barındırdıkları doğru yola iletici kanıtları, iman etmeye çağırıcı mesajları algılamalarını, bunların üzerinde durup düşünmelerini sağlamaya çabalıyor.

İnsanlar şu evrende yalnız değildirler ki, varlıklarının tesadüfi olduğu, ha-yatlarının başıboş olduğu söz konusu olabilsin. İnsanların çevresinde hepsi de belirli bir düzene bağlı olarak yaşayan başka birçok canlılar vardır. Bu düzen ortada bir amacın, bir ön-tasarının ve bir hikmetin olduğunu kanıtlar. Bunun yanısıra yaratıcının birliğini ve bütün yaratıkları etkisi altında tutan ön tasarlayıcılığın, çekip çevirici iradenin birliğini de yansıtır.

Yeryüzünde kımıldayan, hareket yolu ile yer değiştiren birçok canlılar vardır. Bu kategoriye böcek, dört ayaklı sürüngen, omurgalı gibi türlere ayrılan bütün canlılar girer. Yine yeryüzünde kanatları ile uçan birçok kuşlar vardır. Bu kategoriye de bütün kuş ve sinek türleri ile diğer uçabilen canlılar girer. Bütün bu canlı türleri kendi aralarında ortak özelliklere, ortak yaşama biçimine sahip ayrı bir toplum, ayrı bir aile oluştururlar. Tıpkı insan topluluğu, insanlık ailesi gibi. Yüce Allah hiçbir canlı türünü, hiçbir varlık kesimini ön-tasarlayıcı ve çekip çevirici iradesi dışında bırakmadığı gibi bu türlerin ve kesimlerin tek tek sayılarını hesaplayan bilgisinin kapsamı dışında da bırakmamıştır. Son aşamada bütün canlılar Rabblerinin huzurunda toplanacaklar ve yüce Allah haklarında dilediği kararı verecektir.

Bu kısa ayet hayat ve canlılara ilişkin gerçeği kesin bir dille açıkladığı gibi bunun yanısıra gözler önüne serdiği yüce Allah'a ait kapsamlı gözetime, yaygın tedbirliliğe, geniş bilgiye ve üstün kudrete ilişkin ufuklarla insanın kalbini ürpertiyor. Bu boyutlardan hangisi hakkında etraflı bir konuşmaya dalarsak bu tefsir kitabının boyutlarını aşmamız kaçınılmaz olur. O halde ayetlerin akışına bağlı kalarak bu konuyu geçiyoruz. Çünkü buradaki başlıca amacımız kalbleri ve kafaları böylesine iç-düzene göre yaşayan canlıların varlığına, bunların yüce Allah'ın çekip çevirici iradesinin etkisi altında bulunuşuna, bu canlıların Allah'ın bilgisinin kapsamı ve sayımı altında oluşuna ve son aşamada hepsinin Rabblerinin huzurunda biraraya geleceğine yöneltmektir. Dahası, kalbleri ve akılları bu baş döndürücü ve sürekli gerçeğin içerdiği kanıtlara ve ipuçlarına yöneltmektir. Çünkü bu kanıtları ve ipuçları sadece bir insan kuşağının görebileceği olağanüstülüklerden ve somut mucizelerden daha önemli ve daha ibret vericidirler. (Seyyid Kutub Tefsiri)

39. Ayetlerimiz karşısında yalana sarılanlar; sağırdırlar, dilsizdirler, karanlıklar içindedirler. Allah sapıttığına onay verdiği kişiyi sapık sayar, doğru davrandığına onay verdiğini de doğru bir yola koyar.[*]

Ayette geçen (yeşe’ = يشأ) fiilinin kökü, “var etme” anlamında olan (şey = شيء)’dir (Müfredât). Allah her şeyi, bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). Onaylarını, bu ölçülere göre verir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40. De ki: ”Hiç düşündünüz mü! Size Allah’ın azabı gelse ya da son saat gelip çatsa, Allah’tan başkasını mı yardıma çağırırsınız? Dürüstseniz (söyleyin).”
41. Başkasını değil, yalnız Allah’ı yardıma çağırırsınız. Allah uygun görürse duanızı kabul eder ve sıkıntınızı giderir. O zaman ortak saydıklarınızı unutmuş olursunuz.
BÖLÜM 5
42. Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından boyun eğsinler diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.[*]

Be’sâ’ ve darrâ’ kelimeleri, meşakkat ve zarar demektir. Be’sâ’nın, kuraklık ve açlık; darrâ’nın, hastalık, malın ve neslin azalması demek olduğu da söylenmiştir. Anlam şöyledir: Biz onlara peygamberler gönderdik, peygamberleri yalanladılar, Biz de onları felâketlere maruz bıraktık "ki yalvarıp yakarsınlar" ifadesi, “... ki alçakgönüllülük göstersinler, Rablerine karşı boyun eğerek, günahlarından tevbe etsinler” anlamındadır. (Zemahşeri Tefsiri)

43. Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını câzip gösterdi.[*]

“Azabımız kendilerine geldiğinde yalvarıp yakarsalardı ya!” cümlesi yalvarıp yakarmanın olmadığını anlatmaktadır. Burada adeta “azabımız onlara geldiğinde yalvarıp yakarmadılar” denmektedir. Tedarra‘û fiili levlâ edatıyla kullanılmıştır ki yakarmayı terk ederken -inatlarından, kalplerinin katı oluşundan ve şeytanın kendilerine cazip gösterdiği tutum ve davranışlarını beğenmekten başka- hiçbir mazeretleri bulunmadığı gösterilmiş olsun. (Zemahşeri Tefsiri)

44. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerilerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.[*]

“Kendilerine” meşakkat ve zararlar yoluyla “verilen öğütleri göz ardı edince,” yani bunlardan çıkartmaları gereken dersi çıkartmayınca, söylenenlerin bir faydası olmayıp kendilerini [yanlıştan] alıkoymayınca -tıpkı oğluna şefkat besleyen baba gibi, hani, sadece iyiliğini istediği oğluna karşı kimi zaman sert, kimi zaman da lütufkâr davranır ya, işte Biz de- “üzerlerine” sağlık, bolluk ve nimet çeşitlerinden “bütün her şeyin kapılarını açtık ki” darlık ve bolluk nöbetleri arasında onları rahatlatsın. “Sonunda kendilerine verilen malmülk ve nimetler yüzünden azınca, herhangi bir minnettarlık göstermeksizin, tevbeye ve özür dilemeye kalkışmaksızın, şımarıklık ve çalım satmanın üzerine [olumlu] herhangi bir şey eklemeyince, “onları ansızın yakaladık!.. Ve bir de baktık ki tamamen ümitsizleşmişler” içe kapanmış, konuşmuyorlar ye’se düşmüş, âh u vâh ediyorlar! (Zemahşeri Tefsiri)

45. Yanlış yapan toplulukların kökleri kurutuldu. Her şeyi mükemmel yapmak, bütün varlıkların sahibi olan Allah’a özgüdür.
46. De ki: “Eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör etse ve kalplerinize de mühür vursa, acaba Allah`tan başka hangi ilâh bunları size geri verebilir?” Bak nasıl ayetleri ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz, sonra onlar hala yüz çeviriyorlar!
47. De ki! "Söylesenize bana: Eğer Allah’ın azabı, ansızın yahut göz göre göre size gelirse zalim topluluktan başkası mı helâk olacak?"
48. Biz elçileri ancak ve ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim elçiye ve getirdiklerine iman eder, kendini yeni gelen emirlere göre düzeltirse, artık onlar için hiçbir korku yok ve onlar hiçbir zaman üzülmeyecekler.
49. Âyetlerimizi yalan sayanlar ise isyan edip yoldan çıkmalarından[*] ötürü azaba uğratılacaklardır.

“Yoldan çıkma,” âyetin aslında fısk kelimesi ile ifade edilmiştir. Fısk: İtaat dışına çıkmak demek olup küfr kavramından daha geneldir. Fısk genellikle çok günah için kullanılır. Fâsık: dinin hükümlerini kabul ettikten sonra bütün veya bir kısım hükümlerine aykırı davranan kimseye denilir. Âyette ise münkirlerin, kâfirlerin fısklarından söz edilmektedir. (Suat Yıldırım Tefsiri)

50. De ki: "Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?"
BÖLÜM 6
51. Rabb'lerinin huzurunda şefaatçi ve velileri olmaksızın, hesaba çekilmekten korkanları, sana vahyedilen ile uyar ki takva[*] sahibi olsunlar.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

52. Sabah akşam Rab'lerine yalvarıp sadece O'nun hoşnutluğunu arzulayanları kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin. Senin hesabından da onlar sorumlu değil. Onları kovarsan zalim olursun.[*]

Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf" takımından bir grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı üst başları ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni Mesud gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm çağrısını kabul etmekten kaçınmışlardır. Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in efendileriyle aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden Kureyş'in eşraf takımı Hz. Peygamber'den, bunları yanından uzaklaştırmasını istediler. Fakat peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bunu kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler için ayrı bir toplantı, eşraf takımı için de aralarında şu kimsesiz fakirlerin yer almadığı ayrı bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece efendilerin cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri ve üstünlükleri sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de İslâm'a girmelerini sağlamak amacıyla bu isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı, ancak Rabbinin kesin emri gelmişti:

"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."

Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder, Sa'd diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında altı kişi bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunan şu adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr davranmasınlar" dediler. Peygamberin yanında bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut, biri de Hüzeyl kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberin gönlünde yüce Allah'ın geçmesini istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."

Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- meclisine ve himayesine aldığı şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım söylentiler çıkarıyor, onları kınıyor, içinde bulundukları fakirlikleri, zayıflıkları ve efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine eden olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi ve iddialarını reddederek temelden çürüttü.

"...Onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın." Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana. Onların fakir oluşları da rızık konusunda belirlenen takdir gereğidir. Bu, Allah katındaki hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur. Aynı şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin Allah katındaki hesabındır. Onları ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu değerlerin iman sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği olamaz. Şayet fakirlik ve zenginlikten dolayı onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu durumda Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun değerleriyle değerlendirmemiş olursun. Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa- zalimlerden biri olmaktan uzaktır.

Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar peygamberin meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük ama Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde ettikleri ve sırf O'nun zatını isteyerek Allah'a yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın ölçü ve değerleri yüce Allah'ın belirlediği metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.

Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle şöyle demeye başladılar: Nasıl olur da Allah aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için tercih edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu fakirlerin bizim önümüze geçmeleri mümkün olmazdı. Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi. Dolayısıyla Allah'ın bizim gibi mevki, makam sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.

Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen, bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği aydınlık ufuklu yeni dünyanın mahiyetini kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi. İnsanlık bu dünyada o gün için Arapların ve bütün dünyanın yabancısı olduğu erişilmez doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli isim ve görünümler altındaki demokratik düzenler de buna son derece yabancıdırlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

53. Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmıyla imtihana çektik ki, şunu söylesinler: "Allah aramızdan şunlara mı lütufta bulundu?" Allah şükredenleri daha iyi bilmiyor mu?
54. Ayetlerimize inanıp güvenenler sana gelince de ki: “Selam size! Rabbiniz, bol bol ikramda bulunmayı kendine görev olarak yazmıştır. Şöyle ki içinizden kim bir cahillik ederek[*] kötülük yapar, ardından da tövbe edip / dönüş yapıp kendini düzeltirse iyi bilsin ki Allah, Gafûr’dur; çok bağışlayandır, Rahîm’dir; ikramı boldur.”

Ayette geçen (جَهَالَةٍ = cehâlet)’in Türkçe karşılığı cahillik veya cahillik etmektir. Cahillik, bilmemek; cahillik etmek de bildiği halde kendini tutamayarak yanlış iş yapmaktır. Züleyha ve diğer kadınların onu elde etmeye çalışmaları karşısında Yusuf aleyhisselamın söylediği şu sözler, cahillik etme anlamına uygun düşmektedir: “Rabbim! Bu kadınların istediklerini uymaktansa hapsi tercih ederim. Onların oyununu benden savmazsan onlara karşı çocukça davranır ve cahillik edenlerden olurum.” (Yusuf 12/33) . Yusuf (as) kendine hakim olamamaktan korkuyordu. Allah Teâlâ kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için (Bakara 2/286) bu ayette geçen cehalet kelimesine “bilmeden” anlamı verilemez. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

55. Böylece mesajlarımızı açık şekilde anlatıyoruz ki günaha batmış olanların yolu [dürüst ve erdemlilerinkinden] ayırd edilebilsin.
BÖLÜM 7
56. De ki: "Ben, Allah’ı bırakıp da yakardıklarınıza kulluk etmekten yasaklandım!" De ki: "Sizin keyiflerinize uymam! Çünkü bunu yaparsam sapıtmış olurum, doğruyu ve güzeli bulanlardan olmam."
57. De ki: "Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım. Siz ise, onu yalan saydınız. Gelmesi için acele ettiğiniz azap da benim elimde değildir. Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm, ancak Allah’ındır. O doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır."
58. De ki: "Eğer o acele istediğiniz azap benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş çoktan bitmiş olurdu. "Zalimlere nasıl davranılması gerektiğini Allah pek iyi bilir.
59. Gaybın anahtarları O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olanı da bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. Toprağın karanlıklarındaki bir dâne, yaş ve kuru her şey apaçık bir Kitap'ın içindedir.[*]

İnsan hayalı, bu kısacık ayetin ötesine geçip bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen aleme kanatlanıyor. Uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde ve görünen evrenin sınırlarının ötesinde adım adım Allah'ın ilmini izliyor. Her vadide, her derede çeşitli tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmağa çalışıyor. Oysa bilinmezliklerin anahtarı yüce Allah'ın katındadır, O'ndan başkası bilemez.

Bütünüyle Allah'ın bilgisine açık karanın bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor insan hayalı. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Orada, burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir yüce Allah. Yerin derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah'ın gözünden kaçmaz. İçindeki hiçbir şeyin Allah'ın kuşatıcı bilgisinin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız evrende yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir.

Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir. Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir bu gezintinin. Hayal, bu gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten aciz kalıyor. İşte böyle birkaç kelimede bu derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı çizilmektedir bu tablo.

Dikkat edin, bu bir mucizedir!

Ne yönden bakarsak bakalım, şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.

Konusu açısından baktığımızda, bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını daha karşılaşır karşılaşmaz, duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesi böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu araştırdığı zaman, böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta; ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesine dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da. Kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.

İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş her tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği toprağın altına bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği, elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş, kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden ancak yüce yaratıcıdır.

İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gizlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden, mülkün sahibidir. Mülkünden hiçbir şey bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de büyük gibidir ve basit önemli biridir. Örtülü olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.

Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş, kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit üstün, örtülü- açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.

Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?

Kur'an'da yer alan bu ve benzeri ayetler bile bu yüce kitabın kaynağını bilmek için yeterlidir.

İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.

"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir."

Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmezlik"teki uzaklık ufuklar ve dipsizlik...

"Karada ve denizde olanı bilir."

Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri; aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.

"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."

Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi...

"Yerin karanlıklarında olan tane..."

Dipten yüzeye, gizlilikten ve sessizlikten, patlamaya ve serbestliğe doğuş ve gelişim hareketi...

"Yaş, kuru her şey apaçık kitaptadır."

Kapsamlı bir genelleme... genel anlamda her canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.

Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir? (Seyyid Kutub Tefsiri)

60. Geceleyin sizi vefat ettiren[1*] ve gündüzün nelerle uğraştığınızı bilen odur. Gündüz sizi kaldırır ki belirlenmiş eceliniz[2*] tamamlansın. Sonra dönüp geleceğiniz yer onun huzurudur. Daha sonra da size neler yaptığınızı bildirecektir.

[1*] Ölüm, bedenin canlılığının son bulması, vefat ise ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu ayete göre her gece vefat edilmektedir ancak bu esnada beden ölmüş değil uyku halindedir. Ölen bir bedene ruh geri dönemez. Ölüm (mevt) ve vefat kelimelerinin aynı cümle içinde kullanıldığı 61. ayetten anlaşılacağı üzere ikisi aynı şey değildir. Konu ile ilgili olarak detaylı açıklama Zümer 39/42 ve dipnotunda verilmiştir.

[2*] Ecel-i Müsemma: Belirlenmiş ecel. Bkz.: En’am 6/2 ve dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 8
61. Kulları üzerinde egemenlik sahibi Kaahir’dir O. Üzerinize koruyucular gönderir.[1*] Nihayet ölüm birinize geldiğinde, elçilerimiz onu vefat ettirirler.[2*] Ne vaktinden önce iş yaparlar onlar ne de vaktinden sonra.

[1*] “Kişiyi önünden ve arkasından takip eden (melekler) vardır, Allah’ın emriyle onu korurlar. Bir toplum kendinde olanı bozmazsa Allah da onu bozmaz. Allah bir topluma sıkıntı vermek isterse, kimse engel olamaz. Onların Allah ile kendi aralarına girecek bir dostları yoktur.” (Ra’d 13/11)

[2*] Halk arasında, Azrail adında tek bir ölüm meleği olduğuna inanılır. Bu ayete ve daha birçok ayete göre, insanların canını almakla görevli melekler birden fazladır (Nahl 16/28-33, Onların başında olan meleğe ölüm meleği denir Secde 32/11). Azrail kelimesi ayetlerde olmadığı gibi hadislerde de yoktur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

62. Nihayet onlar gerçek Mevlâ’ları[*] olan Allah’a götürülürler. Gözünüzü açın! Hüküm yalnız O’nundur. Ve hesap görenlerin en süratlisi de O’dur.

Sözlükte “birinin yakını, dostu, arkadaşı ve yardımcısı olmak, onun idaresini elinde bulundurmak” anlamındaki velâyet (vilâyet) kökünden mastar ismi ve sıfat olan mevlâ kelimesi “birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik” gibi mânalara gelir. Râgıb el-İsfahânî, kavramın “temel” anlamındaki yan yana oluş faktörünü göz önünde bulundurarak velâ kökünün “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı bulunmamak şartıyla birlikte olması” mânasına dikkat çekmiş ve bu birlikteliğin mekân, nisbet, din, dostluk, yardım ve inançta yakınlık için kullanıldığını söylemiştir (el-Müfredât, “vly” md.). Mevlâ kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde maddî unsurlar hariç yakınlığın (kurb) “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. (TDV İslâm Ansiklopedisi, Mevlâ maddesi) (Onur)

63. De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından, tehlikelerinden sizi kim kurtarabilir ki? O zaman Allah'a gizli gizli yalvararak: ‘Eğer bizi bundan kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız' diye dua edersiniz.”
64. De ki: "Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarıyor. Buna rağmen siz yine ortak koşuyorsunuz."
65. De ki: "Üstünüzden veya ayaklarınızın altından size bir azap göndermeye, yahut sizleri mezheplere bölüp birbirinizin kötülüğünü tattırmaya O’nun gücü yeter." Bak, anlasınlar diye ayetlerimizi nasıl da açıklıyoruz.
66. Senin halkın, Kur'ân karşısında yalana sarıldı. Oysa o, gerçeğin ta kendisidir. De ki: “Ben sizin vekiliniz / savunucunuz değilim.”
67. Her haberin gerçekleşeceği bir zaman / mekân vardır. Yakında bileceksiniz.[*]

Bu kısa tehditte gönülleri titreten bir etki söz konusudur.

Bu, gerçeğe güvenmenin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, batılın sonunda emin olmanın, belirlenen sürede yüce Allah'ın yalanlayanları yakalayacağına inanmanın, her haberin gerçekleşeceği bir zamanının olduğuna ve her yolculuğun bir sonunun olduğuna güvenmenin verdiği iç huzurun ifadesidir.

Kavimlerinin yalanlaması, aşiretlerinin kabalığı, ailelerinde çektikleri gariplik, işkence, şiddet, sıkıntı ve yalnızlık karşısında dava adamları, yüce Allah'a ne kadar da muhtaçtırlar. Kur'an'ın gönüllere akıttığı bu huzur ve güven duygusuna ne kadar da ihtiyaçları var. (Seyyid Kutub Tefsiri)

68. Ayetlerimiz hakkında uygunsuz sözlere dalanları gördüğünde başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturacak olursa hatırladıktan sonra artık zalimler topluluğuyla birlikte oturma.[*]

Bazı hikmetlere binaen Mekke devrinde müşriklere karşı savaşa izin verilmedi. Dolayısıyla müşrikler Allah’ın âyetleriyle alay edip onları eğlenceye aldıklarında doğrudan müdahale edilemiyordu. Onun için bu gibi durumlarda onları terketmek Peygamber (s.a.)e emredildi. Şayet şeytan unutturursa hatırladığı andan itibaren onlarla oturması yasaklandı. Âyet Resûlullah (s.a.)e hitap etmekle birlikte hükmü umumidir, ümmetine de şamildir. Bugün de Allah’ın âyetleriyle alay edildiğini gören bir müslüman, engellemeye gücü yetmiyorsa o meclisi terk etmelidir. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

69. Onların hesabından hiçbir şey yanlışlardan sakınanlara[*] yüklenmez. Ama (kalkıp gitmeniz) bir hatırlatma olur. Belki yanlışlardan sakınırlar.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

70. Dünya hayatına aldanıp dinlerini oyun ve eğlence haline getirenleri[*] bırak. Kimse yaptığı şeyden dolayı bir mahrumiyet yaşamasın diye Kur’an ile uyar. Allah ile aralarına girecek ne bir dost ne de şefaatçileri olacak, bedel olarak ne verseler kabul edilmeyecektir. Yaptıkları sebebiyle mahrum edilecek olanlar onlardır. Ayetleri görmezlikte direnmelerine karşılık hak ettikleri, kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azaptır.

Dini oyun ve eğlenceye almak sözle olabildiği gibi, davranışla da mümkündür Dini inanç ve ibadet, ahlâk ve davranış, şeriat ve kanun olarak hayatı için bir temel edinmek suretiyle gereken saygı ve özeni göstermeyen... Tıpkı, inancın temellerinden biri olan `gayb' gerçeğinden söz ederken onu alaya alanlar gibi, bu dinin ilkelerinden ve şeriatından söz ederken alaycı ve hafife alıcı bir üslûp kullananlar... Dinin temel kurallarından biri olan `zekât'ı küçümseyenler... Yine bu dinin ilkelerinden olan utanma duygusunu, ahlâk ve namus anlayışını, tarım toplumlarının ya da feodalizmin veyahut burjuvazinin kokuşmuş gelenekleri diye nitelendirenler... İslâm'ın belirlediği şekliyle evlilik hayatını inkâr edip kötüleyenler... Yüce Allah'ın kadınların iffetlerini korumaları için öngördüğü güvenceleri, `kölelik' olarak nitelendirenler... En başta ve sonda, insanların pratik hayatlarında, siyasal, sosyal, ekonomik ve yasal olarak Allah'ın mutlak hakimiyetini inkâr edenler ve Allah'ın şeriatına bağlanmaksızın insanların bu özellikleri kullanabileceklerinden söz edenler... Evet bütün bunlar, ayetin kastettiği dinlerini oyun ve eğlenceye alan ve hatırlatma dışında müslümanların kesinlikle ayrılmaları ve ilişkilerini koparmaları emredilen kişilerdir. Bunlar zalim (yani müşrik) kimselerdir. İşledikleri kötülüklerden dolayı kendilerini tehlikeye atan kafirlerdir. Kâfir olmalarından ötürü kaynar su ve acıklı bir azaptır cezaları... (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 9
71. De ki: "Biz Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?" De ki: "Allah’ın gösterdiği yol, yegane doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabb’ine teslim olmamız emrolundu".[*]

Onlara söyle ya Muhammed, Allah'dan başkasına dua edişlerini, yardım dileyişlerini, kendilerine bir yarar ya da zarar dokundurmaya güçleri yetmedikleri halde hayatlarının yönlendirilmesini Allah'dan başka kimselere teslim edişlerini açıkça anlat. Yalvardıkları bu şeylerin, put, heykel, taş, ağaç, ruh, melek. şeytan ya da insan olması fark etmez. Bunların hepsi yarar ya da zarar dokundurmak bakımından eşittirler. Yarar ve zarar noktasında son derece zayıftırlar. Çünkü meydana gelen her hareket Allah'ın belirlediği bir kader doğrultusunda meydana gelmektedir. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey meydana gelemez. O'nun takdirinden ve olaylara ilişkin hükmünden başkası meydana gelemez.

Tevhide inandıktan sonra Allah'a ortak koşmaya başlayan, kalbini bir tek ilaha kulluk yapmakla kullardan oluşan sayısız tanrılara kulluk yapmak arasında parçalayan kimsenin sapıklığını, şaşkınlığını anlatan hareketli ve gerçekleri olduğu gibi gözler önüne getiren bir sahnedir bu. Bu kişinin duyguları hidayetle sapıklık arasında bölünmüş durumdadır. Bu yüzden uçsuz bucaksız boşluğa yuvarlanıp gidiyor. İşte bu, "Yeryüzünde şeytanların aldattığı" yoldan çıkmış bu zavallı yaratığın sahnesidir. `İstehve' kelimesi bizzat taşıdığı anlamı tasvir etmektedir. Keşke bir tarafa yönelişinde de buna uymuş olsaydı. Sapıklık yolunda bile olsa bir tek hedef gözeten kişilerinki gibi bir yönelişi olabilseydi. Ancak öte tarafta doğru yolda bulunan arkadaşları yer almaktadır. Onu doğru yola çağırmakta, `bize gel' diye seslenmektedirler. O ise, bu çağrı ile aldatma arasında şaşkın bir durumdadır. Nereye yöneleceğini bilmiyor. İki gruptan hangisine uyacağını kestiremiyor.

Somutlaştırılan, hareket ettirilen psikolojik bir azaptır bu. İfade içinde bile nerdeyse duyumsanacak ya da dokunulabilecek kadar belirgindir.

Bu ayeti her okuduğumda, bu sahneyi ve içerdiği şaşkınlık, kararsızlık ve bir yerde duramama azabını düşünürdüm. Fakat sadece düşünürdüm. Ta ki, içinde bu konumun somutlaştığı ve bu azabın belirginleştiği gerçek durumları görene kadar. Allah'ın dinini tanıyıp tadına vardıktan sonra -bu tanımanın ve tatmanın düzeyi ne olursa olsun- dinden dönüp sahte tanrılara kul olan insanların korku ve ihtirasın baskısı altındaki durumlarını görüp böylesine acı bir felâketi yaşadıklarını anlayınca, bu durumun neyi ifade ettiğini ve bu ibarenin ne anlama geldiğini anlamış oldum.

Bu, canlı, olayları somutlaştıran, hareketli ve duygulandırıcı sahnenin gölgesi, gönülleri bu yok edici sonucun korkusuyla doldururken, kalıcı ve doğru yönelişe ilişkin kesin bir açıklama yer almaktadır:

De ki; "Doğru kılavuzluk Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi."

Kuşkusuz bu, uygun psikolojik koşullarda yer alan kesin ve net bir açıklamadır. Çünkü, sakin ve azgın bir portresi çizilen gönül ve bir türlü dinmeyen bu şaşkınlığın verdiği acı azap bu kesin açıklamayı rahatlık ve teslimiyetle kabullenmeye en yakın ortamdır... Sonra bu kesin açıklamada bir gerçek yer almaktadır: De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur. Doğru kılavuzluk sadece odur. Nitekim cümlenin açıklayıcı yapısı da bunu ifade etmektedir. Bu yüzden de ondan kuşku duyulmaz. Kuşkusuz insanlık, bu yoldan ayrıldığı ya da bir kısmından saptığı, kendi düşünce ve sözlerinden, sistem ve kurumlarından, şeriat ve kanunlarından, değer ve ölçülerinden herhangi bir şeyi, bir `bilgi'ye ya da `kılavuza' yahut `aydınlatıcı bir kitaba' dayanmaksızın onun ilkelerinden birinin yerine koyduğu zaman ıssız çöllerde kaybolup gider.

Yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmede ve bu hayatı daha da ileri götürmede yararlanması için Allah tarafından insanoğluna, evrenin bazı kanunlarını bilme ve bazı enerji ve güç kaynaklarını ortaya çıkarma gücü bahşedilmiştir. Ancak yine bu insana, evrende yer alan mutlak gerçekleri derinliğine algılama ve aralarında kendi aklı ve ruhunun bilinmezliği hatta bedeninin görevi, bu görevin ötesinde kendisini bu şekilde, bu düzenlilik ve yönelişle çalışmaya yönelten nedenlere ilişkin bilinmezlik de olmak üzere her taraftan kendisini saran gaybın sırlarını kavrama yeteneği bahşedilmemiştir.

İşte bu yüzden `insanoğlu', kendi varlığı ve hayatına özgü inanç, ahlâk, ölçü, değer, sitem ve kurum, bu varlığa hükmedip pratik hayatını düzenleyen şeriat ve kanun noktasında her zaman yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhtaçtır.

İnsan ne zaman Allah'ın hidayetine yönelmişse doğru yolu bulmuştur. Çünkü gerçek yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Ne zaman da bütünüyle uzaklaşır veya kimi noktalarda yoldan çıkarsa, kendi kendine uydurduğu bazı şeyleri onun yerine geçirmeye kalkışırsa sapıtır. Çünkü Allah'ın yol göstericiliğinden kaynaklanmayan bir şey sapıklıktır. Üçüncü bir şık söz konusu değildir. Zaten "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?"

İnsanlık bu sapmanın acısını çok çekmiştir, şu anda top yekûn çekmektedir de. Bu durum, Allah'ın hidayetinden uzaklaşıldığı zamanlarda insanlığın karşılaştığı bir tarihsel zorunluluktur. Tek ve tartışmasız `tarihsel zorunluluk' budur. Çünkü bu, Allah'ın buyruğudur, O'nun haber verdiği bir gerçektir. Yoksa bu, insanlığın Allah'ın yol göstericiliğinden uzaklaşmasından kaynaklanan mutsuzluğunun sürmesini isteyenlerin iddia ettikleri doğmalara benzemez. Bir insanın bu mutsuzluğu araştırmasına bile gerek yoktur. Yeryüzünün her tarafında gözle görülür, elle tutulur şekilde etrafını sarmıştır bu mutsuzluk. Her yerde aklı başında olan insanlar bu mutsuzluktan feryad etmektedir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

72. Bir de, bize, “Namazı dosdoğru kılın[*] ve Allah’a karşı gelmekten sakının” diye emrolundu. O, huzurunda toplanacağınız Allah’tır.

Namaz, imanla olgunlaşan ve İslami hayatı özümseyen mü’mine Allah’ın bir lütfudur, kredisidir, ihsanıdır, inayetidir, bağışlamasıdır, iltifatıdır, imtiyazıdır, itibarıdır. Namaz, nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye ve ruhları takviyedir. Namaz, Yaratanın, yarattığını bağrına basmasıdır, dertlerine derman bulmasıdır, ıstıraptan sıkışan ve dünyadan sıkılan kulunun gönül dünyasını aydınlatmasıdır. Namaz, ümitsizliğe düşen insan için bir ışıktır, bir inşirahtır, bir genişliktir, bir huzura ermedir. Namaz bir sözleşmedir. İnsan, Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine dair söz verir, Allah da kendisine kulluk eden insana ebedi nimetleri vaad eder. Olur da insan sözünden cayarsa diğer namazla telafisine gider. Yalnız, namazın bu tanımlamalara uyması için bilinçle ve şuurla eda edilmesi gerekir. “Kendisini kötülüklerden arındıran (inkârdan ve isyandan) temizlenen, Rabbinin adını anıp namazı dosdoğru kılan kurtuluşa ermiştir.” (Â’la 87/14-15) (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

73. O, gökleri ve yeri bir amaç uğruna yaratandır. “Ol” dediği gün her şey oluşmaya başlar. O`nun sözü gerçektir. Sûr`a üflendiği gün de hükümrânlık O`nundur. Gizliyi ve âşikâr olanı bilendir. O’dur Hakîm; bütün kararları doğru olan, O’dur Habîr; her şeyin iç yüzünü bilen.[*]

Kuşkusuz alemlerin Rabbine teslim olmak hem zorunlu, hem de gereklidir. Çünkü yaratıklar O'nun huzurunda toplanacaktır. O halde meydana gelmesi kesin olan toplanma gününde kendilerini kurtaracak şeye yönelmeleri, önünde sorumlu olarak dikilmeden önce, bugün tüm alemlerin teslim olduğu zata teslim olmaları daha iyidir. Böylece bu gerçeği (Allah'ın huzurunda toplanma gerçeğini) düşünmek, daha baştan teslim olmak duygusunu uyandırıyor. Nasıl olsa sonuçta teslim olmaktan kaçınmanın imkânı yoktur.

"Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur."

Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları yüce Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen olan, hükmeden ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve yeri "hakk'a göre yaratmıştır. Bu yaratılışın dayanağı haktır. Bu ayet, felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren hakkında söyledikleri "algılanan bu alem, aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek bir varlığı söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp bu tür düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin yapısında ve hareketlerinde aslolanın `hak" olduğunu da bildirmektedir. İnsanların sığındıkları gerçek, varlığın fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir güç haline gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı bulunmayan batılın buna karşı koyması artık mümkün değildir. Batıl, yerden koparılmış, köksüz kötü bir ağaç gibidir. Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece önemli bir gerçektir, etkin olduğu kadar derindir de.

Bir müminin (kişisel olarak kendi sınırları içinde) sahip olduğu hakkın varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe bağlı olduğunu düşünmesi, (nitekim bir ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı zamanda varlık alemindeki gerçeğini de yüce Allah'ın zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun bilincinde olması. Evet, bu gerçeği, bu ürpertici şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin, istediği kadar azgınlaşsın, zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin yine de batılı, varlık içinde sonradan beliren bir kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne de uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp gidecektir. Bu, varlık içinde hiç olmamış gibi yok olacaktır.

Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.

Her şey "Ol" dediği gün oluverir."

İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir. Dilediği gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini ortadan kaldırıp yerine başkasını getiren, dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu gerçeğin burada sunulması, mümin gönüllerde inanç yapısının oturtulması operasyonunun bir parçası olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye `Ol' dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim olmaya çağırılanların gönüllerinde de duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.

"Sözü gerçektir."

İster her şeyi onunla yarattığı `Ol, der o da olu verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim olunmayı emrettiği sözü olsun veya kendisine teslim olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü olsun yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten, yaratmadan, yoktan var etmeden, huzurunda toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek cezadan haber veren sözü olsun fark etmez.

Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri gerçektir. O halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri yetmeyen yaratıkları O'na ortak koşanlar ve nereden gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara uyanların sadece O'na teslim olmaları çok daha iyidir.

Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.

Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği günde... Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir şekilde diriliş ve meydana gelme olayları gerçekleşecektir. Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de mahiyeti, hakikatı ve ölülerin karşılık vermesi açısından `gayb'ın sınırları içine girmektedir. Tercih edilen rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir melek tarafından üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir ve dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim Zümer suresinde yer alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölür. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar." (Zümer Suresi: 68)

Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri hakkındaki haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların şu yeryüzünde ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri şeylerden tamamen farklı bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden bildirdiği kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı aşmamız söz konusu değildir. Bunun dışında söylenenlerin güvenirliği ve kesinliği söz konusu değildir ve artık söylenenler zandan öteye geçmez.

İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde -inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen körler dahi son derece belirgin bir şekilde hükümranlığın tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden başka bir iradenin söz konusu olmadığını göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle O'na teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde mutlak otoritesine teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu dünyadayken teslim olmaları çok daha yerinde bir davranış olur.

`O gizli-açık her şeyi bilir.'

Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden habersiz olmayan, hiçbir durumlarını gözden kaçırmayan yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle hatırlatılıyor. Allah'a teslim olmayı kabul etmeyen yalanlayanlara karşı duygulandırıcı bir etken olarak sunuluyor.

"O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır."

Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre yönlendirir. O halde, O'nun direktiflerine ve şeriatına teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin etkileriyle mutlu olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri, ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine, hidayet ve basiretin himayesine sığınmaları daha yararlı olacaktır. İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere ilhamlar akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir... (Seyyid Kutub Tefsiri)

74. Ve bir zaman İbrahim babası Azer'e[1*] [şöyle] demişti: "Sen putları ilah mı ediniyorsun? Görüyorum ki sen ve halkın açık bir sapıklık içindesiniz!"[2*]

[1*] Bundan sonraki pasaj (74. ayet ve devamı), tahkiye yoluyla Allah’ın birliğini ve benzersizliğini ortaya koymaya devam eder. Kitâb-ı Mukaddes’de Hz. İbrahim’in babasının adı Âzer değil, Têrah olarak (ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh) verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla (veya lakaplarla) anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikayesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili (Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi) onun adını Aser (Athar) olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemiyecekleri halde, Âzer lakabının (Kur’an’da yalnızca bir defa geçmektedir) İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür. (Muhammed Esed Tefsiri)

***

[2*] Mâide Sûresinin 69. âyetinde de açıklandığı üzere "İbrahim ümmeti" (millet-i İbrâhim) olan "Haniflik" ilk önce ve bizzat Sâbie'nin karşılığı oluyordu. Sâbie ise, "ashâbı eşhâs" (şahıslara tapanlar) ve "ashâb-ı heyâkili'n-nücûm" (yıldız heykellerine tapanlar) olarak iki kısma ayrılıyor ve her ikisi de rûhâniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine dönüşüyor ve bundan bir tarafta cisimli beşeri rûhânîlikten soyutlamakla aşağılanıyor; diğer taraftan beşerî tağut (azgın)ların ortak koşma ve tanrılık davasına vesile yapılıyordu. Ve İbrahim aleyhisselâm bunları kırmak için gönderilmişti. Burada göreceğiz ki önce puta tapanların açık sapıklıkları, ikinci olarak yıldızlara tapanların nazarî sapıklıkları açıklanarak ve beşerin melekûte ulaşması gösterilerek Allah'ı birlemenin isbatı ile Hanifliğin esası tesbit edilmiş ve beşerî nübüvvet anlatılmıştır. Ve nihayet metafizik unsurların, melek ve şeytan gibi gizli kuvvetleri beşer ilâhı sayarak tanrılıkta ortak eden ruhlara tapanların felsefî sapıklıklarını iptal eden tevhid delilleri açıklanmıştır.

Tafsîle gelince: Hz. İbrahim, Allah'ın birliğini ispat ve ona ortak koşmayı yıkmak için birçok yerde, birinci olarak babasıyla "Sen putları tanrı mı ediniyorsun?" (En'âm, 6/74) ve "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) diye. İkinci olarak kavmiyle hemen yukarda meâli arzedilen En'âm Sûresinin 76-81 nci âyetlerinde geçen mücadelesi ile. Üçüncü olarak zamanının hükümdarı ile "Benim Rab'im yaşatır ve öldürür" (Bakara, 2/258) diye münazara etmiş, Dördüncü olarak kâfirler ile "Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü bıraktı" (Enbiyâ, 21/58) âyetinin delaletine göre putlarını kırarak, fiilî bir şekilde tartışma yapmış, sonra kavmi "Onu yakın, tanrılarınıza yardım edin" (Enbiyâ, 21/68) demişler, ateşlere atılmış. Sonra "Muhakkak ki ben rüyamda seni kestiğimi görüyorum" (Saffât, 37/102) diye Allah'ın emrine oğlunu adamış, hasılı kalbini irfana, dilini burhana, bedenini ateşe, çocuğunu kurbana, malını misafir ve iyilik yapmaya teslim ve tahsis ederek kulluk ve sevgide kahramanlığını ispat etmiş ve sonra "Benden sonrakiler, içinde beni iyi dille anılanlardan eyle, beni Naîm cennetinin vârislerinden kıl, babamı da bağışla, şüphesiz o sapıklardan biriydi, yaratılanların diriltilecekleri gün beni rezil etme, o gün ne mal, ne de oğullar fayda verir" (Şuarâ, 26/84-88) diye Rabbine yalvarmış ve niyaz eylemiş ve bundan dolayı Allah Teâlâ'nın lutuf ve ihsanı da duasına icabet etmek suretiyle isteğinin yerine getirilmesini ve tahkikini gerektirmiştir. Arap müşrikleri de anılanın üstünlüğünü itiraf ettiklerinden dolayı onlara karşı "De ki: biz Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım?" (En'âm, 6/71) davetini ispat ve açıklama sadedinde Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in kavmiyle olan tartışmasını ve ilâhî melekûte nâil oluşunu bir delil ve geçmişten bir örnek, bir ibret dersi olmak üzere hatırlatmakla ve işin başında puta tapıcıların apaçık sapıklıkların da hatırlatmak sûretiyle buyurmuştur ki:

Öyle de ve şunu hatırlat hani İbrahim babası Azer'e (veyahut Yakub kırâetinde "râ = "nın zammiyle okunduğuna göre, İbrahim'in babasına: "Ey Âzer!") putları bir sürü ilâh mı tutuyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Ruh sahibi olan beşerin gerek insan heykeli olsun ve gerek yıldız ve melek heykeli farz edilsin, cansız putlara karşı alçalma ve tapınma ne açık bir sapıklıktır. İbrahim bunu babası veya babası yerinde amcası olan Âzer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti.

Şimdi, mevcut ve hayal edilen herhangi bir şeyin hayalini temsil eden, yapılmış cansız putların önünde insanlığı aşağılayan puta tapıcıların açık sapıklığı hatırlatıldıktan sonra, buna sebep olan ve heykele tapanlar denilen yıldıza tapmaların da nazarî sapıklıklarını göstermek ve bir beşer olan Hz. İbrahim'in Allah'ın lutfuyla bütün göklerin ve yerin hükümranlığına ulaşmasını ve bilgi sahibi olmasını, bu sayede insanlığı Allah'dan başkasına esir ve mahkum olma kaydından kurtarmakla, insanlığın yüzünü doğrudan doğruya ve yalnız Allah'a yöneltmek için Allah'ı birlemeyi ve Hanifliği nasıl ispat ettiğini ve anlattığını açıklamak için buyuruluyor ki: (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

75. İbrahim’e, göklerin ve yerin yönetimini de şu şekilde gösterdik ki kesin bilgiye ulaşanlardan olsun.[*]

Ve işte böyle açık bir gösterişle biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Yıldızları, Ay ve Güneş'i ile gökleri ve yeri gözüne gösterdikten başka, tümüyle bütün âlemin bir mülk, bir saltanata tabi olan bir memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare eden rablık sırlarını ve hükümranlık saltanatını kalbine bildiriyorduk. Bütün bunlar yerde bir cismanî beşer olan İbrahim'in ruhunda şekilleniyor ve tahakkuk ediyordu. İbrahim görüyordu ki yer ve zamanıyla bütün bu âlemleri toplayıp İbrahim'in nefsine indiren, maddeleri ve maneviyatıyla ona bağlayıp hepsini birden idare ve tedbir eden rabbani kudret, hepsinin sahibi ve hâkimi bulunan, ortak ve benzeri olmayan bir tek kudretten ibarettir. Ve İbrahim, ona gökteki yıldızlardan daha uzak değildir. Yıldızların gökte birer yerleri, mevkileri varsa, yerdeki İbrahim'in, hepsinin üstünde bir şerefi vardır. Böyle bir şerefi taşıyan bir mahlukun ve onun kavminin ve hemcinsinin, o hakiki malik gerisinde herhangi bir mahluka kul, köle olup alçalması pek büyük bir sapıklık, pek tehlikeli bir küfür, bir nankörlüktür. İşte İbrahim'e bu hükümranlığı gösteriyorduk ki öyle desin, ve tam inananlardan olsun. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

76. Gecenin karanlığı üzerine çökünce bir gezegen gördü, "Bu benim Rabbimdir" dedi. Gezegen kaybolunca, "Ben kaybolanları sevmem" dedi.[*]

Şu halde İbrahim ne zaman ki gece, karanlığıyla başına çöküp ortalığı örttü, o zaman bir yıldız, gezegenlerden bir yıldız görerek bu benim Rabbim ha! dedi. Evvela bir yıldızın, bir insanı terbiye edebileceğini uzak görerek etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok geçmeden o yıldız geçip batınca, ben, batanları sevmem dedi. Bununla ilâhlık ve kullukta sevginin en mühim esas olduğunu, fakat haraket etme ve batmanın tesir delili değil, yaratılmışlık, etkilenme, mahkum olma, sonradan yaratılmışlık ve yok olma delili olduğunu ve bundan dolayı, batanın tanrı olamayacağını ve batana sevgi göstermenin sonu boşa çıkacak bir sapıklık olduğunu ve Rabb'ın bunda etkili ve bunu hareket ettirici olan ve zevalden uzak bulunan bir yaratıcı kudret olması gerektiğini anlattığı gibi, özellikle batma ve doğmaya dikkat nazarını çekmekle yıldızların batmalarından dolayı onların yerine putları koyanların sapıklıklarını, ve çelişkilerini de gösterdi. Zira batmalarından dolayı asıllarının yeterli olmadığını teslim ettikleri halde, o batanların yapılmış heykellerine saygı göstermek ne büyük çelişkidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

77. Ay’ı doğarken görünce de, "İşte Rabbim!" dedi. Ay da batınca, "Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum" dedi.[*]

Bunun ardından ne zamanki Ay'ı doğarken gördü, aynı mânâ ile bu benim rabbim ha! dedi. Bu da batınca hem rabbine olan imanını açıklayarak "bu benim rabbim" sözlerinin benimseme olmayıp, hasmı susturma ve reddetme olduğunu anlatmak, hem de, her an Rabb'ına olan ihtiyacını itiraf etmek suretiyle hidayetini nasip ettiğine teşekkür etmek için dedi ki: Hiç şüphe yok Rabb'ım bana hidayet etmese, ben de muhakkak o sapıklar güruhundan olacaktım. Çünkü bütün mesele, ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği bir ân içinde ortaya çıkan bir duygu ve idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş olmaz veya fâni olanı ebedî zannetmek gibi bir isabetsizlik oluverirse sapıklık muhakkaktır. Ve birden bire Ay'ın parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de hayli zor. Şu halde doğru ve isabetli olan, akıl ve idraki veren Allah Teâlâ'nın bir anlık başarılı kılması ve hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

78. Güneşi doğarken görünce: "Benim Rabbim bu. Bu daha büyük!" dedi. O da batınca şöyle dedi: "Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.[*]

Bundan sonra ne zaman ki Güneş'i doğarken gördü. Ve üzerindeki gecenin karanlığı tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi. Bu benim rabbım ha! Bu hepsinden büyük, dedi. Ve daha büyük bir tariz (taşlama) yaptı. Sonra bu da batınca, muhakkak ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

79. Ben yüzümü tümüyle, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim."[*]

Ben hanif, tertemiz bir Allah'ı birleyici olarak bütün varlığımla, yüzümü bütün içeriğiyle şu gökleri ve yeri yaratan yüksek ve kudsî zata döndürdüm. Ve ben, müşriklerden değilim, dedi. İlerdenberi müşriklere asla iştirak etmediğini açıklayarak, tevhide kesin inancını ilan etti ve Hanifliği de ispat ve takrir eyledi. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

80. Halkı onunla tartışmaya girdi. İbrahim dedi ki "Benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? O bana doğru olanı gösterdi! Rabbimin onayı olmadan, ortak saydıklarınızın bana bir şey yapabileceğinden korkmam. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Bilgilerinizi kullanmayacak mısınız?
81. ’Allah’ın size haklarında herhangi bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmanızdan dolayı korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?’ Şu halde bu iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin.
82. İnanıp güvenen ve imanlarına zulüm / şirk bulaştırmayanlar var ya, güven içinde olmak işte onların hakkıdır[*]. Onlar doğru yolda olanlardır.

Buraya kadar anlatılanlar, putperest bir aileden doğmuş İbrahim aleyhisselamın henüz nebi olmadığı delikanlılık çağında (Enbiya 21/60) ailesine ve putperest olan toplumuna karşı yaptığı mücadeledir. Tabiat ayetlerini okuyarak elde ettiği doğru bilgileri iyi kavrayan ve Allah’a tam güvenen bir genç olarak güçlü bir mücadeleye girmiş, kralın karşısında dahi duruşunu bozmamıştır (Bakara 2/258). İbrahim ile baş edemeyeceklerini anlayınca onu yakarak öldürmeye karar vermişlerdi. Tabiattan öğrendiği doğru bilgileri insanlara tebliğ eden İbrahim’i Allah korumuş ve ateşe, onu yakmaması emrini vermiş (Enbiya 21/68-69). daha sonra da onu ve onunla aynı inançta olan Lut’u oradan kurtarmıştı (Enbiya 21/70-71). İbrahim aleyhisselam ve beraberindekilerin davranışları bizim için güzel bir örnek olmuştur (Mümtahine 60/4-7). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 10
83. İşte bu, tartışmayı bitiren delilimizdir; onu halkına karşı İbrahim’e verdik.[*] Uygun gördüğümüz kişiyi derece derece böyle yükseltiriz. Senin Rabbin, Hakîm’dir; bütün kararları doğrudur ve Alîm’dir; her şeyi bilir.

İbrahim aleyhisselamın 73. ayetten itibaren anlatılan gözlemlerinin benzerlerini her insan yaparak Allah’ın varlığını ve birliğini, gözüyle görmüş ve eliyle dokunmuş gibi kavrar ve bu hususta Allah’a kesin söz verir. Bu da Allah’ın bize karşı delilidir. Bu olay büluğ çağının başında gerçekleşir (A’raf 7/172-174). İbrahim aleyhisselamın halkına "Benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz?" demesi, bu bilgiye onların da ulaşmış olduğunu gösterir (En’am 6/80). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

84. Ona ishak’ı ve Yakub’u bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce Nuh’a da doğru yolu göstermiştik. Yine onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da... İşte iyi davranışlarda bulunanları böylece ödüllendiririz.
85. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’a da... Hepsi de iyilerden idi.
86. İsmail'e, Elyesa'ya, Yunus'a, Lut'a da doğru yolu gösterdik. Hepsini çağdaşlarından üstün kıldık.
87. Onların atalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden kimilerini de... İşte onların hepsini Biz seçtik ve dosdoğru bir yola yönelttik.
88. İşte (nebilerin gittiği) bu yol, Allah'ın doğru yoludur. O, gereğini yapan kullarını doğru yola kabul eder. Eğer onlar da / o nebiler de şirk koşsalardı bütün yaptıkları boşa giderdi.
89. İşte bunlar kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir[1*]. Eğer bu insanlar onları (onlara verilen kitapları, hikmeti ve onların nebiliğini) görmezlikte direnirlerse, görmezlik etmeyecek bir topluluğu, onları korumakla görevlendiririz[2*].

[1*] Adem aleyhisselam, insanlığın ve bütün nebilerin babasıdır. Bu ayetler, Adem ile başlayıp Muhammed aleyhisselama kadar gelen bütün nebilere işaret etmekte ve onların tamamına kitap ve hikmet verildiğini bildirmektedir.

[2*] Mekkeliler, nebimizi ve getirdiği kitabı kabul etmediler, onu ve ona inananları ağır baskılar altına aldılar. Onlar da Medine’ye göç ettiler. Allah, Mekke’den göç eden müslümanlarla onlara kucak açan Medinelilere büyük başarılar nasip etti ve 8 yıl sonra Mekke’nin hakimiyetini onlara verdi (Maide 5/54). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

90. İşte onlar, Allah'ın rehber / kitap verdiği kimselerdir. Sen de onların rehberine / kitaplarına uy[1*]. De ki: "Ben yaptığım bu iş için sizden bir karşılık beklemiyorum. O, alemler[2*] için sadece bir öğüt ve akılda tutulması gereken bilgidir!"

[1*] Bu ayetteki emir gereği Nebimiz, hakkında hüküm indirilmemiş konularda önceki kitaplara uymuştur. Örneğin, kıble değişimi ile ilgili ayetler ininceye kadar namaz kılarken Kudüs’e doğru dönmesinin sebebi buydu (Bakara 2/142-150). Maide Suresinin inmesiyle birlikte dinin tamamlandığı bildirilmiş ve artık her konuda Kur'ân'da olan hükümlere uyulması emredilmiştir (Maide 5/3,48).

[2*] Allah’ın kitaplarından sorumlu olanlar insanlar ve cinlerdir (Ahkaf 46/29-33, Zariyat 51/55-56, Rahman ve Cin sureleri). Bu sebeple buradaki alemler insan ve cin topluluklarını gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 11
91. (Yahudiler) Allah'a hak ettiği ölçüde değer vermediler. Çünkü “Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" dediler. Onlara de ki: "Öyleyse insanları aydınlatması ve onlara rehber olması için Musa'nın getirdiği o kitabı kim indirdi? Siz onu, sayfalara döküp bir kısmını ortaya çıkarıyor, bir çoğunu da gizliyorsunuz. Size de atalarınıza da bilmediğiniz şeyler (onunla) öğretilmiştir.” De ki: "Onu Allah indirdi”. Sonra onları daldıkları yerde bırak; oyalanıp dursunlar.
92. Bu da (o kitaplardan) bir kitaptır. Onu biz indirdik, çok faydalı bilgilerle doludur ve kendinden önceki kitapları tasdik eder. Bütün kentlerin merkezinde (Mekke’de) ve onu çevreleyen her yerde olanları uyarman için indirilmiştir. Ahirete inananlar, bu kitaba da inanırlar. Onlar namazlarını[*] düzgün ve sürekli kılan kimselerdir.

Ayetin metninde geçen (es-salât = الصَّلَاة) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmaktır. (Lisan’ul-Arab) Kişinin sürekli yapması gereken, kendine düşen görevlerdir. Her müslümanın hiç aksatmadan yapması gereken tek ibadet namaz olduğu için ona da salat denmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

93. Bir yalanı Allah’a mâl edenden veya kendisine bir şey vahiy edilmediği halde “Bana vahyedildi” diyenden ya da “Allah'ın indirdiği gibisini ben de indireceğim" diyen kişiden daha büyük yanlış yapan kişi kimdir? Ölümün bütün etkileri ortaya çıktığında yanlışlar içindeki kimseleri bir görsen! Melekler ellerini uzatıp şöyle derler: “Çıkarın ruhlarınızı!” Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylemiş olmanız ve büyüklük taslayarak ayetlerinden uzaklaşmanız sebebiyle alçaltıcı bir azap ile karşılanacaksınız.
94. İlk yarattığımızdaki gibi karşımıza teker teker geldiniz. Size verdiklerimizi arkanızda bıraktınız. Size eşlik edeceğini iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda göremiyoruz. Aranızdaki bağlar kopmuş. Şefaatçileriniz olduğunu iddia ettikleriniz, sizi bırakıp kayıplara karışmışlar.”
BÖLÜM 12
95. Hiç kuşkusuz, Allah’tır Fâlık olan / dâneyi yaran, çekirdeği patlatan. Ölüden diri çıkarır O; diriden ölüyü çıkaran da O’dur! İşte budur Allah! Peki nasıl ters bir yöne çevriliyorsunuz?
96. Şafağı yarıp sabahı ortaya çıkaran / Fâlık O’dur! Geceyi dinlenme zamanı yaptı; Güneş’i ve Ay’ı hesap aracı. Bunlar Azîz; daima üstün ve Alîm; her şeyi bilenin koyduğu ölçüdür.
97. Karanın ve denizin karanlığında onlara bakıp yolunuzu bulabilesiniz diye yıldızları sizin için var eden O`dur. Gerçekten bilmek ve anlamak isteyen kimseler için âyetlerimizi açıklıyoruz.
98. Sizi bir tek nefisten[*] (döllenmiş yumurtadan) oluşturan odur. Ardından bir süre kalacağı yer / onu rahme götüren kanal, sonra ananın vücuduna veda etme yeri / müstevda’ = ana rahmi gelir. Ayetlerimizi, anlamaya çalışan bir topluluk için ayrıntılı olarak açıkladık.

Allah “İki eşi, erkeği ve dişiyi, ölçüyü koyduğu sırada nutfeden yaratmıştır” (Necm 53/45-46) Önce döllenme olur, arkasından ölçüler belirlenir (Abese 80/18-19). Araplar su damlasına benzeyen inciye (nutafe نُطَفةٌ) derler (Lisan’ul-Arab). Bu da nutfenin, beyaz inci tanesi görünümünde olduğunu gösterir. Nutfe, karar-ı mekîn’de oluşur. (Müminûn 23/13). Karar, kalınabilecek rahat yer, mekîn ise bir şeyin üzerinde gücü ve etkisi olan şeydir. Nutfenin hem oluşmasına hem de kalmasına imkân veren yer ana rahmidir. Yukarıdaki ayet ana rahmini, müstekar ve mustevda diye ikiye ayırır. Müstakar, döllenme anından rahim cidarına yapışmasına kadar kalınan yerdir. Müstevda ise ceninin doğum ile ananın vücudundan ayrılacağı yerdir. “Kadınlarınız sizin için ekim yeridir.” (Bakara 2/223) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

99. O`dur gökten yağmuru indiren. İşte Biz bu yolla her türlü bitkiyi tomurcuklandırdık, ondan da yemyeşil bir çim meydana getirdik, ondan ise birbiri üzerine binmiş tahıl tanelerı çıkarıyoruz. Yine hurma ağacının tomurcuğundan sık salkımlı hurmalar, üzüm bağları, zeytin ve nar ağaçları; biri diğerine çok benzeyen ve biri diğerinden çok farklı. Ürün verdiği ve olgunlaştığı zaman meyvesine bakın! Hiç kuşkusuz bütün bunlarda inanacak insanlar için derin mesajlar vardır.
100. Cinleri Allah`a ortak koştular. Oysa ki, onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O`na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. O`nun şanı yücedir, onların ileri sürdükleri vasıflardan uzaktır.[*]

Hasılı Allah'ı gereğince takdir etmeyen kâfirler ona cinleri türlü türlü ortaklar tuttular, halbuki onları Allah yarattı. Yani cinler de Allah'ın yaratığıdır. Nitekim o müşriklerin çoğu bunu esas itibariyle itiraf ederler. İtiraf etmeyenlerin de etmesi gerekir. Şu halde yaratılanı yaratanına ortak ve rakib saymaya kalkışmanın ve Allah'ın izni olmaksızın cinlerin âlemde ve insanlar üzerinde bir tesir yapabileceklerini farzetmenin ve bu şekilde yaratanın yarattığına karşı bir âcizliğine ihtimal vermenin büyük bir aptallık, sapıklık ve açık bir haksızlık olduğu aşikârdır. Bu mânâya göre kelimesinin sonundaki zamir cine râcidir. Ve bunda cinlerin de akıl sahibi olduklarına tenbih vardır. Bu zamirin cinne değil nun fâili olan müşriklere gönderilmesi de ihtimal dahilindedir. Ve bu şekilde mânâ şu olur: Halbuki bu müşriklerin kendilerini yaratan cinler değil Allah Teâlâ'dır. Bundan dolayı yaratana karşı cinleri ortak saymaya kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni dışında bir tesir hayal etmek ne büyük küfürdür. Halbuki bir takımları, cinleri, perileri, gizli kuvvetleri Allah'a ortaklar saydılar. Bir takımları da Allah'a oğullar ve kızlar uydurdular. Allah hakkında doğma ve doğurma hayal ettiler ve bu şekilde Allah'tan doğmuş erkek ve dişi ilâhlar uydurdular ve bunları Allah'ın oğulları veya kızları diye ilâh cinsinden sayıp tanrı edindiler, Allah'ı bunlarla, bunları putlarla temsil etmeye kalkıştılar. "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri ve Sâbieleri bu cümleden olduğu gibi, "Hürmüz ve Ehremen Allah'ın oğullarıdır" diyen bazı mecusîler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" diyen bazı Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen hıristiyanlar da bu cümledendir. Yaratmada ortaya çıkma ve meydana getirmeyi kabul eden filozoflar da bunlara benzer. Hep bunları hiçbir ilme dayalı olmayarak ve ne dediklerini bilmiyerek uydurdular. Allah'a ortak, oğul veya kız evlat uydurmaya kalkışanlar "ilâh" ve "oğul" dedikleri zaman ne söylediklerini bilmeyen cahiller ve iftiracıdırlar. "İlâh ikidir veya üçtür" diye Allah'a zatında veya sıfatında veya fiillerinde, az veya çok, denk veya aşağı, eşit veya zıt bir ortak, bir arkadaş veya rakib sayanlar, ne dediklerini bilmez cahiller, iftiracılar olduğu gibi; oğul veya kız çocuk isnat edenler de aynı şekilde ne dediğini bilmeyen ortak ve aynı cins isnat etmiş cahiller ve iftiracılardır.

Şanı yüce olan Allah kendini bunlardan tenzih eder ve O'nun yüce zatı, bunların böyle cahilce ve iftira edercesine vasıflandırmalarından mukaddes ve yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynîlik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh anlayışıyla çelişkilidirler. Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden sonradan olma vasıflardır. İlâhlık gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce bir kemâldir. Şu halde Allah'ın zatı ve hakikati hakkında ortaklık ve çocuk mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç da yoktur. Bizzat ilâh anlayışı bu imkansızlığı ispata yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

BÖLÜM 13
101. Gökleri ve yeri yaratıp donatan Bedî’;[*] örneksiz yaratan O’dur! Nasıl çocuğu olur O’nun, kendisinin bir eşi olmadı ki! Her şeyi O yarattı ve her şeyi en iyi şekilde bilen de O’dur!

Burada geçen [bedî‘] kelimesi Yüce Allah’ın bir sıfatıdır; “yoktan var eden” anlamına geldiği gibi “eşsiz ve benzersiz güzellikte yaratan” anlamını da içermektedir. (Mehmet Okuyan Tefsiri)

102. Rabbiniz Allah işte budur! İlah yok O’ndan başka. Her şeyin yaratıcısıdır, Haalik’tir O. O’na kulluk / ibadet edin! O her şeye Vekîl’dir.[*]

Sözlükte “işinin görülmesini başkasına havale etmek” anlamındaki vekl (vükûl) kökünden türeyen vekîl “işin havale edildiği kimse” demektir. Terim olarak “bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan varlık” mânasına gelir. Vekîl on dört âyette zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirmekte, O’nun güvenilecek en güzel varlık olduğu, kendisine güvenen kimseyi koruduğu ve her şeyi gördüğü ifade edilmektedir. Vekîl ayrıca on civarındaki âyette Resûlullah’a nisbet edilerek onun insanlara karşı zor kullanacak ya da insanların kötü davranışlarına kefil olacak bir karakterde yaratılmadığı anlatılmaktadır. Kırk civarındaki âyette ise “tevekkül” kelimesi geçmekte, “Kendisi için ölümün söz konusu edilemeyeceği ebedî hayat sahibine güvenip dayan” âyetinde (el-Furkān 25/58) görüldüğü gibi Allah’a tevekkül emredilmekte, peygamberlerle müminlerin tevekkül, dua ve niyazları dile getirilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “vkl” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’daki vekîl kelimesinin “koruyan, rab, zor kullanan, her şeyden haberdar olan” şeklinde dört mânaya geldiğini söyler (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 607). (TDV İslâm Ansiklopedisi, Vekil maddesi) (Onur)

103. Gözler onu fark edip kavrayamaz. Oysaki O, gözleri görür / bilir.[*] O Latîf’tir; bütün ayrıntıları bilir, Habîr’dir, her şeyden haberdardır.

İnsanların gözleri ve duyu organları, aynı şekilde zihinsel kavrama yetenekleri.. Evet bunların tümü, içinde yaşadıkları evrenle iletişim kurabilmeleri yeryüzünde halifelik işlevini yerine getirebilmeleri için yaratılmıştır. Ayrıca, yaratılmış varlık safhalarında ilâhî varlığın eserlerini algılamaları da istenmektedir. Ancak yüce Allah'ın zatını kavramaya gelince; kendilerine böyle bir yetenek verilmemiştir. Çünkü sonradan yaratılmış bir faninin, öncesiz ve sonrasız bir zatı görmeye gücü yetmez. Üstelik yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirmek için O'nu görmenin de değeri yoktur. Bu görevi yerine getirmede gerekli yardımı görürler. Gerekli olan her şey kendilerine bağışlanmıştır.

İnsan öncekilerin ahmaklığını anlayabiliyor da, sonrakilerin küstahlığını anlamakda güçlük çekiyor. Şu "atom'dan, "elektron"dan, "proton"dan ve "nötron"dan söz edenlerin hiçbiri, hayatında bir kere olsun "atom", "elektron", "proton" ve "nötron"u görmemiştir. Bu elementleri kontrol edecek bir teleskop da henüz icad edilmemiştir. Ancak bir farzmış gibi bunları kabul ediyorlar. Bu farzın doğruluğuna da evrende belirgin izlerinin görülmesini kanıt gösteriyorlar. Bir belirti görüldüğü zaman, onu meydana getiren elementin varlığını kesin kanıt kabul ediyorlar. Bununla beraber, bu deneyimlerin ulaşabileceği en yüksek nokta, bu elementlerin var olması ihtimalini varsaydıkları sıfatlara dayandırmaktır. Ancak, eserleriyle kendini akıllara kanıtlayan Allah'ın varlığını varlık alemindeki yaptıklarıyla izah etmek söz konusu edildiği zaman, hiçbir bilgiye, yol göstericiye ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah'ın varlığı hakkında tartışmaya girişip gözle görülebilen somut kanıtlar isterler. Sanki şu varlık bütünü, sanki tümü olağanüstülükleriyle şu hayat, böyle bir kanıt olmak için yeterli değilmiş gibi... (Seyyid Kutub Tefsiri)

104. Rabbinizden size, kendisini tanıtan göstergeler gelmiştir. Kim onları görürse kendi lehine olur. Kim de körlük ederse kendi aleyhine olur. (Onlara de ki:) Ben sizin koruyucunuz değilim.[*]

“Ben sizin başınıza dikilmiş bir gözcü değilim!” ifadesi, “Rabbinizden size, gözlerinizi açacak göstergeler gelmiş bulunuyor…” sözünün Peygamber (s.a.)’in lisanı üzere vârid olduğunu göstermektedir. Basar gözün görmesini sağlayan nur olduğu gibi, basîret de kalbin görmesini sağlayan nurdur. Mâna şöyledir: Size vahiyden ve Allah hakkında câiz olan ve olmayan hususlara dikkat çeken bilgilerden, kalpler için basîretler [gerçeği gösteren nurlar] konumunda olan göstergeler gelmiş bulunuyor. “Artık kim” gerçeği “görür” ve ona iman eder“se kendi lehine” görmüş olur ve bunun faydası sadece kendinedir. “Kim de” gerçeğe karşı kör davranırsa “kendi aleyhine” körlük yapmış olur ve bu körlüğün zararı sadece kendinedir. “Ben sizin üzerinize dikilmiş” amellerinizi kaydeden ve ona göre size karşılık verecek olan “bir gözcü değilim” sadece bir uyarıcıyım. Sizin üzerinize gözcü olan yalnızca Allah’tır. (Zemahşeri Tefsiri)

105. İşte ayetlerimizi böyle değişik açılardan anlatırız. Sonuçta "Sen birinden öğrenmişsin!" diyeceklerdir; ama böyle yapmamızın sebebi, sana öğrettiğimizi, bilen bir topluluk için de ortaya koymaktır.[*]

Yüce Allah evrensel kanıtları, bugüne kadar Araplarca bilinmeyen bir düzeyde açıklamaktadır. Çünkü bu, kendi toplumlarından kaynaklanmayan bir açıklamadır. Nitekim tüm insan topluluklarının yaşadığı ortamlardan da kaynaklanmıyordur. Dolayısıyla bu açıklama, toplumda birbirine karşıt iki sonucun ortaya çıkmasına neden oluyordu:

Doğru yolu bulmak istemeyenler. Bir şeyler öğrenmek isteğinde olmayanlar.

Gerçeği bulmak için çaba sarfetmeyenler; kendilerinden biri olan Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in ortaya attığı bu derece yüksek düzeyli açıklamaların kaynağına açıklık getirmeye çalışacaklardı. Böyle bir şeyin olmadığını bildikleri halde, birtakım şeyler uyduracaklardı. Çünkü, gerek peygamberlikten önce, gerekse peygamberlikten sonra Hz. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) yaşayışının onlarda bilinmeyen bir tarafı söz konusu değildi. Buna rağmen; "Ey Muhammed, sen bunları Ehl-i Kitabın yanında okudun, onlardan öğrendin" diyorlardı. Halbuki Ehl-i Kitap'tan hiç kimse böylesine erişilmez düzeyde bir açıklama yapamazdı. Ehl-i Kitabın sahip olduğu kitaplar, o gün ellerindeydi. Bugün de elimizdedir bu kitaplar. Ellerindeki o kitaplarla şu yüce Kur'an arasındaki fark ise çok büyüktür. Ellerinde bulunan bu kitaplara peygamberlere ve krallara ilişkin tarihsel olarak kanıtlanmamış efsane ve hurafeler bulaşmıştır. Yine bu kitaplar, bilinmeyen insanların ortaya attığı birtakım rivayetlerden ibarettir. Bu söylediklerimiz daha çok eski ahit (Tevrat) için geçerlidir. Yeni ahide gelince (inciller) bunlarda İsa'nın talebelerinin İsa'dan onlarca sene sonra rivayet ettiklerden öteye geçmiyor. Bunları da zaman geçtikçe kilise konseyleri tahrif etmiş, değiştirmiş ve birtakım tadilatlarda bulunmuştur. Hatta güzel ahlâka ilişkin öğütler, psikolojik direktifler bile, tahriften, eklemeden ve unutulmaktan kurtulamamıştır. İşte o gün Ehl-i Kitabın yanında bulunan kitaplar. Bugün de aynı kitaplara sahiptirler. Bütün bunlar nerde, şu ulu Kur'an nerede? Ancak cahiliye dönemindeki müşrikler bunu söyleyebiliyorlardı. Fakat bundan daha garibi, çağımızda "oryantalist"lerin ve "kendini müslüman zanneden" birtakım cahiliye mensubunun "bilim", "araştırma" ve "inceleme" adına bu tür sözler söylemesidir. Kuşkusuz böyle bir şeyi müsteşriklerden başkası ileri süremez. (Seyyid Kutub Tefsiri)

106. Sana Rabbinden vahyedilene uy. O'ndan başka ilah yoktur. Allah'a ortak koşanlardan da yüz çevir.
107. Tercihi Allah yapsa onlar şirke düşmezlerdi.[*] Seni onların koruyucusu yapmadık. Sen onların vekili / savunucusu da değilsin.

(şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. İmtihanla ilgili konularda ilk kararı insan verir. Çünkü Allah, herkesin yola gelmesini ister (Nisa 4/26) ama sadece “doğruya yöneleni kendine yöneltir” (Ra’d 13/27). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

108. Siz, (müşriklerin) Allah ile aralarına koyarak[*] yardıma çağırdıkları hakkında çirkin sözler söylemeyin ki onlar da taşkınlık edip bilgisizce Allah hakkında çirkin sözler söylemesinler. Her toplumun yaptığını kendilerine işte böyle süslü gösterdik. Sonra dönüp gelecekleri yer Rablerinin huzurudur. O, onlara bütün yaptıklarını bildirecektir.

Ayette geçen (dûn دون ) kelimesi yakınlaştırma, aşağı görme, üstün altı ve altın üstü anlamlarına gelir (Tâcu’l-arûs). Müşrikler, kutsadıkları varlıkları, bir yönüyle Allah’a, bir yönüyle de insanlara benzeterek Allah ile insan arasında bir yere yerleştirir ve o yolla Allah’a ulaşmaya çalışırlar. Ayetlerdeki (min dûn’illah = من دون الله) daha çok bu anlamı ifade eder. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşrikler tanrılarını Allah’ın kızları, büyüklerini aracı koyanlar da onları Allah’ın dostu sayarak Allah ile aralarına koyarlar. Bu inanç, insana sinir uçlarından yakın olan Allah’ı (Kaf 50/16) ikinci sıraya koymaya sebep olur ve kişiyi müşrik yapar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

109. Tüm yeminleriyle Allah’a yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklar. Söyle onlara: "Mucizeler ancak Allah’ın katındadır." Mucize geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?[*]

Ayetten de görüldüğü gibi müşrikler, kendilerine bir uyarıcı (peygamber) veya bir ayet, sıra dışı bir delil gelmesi halinde ona muhakkak inanacakları ve diğer milletlerden daha çok hidayette olacaklarını iddia etmekte ve bu iddialarını yeminlerinin konusu edinmektedirler. Bu ifade müşriklerin En‘âm 6:157’de dile getirdikleri sözleriyle benzeşmektedir. Onlar kendilerine herhangi bir peygamber gönderilmesi durumunda önceki milletlerden daha iyi bir şekilde doğru yolu tutacaklarını, daha içten bir samimiyetle kabul ve tasdik edeceklerini söylemişlerdi (Mehmet Okuyan Tefsiri)

110. İlkin ona iman etmedikleri gibi, onların gönüllerini ve basiretlerini tersyüz ederiz ve onları azgınlıkları içinde bocalar halde bırakırız.[*]

İnkârda ısrar edenler, inanmamak için doğru yola açılan bütün kapıları kapatarak Allah’ın davetini anlamayı inatla reddediyorlar, âdeta inanmamak için direniyorlar ve iradelerini Hakk’a karşı direnmede kullanıyorlar. Onlara istediklerinin on katı mucize gelse yine inanmazlar. Çünkü onlar gerçeği kavrama yeteneklerini kaybetmişler ve kararlarını küfürden yana vermişlerdir. Bakara 2/6. ayetinde buyrulduğu gibi inkârcılar, hakikati kabul etmekteki isteksizlikleri sonucunda ona karşı kör kaldıkları sürece kendi azgınlıkları içinde yaşamaya devam edeceklerdir. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

BÖLÜM 14
111. Biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi önlerine döksek, yine de inanıp güvenmezler; tercihi Allah yaparsa[*] başka. Ama (tercihi onlara bıraktığı için) çoğu cahilce davranır.

(şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. Burada yaratması beklenen imandır. Allah sadece “doğruya yöneleni kendine yöneltir” (Ra’d 13/27) ama insanların çoğu, kendini düzeltmeden mümin sayılmak ister. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

112. İşte böyle. Her nebiye, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Şeytanlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.[*] Tercihi (onlara bırakmasa da) Rabbin yapsa bunu yapamazlar. Sen onları iftiralarıyla baş başa bırak.

İrademiz ve takdirimiz doğrultusunda her peygambere kimilerini düşman yaptık. Bu düşman, insanlardan ve cinlerden oluşan şeytanlardır. Şeytanlık; azdırmak, saptırmak ve kötülüğe yönlendirmektir ki, insanlar için geçerli olduğu gibi cinler için de geçerli bir sıfattır. Cinlerden azgınlık yapan, kötülüğe ve sapıklığa yöneltenler şeytan diye nitelendirildikleri gibi, azgınlaşan, insanları kötülüğe ve sapıklığa yönelten insanlar da şeytan diye nitelendirilirler. Ayrıca kötü huylu, inatçı ve zararlı olan hayvanlar da bu şekilde nitelendirilirler. Nitekim: "Siyah köpek şeytandır" denmektedir.

Yüce Allah'ın her peygambere düşman olmalarını takdir ettiği -insanlardan ve cinlerden oluşan- bu şeytanlar, birbirlerine vahyettikleri (fısıldadıkları) yaldızlı sözlerle bazısı bazısını aldatmaktadır. Valıyin anlamlarından biri; sözün bir canlıdan diğer bir canlıya içsel bir etkenle aktarılmasıdır. Bu şeytanlardan bazısı bazısını kandırıp birbirlerini azgınlığa, sapıklığa, kötülüğe ve günaha teşvik ederler.

İnsanlardan oluşan şeytanların durumu bizce bilinmektedir. Yeryüzünde yaptıklarını görmek her zaman mümkündür. Bunların örnekleri her peygambere ve peygamberin beraberindeki gerçeğe ve müminlere karşı takındıkları düşmanca tavrın numuneleri bilinmektedir. İnsanlar bunları her zaman görebilirler.

Cinlerden şeytanlara -ayrıca tüm cinlere- gelince; bunlar Allah'a özgü gaybın kapsamına girmektedirler. Kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği gaybın anahtarları katında bulunan Allah'ın bildirdiklerinden başka hiçbir şey bilmiyoruz bu konuda. Şu evrende insandan ve yeryüzünde bilinen diğer canlı türlerden ve cinslerden farklı yaratıkların varlığı prensibi açısından... Prensip açısından biz, "Allah'ın bunlar hakkında söylediklerine inandığımızı, açıkladığı sınırlar dahilinde haber verdiklerini doğruladığımızı söylüyoruz. Bu konuda yüce Allah'ın bildirdiği gerçekleri inkâr etmek için "bilim"i kalkan edenlere gelince; doğrusu bunların neye dayandıklarını anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü beşeri bilimler, dünya gezegeninde yer alan tüm canlı türlerini kuşattığı iddiasında değildir. Hem bu bilimler, diğer gök cisimlerinde neler bulunduğunu bilme imkânına sahip değildir. Bu konuda tüm söyleyeceği, yeryüzündeki hayat türünün bazı gezegenlerde ve yıldızlarda olabileceği veya olamayacağı varsayımlarını ileri sürmektir. Dolayısıyla bu varsayımlar ispatlansa bile, diğer bir hayat türünün, başka bir canlı çeşidinin evrenin bir başka köşesinde yaşıyor olabilecekleri düşüncesini çürütemez. Çünkü `bilim' bu konuda herhangi bir şey bilememektedir. O halde herhangi birinin "bilim" adına bu değişik canlı alemlerin varlığını inkâr etmesi despotluktur, küstahlıktır.

Tıpkı insanların kimisi gibi, bir kısmı şeytanlık yapan, kötülük ve sapıklığa teşvik eden -iblis ve soyu gibi- ve cin diye adlandırılan bu topluluğun mahiyeti açısından... Evet cin adı verilen bu topluluğun mahiyeti açısından, Allah'dan ve O'nun Peygamberinden (salât ve selâm üzerine olsun) gelen doğru haberlerden başka bir şey bilmiyoruz.

Bu topluluğun dumansız ateşten yaratıldığını ve bunların yeryüzünde olduğu kadar yerin içinde ve dışında yaşama gücüyle donatıldığını, bu alanlarda insanlardan daha çabuk hareket etme yeteneğine sahip olduklarını, salih müminleri olduğu kadar azdırıcı şeytanlarının olduğunu, bunlar Ademoğulları'nı görebildikleri halde insanların onları oldukları şekilde göremeyeceğini -zaten insanları görüp de insanların göremediği daha nice yaratıklar var- aynı şekilde bunların şeytanlarının insanoğluna, yoldan çıkarmak ve saptırmak için musallat olduğunu biliyoruz. Bunlar bilmediğimiz bir yöntemle insanlara vesveseler ve çeşitli kötü düşünceler aşılama gücüne sahiptirler. Allah'ı anan müminler üzerinde bu şeytanların bir egemenliği söz konusu değildir. Mümin Allah'ı andığı zaman şeytan ortaya çıkar ve birtakım vesveseler verir. Allah'ı anmakla mümin, şeytanın zayıf hilesinden çok daha güçlü bir konuma gelir. Cinler alemi tıpkı insanlık alemi gibi Allah'ın huzurunda toplanıp yaptıklarından dolayı sorgulanacaklardır. Onlar da tıpkı insanlar gibi cennete veya cehenneme gideceklerdir. Cinler meleklerle karşılaştırıldıkları zaman, hiçbir gücü ve etkinliği bulunmayan son derece zayıf bir topluluk olarak belirirler.

İşte bu ayetten anlıyoruz ki yüce Allah, insanlardan ve cinlerden şeytanları her peygambere düşman kılmıştır...

Kuşkusuz yüce Allah -dileseydi- böyle bir şey yapmamalarını sağlayabilirdi. İnsanları azdırmamalarım, kötülüğe teşvik etmemelerini, peygamberlere düşmanlık yapmamalarını, müminlere eziyet etmemelerini ve insanları Allah'ın yolundan saptırmamalarını sağlardı. Yüce Allah onları hidayete zorlayabilirdi. Ya da doğru yola yönelmeleri durumunda onları doğru yola iletebilirdi. Ya da onları peygamberlere, gerçeğe ve ona inananlara karşı çıkmaktan aciz bırakabilirdi. Ancak yüce Allah bu kadarlık ve serbestliği onlara bırakmıştır. Allah'ın iradesinin öngördüğü ve O'nun kaderinin belirlediği oranda Allah'ın dostlarına eziyet etmelerine izin vermiştir. Ayrıca yüce Allah, dostlarını düşmanlarının işkenceleriyle sınamayı takdir etmiştir. Tıpkı düşmanlarını kendilerine verdiği serbestlik ve güç oranında sınadığı gibi. Dolayısıyla bunlar, Allah'ın takdir ettiğinin dışında O'nun dostlarına işkence, eziyet yapamazlar. (Seyyid Kutub Tefsiri)

113. Bu fısıldama bir de, ahirete inanmayanların o sözlere gönülleri aksın, ondan hoşlansınlar ve suç işlemeye devam etsinler diyedir.
114. Allâh, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken O’ndan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine Kitap verdiklerimiz, O(Kur’a)nın, gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler, hiç kuşkulananlardan olma.[*]

Bu kitap, insanların ayrılığa düştükleri konularda aralarında adaletle hükmetmesi ve bu işlerde Allah'ın hakimiyetini ve ilâhlığını temsil etmesi için indirilmiştir. Sonra bu kitap, bir bütün olarak tüm hayat düzeninin dayanacağı temel ilkeleri içerir bir şekilde ayrıntılı olarak indirilmiştir. Aynı zamanda bu kitap, ekonomik, bilimsel ve top yekûn pratik durumları ne düzeyde olursa olsun, insan topluluklarında yer etmesini istediği sorunlara ilişkin ayrıntılı hükümleri de kapsamaktadır. Bu ve öteki nedenlerden dolayı bu kitap, hayatın herhangi bir probleminde Allah'dan başka birinin hükmüne ihtiyaç bırakmamaktadır.

Yüce Allah'ın kitabı aracılığıyla bildirdiği gerçek budur. Bundan sonra dileyen, "insanlık büyük bir gelişme gerçekleştirmiştir, artık bu kitaba ihtiyàcı kalmamıştır" desin, ancak beraberinde bu dine inanmadığını, kâfir olduğunu ve alemlerin Rabbinin sözünü yalanladığını da belirtsin. (Allah korusun).

Kuşkusuz kendilerine kitap verilenler (yahudi ve hristiyanlar) günümüzde de bu kitabın hak içerikli olarak Allah katından indirilmiş olduğunu biliyorlar. Aynı zamanda bu dinin gücünün, kendisini saran gerçekten ve içerdiği haktan kaynaklandığını çok iyi biliyorlar. Tüm bu bildiklerinden dolayı da bu dinle ve bu kitapla kesintisiz bir savaşa girişiyorlar. Bu savaşların en şiddetlisi ve en ağırı da, hakimiyeti bu kitaptan kaynaklanan şeriattan alıp, insan ürünü diğer kitaplardan kaynaklanan yasalara vermek ve Allah'dan başkasını hakem pozisyonuna getirmektir. Allah'ın kitabı yaşanmamış, O'nun dini varlığını sürdürmemiş olsun ki; bir zamanlar ilâhlığın tek başına Allah'a ait olduğu, Allah'ın kitabından kaynaklanan şeriatının egemen olduğu, diğer yasaların katkılarının söz konusu olmadığı, Allah'ın kitabının yanında (toplum sisteminin ve yasamaya ilişkin temellerin ondan alındığı ve tıpkı müslümanların Allah'ın kitabına ve ayetlerine başvurduğu ve şahit tuttuğu gibi, başvurulan ve içeriği şahit gösterilen) başka kitaplara itibar edilmediği ülkelerde, başka ilâhlıklar kurulsun! Bütün bunların arkasında -siyonist ve haçlılardan oluşan- ehli kitap vardır. Bunun gibi iğrenç hedeflerin gerçekleşmesi için ortaya atılan her sistemin ve her hükmün arkasında yer aldıkları gibi. (Seyyid Kutub Tefsiri)

115. Rabbinin kararı, doğru ve dengeli olma bakımından tamamlanmıştır. Onun kararlarını değiştirebilecek bir kimse yoktur.[*] O Semî’dir; daima dinler ve Alîm'dir; her şeyi bilir.

Söyleyip belirlediklerindeki doğruluk, yasalaştırıp hükmettiklerindeki adalet bakımından Allah'ın sözleri eksiksizdir. Bundan sonra, inanç, düşünce, temel ilke, değer ve ölçü hakkında herhangi birinin söz söylemesine gerek kalmamıştır. Şeriat, hüküm, gelenek ve görenek noktasında hiç kimsenin bir şeyler söylemeye hakkı yoktur. Allah'ın hükmünün bozulması söz konusu değildir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

116. Eğer dünyada bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sırf zanna uyarlar ve kafadan atarlar.[*]

Yeryüzünde yaşayanların -tıpkı günümüz gibi- çoğunluğu cahiliye mensubuydu. Tüm işlerinde Allah'ı hakem yapmıyorlardı. Allah'ın kitabında bildirdiği şeriatı bütünüyle kanun edinmiyorlardı. Düşüncelerini ve fikirlerini, düşünce ve hayat metodlarını Allah'ın yol göstericiliğinden ve direktiflerinden almıyorlardı. Bu yüzden -tıpkı günümüz gibi- cahiliye sapıklığına dalmışlardı. Gerçeğe dayanan, gerçekten alınan bir görüş ileri sürmeleri, bir söz söylemeleri mümkün değildi. Kendilerine uyanı, yollarını, takip edeni sapıklıktan başka bir şeye yöneltmezlerdi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi kesin bilgiyi bırakıp zan ve sezgilere uyuyorlardı. Oysa zan ve sezgi olsa olsa sapıklıkla sonuçlanırdı. Bu nedenle Allah'ın yolundan sapmaması için yüce Allah peygamberini onlara uymaktan, onları takip etmekten sakındırıyor, hem de bu şekilde genel bir ifadeyle. Ayetlerin akışında ele alınacağı gibi, söz konusu edilen konunun bazı kesilen hayvanların helâl ya da haram oluşuyla ilgili olmasına rağmen. (Seyyid Kutub Tefsiri)

117. Elbetteki senin Rabbin, yolundan sapanları da, doğru yolda olanları da çok iyi biliyor.[*]

İnsanların düşünceleri, değerleri, ölçüleri, davranışları ve hareketleri üzerinde egemen olacak temel bir kuralın varlığı zorunludur. Bütün bunlardan hangisinin gerçek hangisinin batıl olduğunu belirlemek için temel bir kural kaçınılmazdır. Böylece sorun, insanların değişken arzularının ve kanıtlanmış bir bilgiye dayanmayan çıkarlarının sorunu olmaktan çıkar. Sonra tüm bu sorunlar için ölçüler koyan ve insanların kullar hakkındaki hükmüne başvurdukları, değer yargılarını aldıkları bir mercinin bulunması zorunludur.

İşte burada yüce Allah ölçü koymaya, insanları buna göre, değerlendirmeye, kimin doğru yolda, kimin de sapık yolda olduğunu belirlemede sadece kendisinin hak sahibi ve yetkili olduğunu belirtmektedir.

Kuşkusuz değişken yargıları doğrultusunda bu hükümleri belirleyecek olan "toplumun" kendisi değildir. 'Toplumsal yapının ve maddi dayanaklarının değişmesiyle değer ve hükümleri değişen toplum bu konuda söz sahibi değildir. Çünkü tarıma dayalı toplumun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı, sanayi toplumunun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı olacaktır. Kapitalist burjuva toplumu için ayrı değer yargıları ve ahlâk kuralları olduğu gibi, sosyalist ya da komünist toplum için de farklı değer yargıları ve ahlâk kuralları söz konusu olacaktır. Ardından bu toplumların yargılarına uygun şekilde insanların davranışları için farklı ölçüler konacaktır.

İslâm bu esası tanımaz ve onaylamaz. İslâm kendine özgü bir değer yargısı tayin eder. Onu da yüce Allah belirlemiştir. Aynı zamanda bu değer yargısı toplum biçimlerinin değişmesiyle değişmeyen bir esastır. Bu değer yargısı dışına çıkan toplumun İslâm literatüründe adı bellidir. Bu toplum İslâm dışı, cahilî bir toplumdur. Allah'a ortak koşan bir toplumdur. Çünkü bu toplum değer yargıları, ölçüler, düşünceler, ahlâk kuralları, düzen ve sistemler hakkında Allah'ın bildirdiklerinin dışında Allah'tan başka -insanlardan- birtakım kimselere yetki tanımaktadır. İslâm'ın toplumlar, değer yargıları ve ahlâk kuralları için tanıdığı tek bölünme şekli budur. İslâmî olma ya da İslâm dışı olma... Ya İslâm ya da tüm şekil ve görünümleriyle cahiliye... (Seyyid Kutub Tefsiri)

118. Onun âyetlerine inanmışsanız Allah’ın adı anılarak kesilenleri yiyin.
119. Size ne oluyor da Allah’ın adı anılarak kesilenlerden yemiyorsunuz?[*] Halbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişce açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Muhakkak ki, Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilir.

En’âm Suresi Mekke’de indiği için bu ayet, oradaki Müslümanların, müşriklerin, Allah’ın adını anarak kestikleri hayvanların etinden yemediklerini gösteriyor. Çünkü onlar, kestikleri hayvanların bir kısmı üzerine Allah’ın adını anmaz En'am 6/138 sadece onları Allah’tan başkası adına keserlerdi En'am 6/145 Âetler çok açık olmasına rağmen Sünni, Şiî bütün mezhepler, müşriklerin kestiklerini yemenin haram olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Haram olan, Allah’tan başkasının adı anılarak kesilenlerdir. O hayvanlar, bu iş için yerleştirilmiş taşlar (nusub) üzerinde kesildiği için o taşların üzerinde kesildiği bilinenler de haramdır. Bkz. En'am 6/121, Maide 5/3 (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

120. Günahın açığını da bırakın, gizlisini de. Günah kazananlar yapıp ettiklerinin karşılığını yakında göreceklerdir.
121. Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın fısk[*] olduğu kesin ise ondan yemeyin. Şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmelerini fısıldarlar. Onlara, gönüllü olarak boyun eğerseniz kesinlikle siz de müşrik olursunuz.

Allah’tan başkası adına kesilmediği sürece besmele çekmeden kesilen hayvan etlerinin yenmeyeceğinin bir delili yoktur (Bakara 2/173, Maide 5/3. En’am 6/145 ve Nahl 16/115). Besmele, sadece Kurban bayramı kurbanı için şarttır (Hac 22/28, Hac 34-36) Ayetler her şeyi açıkça ortaya koyduğu halde tefsir ve meallerde bu ayete yanlış anlam verilerek besmelesiz kesilen hayvan eti haram sayılmıştır. Bunların Arap diline açıkça aykırı olan hataları (وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ) cümlesini, önceki cümleye atfedilmiş saymalarıdır. O cümle fiil ve inşa cümlesi, bu ise isim ve haber olduğundan bu cümle, (وَلاَ تَأْكُلُواْ ) cümlesi için hal olur ve yeme yasağını, kesimin fısk şeklinde olması hali ile sınırlar. Zaten bu Surenin 145. ayetine göre fısk, Allah’tan başkası adına kesilen hayvandır. Eğer fısk hayvanı kesenin eylemi olsaydı hayvanın eti haram olmaz, sadece yapılan iş haram olurdu. Ayrıca hiçbir ayet ve hadiste hayvanı kesenin Müslüman olması şartı yoktur. Bir grup sahabî Resulullah’a: “Ey Allah’ın Resulü! Bazıları bize et getiriyor. Üzerine Allah’ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz. Ondan yiyelim mi, yemeyelim mi?” diye sordular, dedi ki: “Siz Allah’ın adını anın ve yiyin!” (Buhârî, Zebâih, 21; Ebû Dâvûd, Edâhî, 13–19; İbn Mâce, Zebâih, 4.) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 15
122. Ölü gibiyken can verip yolunu aydınlattığımız ve o aydınlıkla insanlar arasında yürüyen kişi, girdiği karanlıklardan çıkamayan kişi gibi olur mu? Yaptıkları işler, kâfirlere işte böyle süslü gösterilir.[*]

Bu inanç, ölmüş kalplere yeniden canlılık verir. Karanlıktan sonra kalbe bir ışık bahşeder. Bu hayatla birlikte daha önce hiç bilmediği bir şekilde her şeyden bambaşka bir duyguyla tad alır, her şeyi değişik tasvir eder, farklı değerlendirir. Bu ışığın aydınlığı altında ve etki alanında, imanın aydınlattığı bu kalbin daha önce göremediği bir şekilde her şey yepyeni bir görünüm kazanır.

Bu deneyimi sözcüklerle ifade etmenin imkânı yoktur. Sadece tadanlar bilebilir. Bu deneyimin gerçek mahiyetinin en güçlü taşıyıcısı kuşkusuz Kur'an ifadesidir. Çünkü Kur'an, bu deneyimi aynı cinsten ve aynı özelliklere sahip renklerle tasvir etmektedir.

Küfür; yok olmayan, bitmeyen, kaybolmayan, öncesiz ve sonrasız gerçek hayattan kopmadır. Ölümdür küfür. Varlık bütününde faaliyet gösteren etkin güçten yoksun olmadır. O halde küfür ölümdür. Fıtratın alıcı ve verici hızlarının işlemez hale gelmesidir, körelmesidir. Demek ki ölümdür küfür.

İman ise bağlılıktır, istemektir, vermektir, kısacası hayattır...

Küfür ruhun açılmasını ve doğmasını engelleyen bir perdedir. O, karanlıktır... O, organlara ve duygulara vurulan bir kilittir. O halde karanlıktır o. Şaşkınlık içinde şaşkınlıktır, sapıklıktır küfür. Kısacası karanlıktır.

İman ise; derin anlayış ve görüştür. Kavrayış ve dengedir. Bütün anlamlarıyla nurdur iman...

Küfür büzülüp, taşlaşmaktır. Çünkü, o, sıkıntıdır. Fıtratın kolay yolundan ayrılmaktır. Çünkü zorluktur. Güvenilir bir himayenin verdiği huzurdan yoksun olmadır. Kısacası bunalımdır, küfür.

İman ise; genişlik, kolaylık, huzur ve yayılmış bir gölgedir.

O halde kâfir nedir? Şu varlık toprağında bir kökten, bir damardan yoksun zavallı bir bitkidir. Varlığın yaratıcısıyla bağları kopmuş bir fertten başka birşey değildir. Bu yüzden varlık bütünüyle de bağları kopmuş durumdadır. Bireysel varlığının sınırlı bağlarının dışında bir bağla ilgi kuramamaktadır. O da en dar sınırlar içinde gerçekleşebilmektedir. Hayvanların yaşadığı sınırlar içinde... Duygulardan ayrıca, duyguların varlığın dış görünümünden algıladığı şeylerden oluşan sınırlar..

Kuşkusuz Allah'a bağlanmak ve Allah için kenetlenmek ölümlü, fani bireyi öncesiz ezele ve sonrasız ebede bağlar. Sonra onu sonradan meydana gelmiş evrene, görülen hayata bağlar. Ardından iman kafilesine, çağlar boyu ardarda gelen ve zamanın derinliklerine kök salmış biricik ümmete bağlar. Kendini birçok kökün, sonsuz bağların ve varlıkların içinde bulur. Coşkun, uzayıp giden, sürekli ve sınırlı ömrünün bitmesiyle tükenmeyen bir varoluştur.

İnsan bu nuru kalbinde bulunca, bu dinin gerçeklerini, davranış ve hareket metodunu olağanüstü bir şekilde karşısında bulur. Bu nuru kalbinde bulduğunda karşılaştığı bu sahne göz kamaştırıcı, olağanüstü bir sahnedir. Bu dinin tabiatında ve gerçeklerinde yer alan harikulâde ve kapsamlı uyum sahnesidir. Bu dinin hareket metodundaki ve yayılış yöntemindeki son derece güzel ve ince evrim sahnesidir. Bu din, artık birtakım inanç ilkeleri, ibadet şekilleri, yasalar ve direktifler yığını olarak belirmez. Aksine birbirine girmiş, birbirine dayanmış, uyum içinde ve birbirine karışmış bir plan olarak belirir. Bu din canlı, fıtratın ihtiyaçlarına cevap veren, derin bir yakınlık, güvenilir bir doğruluk, sevgi ve şefkat içinde fıtratla uyuşur bir konumda belirir.

İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman varlık bütününe, hayata ve gerek evrende, gerekse insanlık aleminde meydana gelen olaylara ilişkin gerçekleri açık seçik görür. Yine olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnede görür tüm bunları. Önü ve sonu sağlam bir düzen içinde belirlenmiş titiz, ancak fıtrata uygun ve kolay evrensel yasaların sahnesi... Bu evrensel yasaların arka planında yer alan ve onları işlemek için sürükleyen her şeyi kuşatıcı, serbest ve her şeye gücü yeten ilâhî iradenin sahnesi... Bu evrensel yasaların çerçevesinde yer alan insanların ve olayların oluşturduğu sahne...

İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman her işte, her hususta ve her olayda bir netlik görür. Kendi içinde, amaçlarında, düşüncelerinde, planlarında ve hareketlerinde bir açıklık görür. İster yürürlükteki evrensel ilâhî kanunlarda olsun, ister insanların hareketlerinde, amaçlarında, gizli-açık planlarında olsun, çevresinde olup biten şeylerde bir açıklık görür. Gerek kendi içinde ve aklında, gerekse çevresindeki olgularla bir kitabı okur gibi olayların ve tarihin yorumunu bulur. İnsan bu nuru kalbinde bulduğu zaman, düşüncelerinde, duygularında ve düşlerinde bir aydınlık, aklında, durumunda ve eğiliminde bir rahatlık görür. İşlerin olmasında ve meydana gelmesinde, olayların öncesinde ve sonrasında yumuşaklık ve kolaylık bulur. Her durumda ve her anda huzur, güven ve kesin inancın rahatlığı içinde bulur kendini.

İşte Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı, ilham yüklü etkenleriyle bu gerçeği bu şekilde tasvir etmektedir:

"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürürken yararlandığı bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklar içinde bocalayıp aradan bir türlü dışarı çıkamayan kimse gibi midir?"

Bu din gelmeden önce bu durumdaydı müslümanlar. Ruhlarına iman üflenip diriltilmeden önce, yani canlılık, hareket, doğmak ve ortaya çıkmaktan oluşan bu olağanüstü enerji bahşedilmeden önce böyleydiler. Kalpleri ölüydü. Ruhları karanlıklar içindeydi. Sonra kalplerine birden iman serpildi ve kendilerine geldiler. Ruhlarında bir nur doğdu, birden aydınlanıverdiler. Ruhlarından nur fışkırmaya başlamıştı. İnsanlar arasında bu nurla yürüyor, sapıklara onunla yol göstericilik yapıyorlardı. Yoldan ayrılan kaçkınları topluyor, ürkeklere güvence veriyorlardı. Köleleştirilen insanlara özgürlük bahşediyorlardı. İnsanlık için yolun işaretleri belirmiş ve yeryüzünde yeni bir insanın doğuşu duyurulmuştu. Özgür ve aydın insanın... Sadece Allah'a kul olmak suretiyle kullara kul olmaktan kurtulmuş insanın...

Allah'ın, ruhuna hayat üflediği, kalbine aydınlık bahşettiği bir kimse, karanlıklar içinde bocalayıp bir türlü oradan çıkamama durumunda olan birisi gibi midir?

Bunlar birbirinden çok uzak iki ayrı alemdir. O halde çevresinde her tarafı aydınlatan nura rağmen karanlıklar içinde bocalayanı engelleyen nedir?

"İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici geldi."

İşte sır buradadır... Küfrün, karanlığın, ölümün çekiciliği ve süslenmişliği söz konusudur. En başta bu çekiciliği doğuran Allah'ın iradesidir. İnsan fıtratını hem aydınlığı, hem de karanlığı sevmek gibi çift yetenekli kılan O'dur. Böylece karanlığı; ya da aydınlığı seçmekle insanı sınamaktadır. Karanlığı tercih ettiği zaman, Allah'ın iradesi bunu kendisine hoş gösterir, çekici kılar. O da sapıklıkta inat eder, giderek karanlıktan çıkamaz ve geri dönemez olur. Sonra birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldayan ve kâfirlere yapa geldiklerini süslü gösteren ve çekici kılan insanlardan ve cinlerden şeytanlar vardır. Hayattan, imândan ve ışıktan-kopmuş durumdaki bir kalp, karanlıklar içinde ancak vesveselere kulak verir. Hiçbir şey göremez, duyumsayamaz, bu koyu karanlıkta doğru yolu sapıklıktan ayırdedemez. İşte böylece kâfirlere yaptıkları kötülükler çekici göründü... (Seyyid Kutub Tefsiri)

123. İşte böyle! Her kentin günahkarlarını oranın büyükleri haline getiririz ki tuzaklar kurabilsinler. Kurdukları tuzaklar, kendi aleyhlerine döner ama farkında bile olmazlar.[*]

Her kentte -büyük kent ve başkentte- büyüklük taslayan suçlulardan bir grubun Allah'ın dinine karşı düşmanca bir tavır takınmaya yatkın olmaları her zaman için geçerli olan bir kuraldır. Çünkü Allah'ın dini ise, bu büyüklük taslayanların insanlara haksızlık aracı yaptıkları iktidardan, insanları kendilerine kul konumuna getirdikleri Rabblıktan ve insanları köleleştirmek için kullandıkları hakimiyetten soyutlanmaları noktasında başlamaktadır. Tüm bu nitelikleri Allah'ın dini, tek başına insanların Rabbı, insanların sahibi ve insanların ilahı olan Allah'a vermektedir.

Yüce Allah'ın peygamberlerini gerçekle birlikte göndermesi fıtratın özünde yer eden bir kuraldır. Bu gerçek sayesinde ilâhlık taslayanlar ilâhlıktan, Rabblıktan ve egemenlikten soyutlanırlar. Bu yüzden Allah'ın dinine ve O'nun peygamberlerine düşmanlıklarını açığa vururlar. Sonra da kentlerde çeşitli komplolar kurarlar. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Hak ve doğruluğa karşı başlattıkları savaşta batıl ve sapıklığın yayılmasında ve görünüşte korkutucu olan komplolarla insanları değersiz hale getirmekte, cinlerden şeytanlarla yardımlaşırlar.

Bu, her zaman için geçerli bir kuraldır... Ve çarpışma kaçınılmazdır. Çünkü bu savaş, Allah'ın dininin başta gelen ilke -yani egemenliği bütünüyle Allah'a özgü kılmak- ile kentlerdeki suçluların ihtirasları, hatta bizzat varlıkları arasındaki eksiksiz çelişkiye dayanmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

124. Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: “Allah`ın elçilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz kesin olarak inanmayacağız.” Allah, elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Bu şekilde günah işleyenlere, kurdukları hileli düzenleri nedeniyle Allah katından bir aşağılama ve çok şiddetli bir azap isabet edecektir.[*]

Velid b. Muğire şöyle demişti: "Şayet peygamberlik bir hak olsaydı, ben senden daha çok bunu hak ederdim. Çünkü ben yaşça senden daha büyüğüm. Malım da seninkinden çoktur." Ebu Cehil de; "Ona geldiği gibi bize de vahiy gelmediği sürece hiçbir zaman ondan hoşnut olmayacağız, ona uymayacağız" demişti.

Nefislerdeki bu büyüklenmenin, büyüklük taslayan bu adamların yurttaşlar arasında özellikli olmayı istemenin... Bu özelliğin belirtisi de kendilerinin emir vermeleri, yurttaşların da uyup itaat etmeleridir... Evet bunun nedeninin içlerindeki küfrün ve peygamberlere ve dine düşmanca tavır takınmalarının kendilerine hoş görünmesi olduğu gayet açıktır.

Yüce Allah bu iğrenç ve aptalca sözlerine karşın, önce mesajını iletecek, peygamberi seçme işini ve bu evrensel ve önemli görevi yerine getirmeye kimin lâyık olduğunu belirlemenin kuşatıcı bilgisine bırakıldığını belirtmekle, ikinci olarak da tehditle, küçümsemekle ve kötü sonlarını hatırlatmakla karşılık vermektedir onlara:

" ..Oysa Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."

Kuşkusuz peygamberlik son derece ürpertici ve önemli bir iştir. Öncesiz ve sonrasız ifadenin kullardan bir kulun hareketine bağlandığı evrensel bir görevdir. Burada, yüceler alemi insanın sınırlı dünyasıyla, gök yerle, dünya ahiretle birleşiyor. Peygamberliğin temsil ettiği gerçek, bütün insan kalbinde, insanlığın pratik hayatında ve tarihin sürecinde somutlaşıyor. Burada insan bünyesi tamamen Allah'a özgü olmak için kişisel payından soyutlanır. Bu soyutlanmanın, sadece niyet ve davranışta olması yeterli değildir. Bu önemli fonksiyonun doldurduğu yerin de bütünüyle arınmış olması gerekir. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, bu gerçekle kaynağının doğrudan ve eksiksiz bir bağ kurduğu bir buluşma noktası konumundadır. Peygamberin kişiliği, sadece bireysel bir unsur olarak doğrudan ve eksiksiz bir buluşmanın hiçbir engel ve kayıtla karşılaşmaksızın meydana gelmesine uygun olmasından dolayı bu bağı kurabilmektedir.

Mesajını nereye bildireceğini, milyonlarca insan arasında, "Sen bu ürpertici ve önemli görev için seçilmişsin" denecek kişiyi seçmeyi sadece yüce Allah bilir.

Peygamberlik makamına ulaşmak isteyenler ya da peygambere gelen vahyin kendilerine de gelmesini isteyenler... Esasen bu iş için uygun olmayan özelliklere sahip kimselerdir. Bir kere bunlar kişiliklerini evrensel varlığın ekseni konumuna getiriyorlar. Peygamberler ise daha başka bir tabiata sahiptirler. Gelen mesajı teslimiyetle karşılayan, kendini feda eden ve kişiliğini unutan bir tabiattır bu. İstemeden ve beklenti içinde olmadan verilir peygamberlik. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, "Sen bu kitabın sana verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir." (Kasas Suresi: 86) denmektedir. Bütün bunlardan sonra, bu adamlar bu korkunç görevin önemini kavrayamayan bilgisiz kimselerdir. Sadece yüce Allah'ın bu işe uygun birini seçebileceğini bilmiyorlar.

Bu nedenle onlara oldukça kesin bir cevap veriliyor:

"Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir."

Allah mesajını bildiği kişiye vermiştir. Yarattıklarının içinde en üstün ve en içten olanını seçmiştir. Allah'ın yarattıklarının en iyisi ve peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e kadar peygamberlerini ulu bir kafile kılmıştır. (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun.)

Ardından Allah katında aşağılanmaya, alçalmaya ve onur kırıcı şiddetli azabla ilgili tehdit yer alıyor:

"Bu azılı günahkârlar düzenledikleri komplolardan ötürü Allah katında aşağılanmaya ve ağır azaba çarpılacaklardır."

Allah katında aşağılanma; yurttaşlara karşı ululanmanın, gerçeğe karşı büyüklenmenin ve peygamberlik makamına göz dikmenin karşılığıdır. Ağır azab ise; zorlu komplolar kurmaya, peygamberlere düşman olmaya ve müminleri işkence etmeye karşılıktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

125. Allah, (doğru davranışlarından dolayı) yola geldiğini onaylamak istediği kişinin[1*] gönlünü İslam’a açar. (Yanlış davranışlarından dolayı) Yoldan saptığını onaylamak istediği kişinin ise içinde sanki yükseklere çıkıyormuş gibi bunalma ve sıkıntı oluşturur[2*]. Allah, kendisine inanıp güvenmeyenlerin üstünde pisliği işte böyle oluşturur.

[1*] Allah’ın iki türlü iradesi vardır; biri isteğini, diğeri kararını gösterir. O, her insanın yola gelmesini ve yanlışlardan dönmesini ister (Nisa 4/26-27). İstek anlamındaki bu iradesi yerine gelmeyebilir. Allah bütün insanların tövbe etmesini de ister ama etmezler. Allah’ın karar anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir ve verdiği "ol" emriyle birlikte o şey oluşmaya başlar (Bakara 2/117, Yasin 36/82). İnsanın, karar anlamındaki iradesi, ancak gereğini yapmasıyla meydana gelebilir (Necm 53/39). Çaba gösterilen şeyin oluşması da Allah'ın gerekli şartları yaratmasına bağlıdır. Kul kâsib yani çalışan, Allah da hâlik yani yaratandır (Teğabun 64/11,Tekvir 81/29).

[2*] Sapmakta olan kişiyi Allah çeşitli yollarla uyarır. İçinin bu şekilde daralması ondandır (Tevbe 9/115, Şems 91/8-10). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

126. Bu, Rabbinin izlediği şaşmaz yoldur. Gerekli bilgiye sahip olan[*] bir topluluk için âyetleri ayrıntılı olarak açıklamışızdır.

Hikmet, Allah’ın indirdiği ve yarattığı ayetlerden doğru bilgiye ulaşma yöntemi ve ulaşılan doğru bilgidir. Allah’ın kitabındaki hikmete ulaşma yöntemi, o kitabın içinde anlatılmıştır (Al-i İmran 3/7, Hûd 11/1-2, Fussilet 41/3). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

127. O topluluk için, Rablerinin katında esenlik ve güvenlik yurdu vardır. O, yaptıkları iyi şeylerden dolayı onların en yakını / velisidir.[*]

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

128. Herkesi bir araya toplayacağı gün Allah şöyle diyecektir: “Ey cin topluluğu! Birçok insanı etkilediniz!” Onların insan dostları da şöyle diyeceklerdir: "Evet, Rabbimiz! Birbirimizden faydalandık. Nihayet bize biçtiğin sürenin sonuna ulaştık." Allah diyecek ki: “Belirlediklerim hariç kalacağınız yer, içinde ölmeyeceğiniz ateştir.” Senin Rabbin Hakîm'dir; daima doğru karar verir, Alîm'dir; her şeyi bilir.
129. Elde ettikleri şeylere karşılık, biz zalimlerin bir kısmını diğerinin dostu yaparız.[*]

Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan ötürü işledikleri kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri, yöneliş ve hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen sonucun bir oluşu gerekçesiyle, bazısını bazısına dost kılarız. Bu genel bir kuraldır. O günkü gerekçenin sınırlarını aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun mahiyetini ele almaktadır. Çünkü zalimler - bunlar herhangi bir şekilde Allah'a ortak koşan kimselerdir- hak ve doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere ve onlara inananlara karşı düşmanlıkta birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın aynı karaktere sahip olmalarının yanında, insanlar üzerindeki Rabblık hakkını gasbetmekte ve aynı şekilde Allah'ın hakimiyetinden kaynaklanan bir sınırlama olmaksızın azgın ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı paylaşmaktadırlar.

Çıkarları bakımından didişmelerine, ihtilafa düşmelerine rağmen bunları, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olan bir kitle olarak görürüz. Özellikle Allah'ın dinine ve O'nun dostlarına karşı savaşmada... Aralarındaki karakter ve hedef birliğine dayanmaktadır bu dostluk. İşledikleri kötülük ve günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz gibi!

Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar, siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan şeytanların arasında önemli birleşmelere şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara rağmen bu paktlar, İslâm'a saldırmada ve tüm yeryüzündeki İslâmî diriliş hareketlerinin doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir. Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm'a savaş açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin ve şeytanî komplonun amaçlarına uygun olarak hareket etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm'ın hakim olduğu bölgede kullanıma hazır araçların yanında, onlarca asrın tecrübesinin devreye sokulduğu bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah'ın şu sözünün işareti belirginleşiyor: "İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız." Ayrıca yüce Allah'ın peygamberine verdiği güvence de bu işarete uymaktadır: "Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak." Ancak bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu dine ve müminlere karşı girişilen savaşta O'nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir topluluğun var olmasını gerektirmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 16
130. Ey cin ve insan toplulukları! İçinizden ayetlerimi tam olarak anlatıp bugüne varacağınız hakkında sizi uyaran elçiler gelmedi mi?" Onlar, “Kendi aleyhimize şahitlik ederiz" diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmıştı. Orada kendi kâfirliklerine kendileri şahitlik edecektir.[*]

Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve tescil etmek amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah, dünya hayatındaki durumlarını biliyordu. Bu soruya karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu cezayı hak ettiklerini belirtiyorlar.

Hitap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de yöneliktir. Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi, cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir? İnsanlara görünmeyen bu yaratıkların durumunu ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin, peygamberlere indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları uyardıkları şeklinde yorumlanabilir. Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında Kur'an'da anlatılanlar gibi.

"Kur'an'ı dinleyecek cinlerden birtakımını sana yöneltmiştik. Onlar Kur'an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine; "susun" dediler. Kur'an'ın okunması bitince, herbiri birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler." "Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik." "Ey kavmimiz, Allah'a çağırana uyun ve O'na inanın, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun." "Allah'a çağıran kişiye uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklıktadırlar." (Ahkaf Suresi: 29-32)

Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla birlikte cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla beraber konu yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini kurcalamanın hiçbir yararı söz konusu değildir.

Her neyse... Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar, sorunun bu kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme, aynı zamanda azarlama ve tehdit etme amacına yönelik olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine her şeyi itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi aleyhlerine tescil ediyorlar:

"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler."

Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve şöyle diyor:

"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."

Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları aldatmış, gurur onları küfre sürüklemiştir. Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine şahitlik ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı yoktur. İnsanın kendisini böylesine sıkıntılı bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç olabilir mi? Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi, savunma amacıyla tek söz söylememesi...

Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği seyredilen olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı uzak mazi gibi gösterirken Kur'an'ın başvurduğu eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.

Kur'an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur'an, kıyamet sahnesini hazır ve yakın bir olgu olarak sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak gözler önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü gerçekleşeceğini unutup olduğu gibi karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur'an uzak tarihten söz eder gibi dünyadan söz ediyor.

"Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."

Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden biridir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

131. Çünkü senin Rabbin, ahalisi ayetlerimizden habersizken, haksız yere kentleri helak etmez.[*]

Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti, peygamberler göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından dolayı onları sorumlu tutmamayı gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği gerçek Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar sapıtabilir- ve kendilerine bahşettiği akıl ve kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı altında akıl yoldan çıkabilir- ve apaçık evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini göremez hale gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış tozlardan silkelemek, insan aklını sapmaktan kurtarmak, bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma görevi peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir.

Azaplandırma da duyuru ve uyarıdan sonra meydana gelen yalanlama ve kâfir olmaya bağlı kılınmıştır. Bu gerçek, yüce Allah'ın insana yönelik rahmetini ve lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan oluşan insanın algılama organlarının değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca dayanmadıkları ve dine bağlı olmadıkları sürece bu organların kendi başlarına sapıklıktan korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve arzuların baskısına dayanamayacaklarını belirtmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

132. Herkesin, yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.[*]

Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı dereceler... Şeytanların da dereceleri var; birbirinden aşağı dereceler... Tümü de yaptıklarının karşılığıdır. Yapılan her şey saklı tutulmaktadır, hiçbir şey kaybolmaz:

"Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir."

Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara ihtiyacı yoktur. İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem dünyada hem de ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı şekilde, isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok edebildiği ve yerlerine başka bir nesil getirebildiği halde, onları oldukları gibi bırakması da yüce Allah'ın rahmetinin belirtisidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

133. Rabbin Ganî'dir; sınırsız zengindir, Rahîm'dir; bol ikram sahibidir. Gerek görürse sizi yok eder, sizden sonra yerinize, istediği kimseleri geçirir. Nitekim sizi de bir başka topluluğun soyundan oluşturup geliştirmiştir.
134. Şüphesiz size va’dedilen şeyler mutlaka gelecektir. Siz bunun önüne geçemezsiniz.[*]

Siz Allah'ın elinde ve kontrolündesiniz. O'nun iradesinin ve takdirinin mahkûmusunuz. Başıboş ya da serbest değilsiniz. Az önce bir sahnesini seyrettiğiniz toplanma günü bu andan itibaren sizi beklemektedir. Bugünün geleceğinden hiçbir kuşkuya yer yoktur. O günden kaçmanız mümkün değildir. Son derece güçlü ve kuvvetli olan Allah'ın iradesinin önüne geçemezsiniz. (Seyyid Kutub Tefsiri)

135. De ki: “Ey Halkım! Elinizden ne geliyorsa yapın. Ben de yapacağım. Sonunda bu yurt (Mekke) kimin olacak, öğreneceksiniz. Şu bir gerçek ki yanlışlar içinde olanlar umduklarına kavuşamazlar.”
136. Allah'ın yaratıp yetiştirdiği ekin ve en’amdan (koyun, keçi, sığır, deve) Allah’a bir pay ayırır, kendilerince “Bu Allah’ındır, şu da ona ortak saydıklarımızındır" derler. Onlara göre Allah’a ortak saydıklarının payı Allah'ın payına katılmaz ama Allah’ın payı ona ortak saydıklarının payına katılır. Vardıkları karar ne kötüdür![*]

Rivayet edildiğine göre Arap müşrikleri ekip diktikleri ekinlerden ve yetiştirdikleri deve, sığır, koyun, keçi hayvanlarından bazı şeyleri kendi fikirlerince Allah için, bazı şeyleri de diğer ilâhları adına tayin eder, ayırırlar ve bir şahsın gelirlerinden böyle iki çeşit masraf çıkardı. Allah için dediklerini misafire ve fakirlere, diğer ilâhları için ayırdıklarını da onların masraflarına ve huzurlarında yapılacak âyine, kesilecek kurbanlara hizmetçi ücreti ve başka şeylere harcarlardı. Sonra bakarlar Allah için diye ayırdıkları iyi çıkar, yetişip büyürse dönerler onu ilâhlarına tahsis ederler. Fakat ilâhları için ayırdıkları iyi çıkarsa, onu onlar adına bırakırlar. "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derler. Ve bu şekilde ilâhlarını Allah'a tercih ederler ve Allah için ayırdıklarını onlara sarfederler, fakat onlar için ayırdıklarını Allah için sarfetmezlerdi ki, işte bu âyetlerde Arap müşriklerinin akıl ve fikir kabul etmez cahillik ve sapıklıklarına, iktisadî ve sosyal hayatlarındaki perişanlıklarla ilgili bazı kötülükleri açıklanırken, önce bu âyet ile bu âdet ve mezhebe işaret olunarak, bunun amelî açıdan bütün kötülüklerin esası ve aslî sebebi olduğu gösterilmiştir .Bununla beraber âyetin ifade şekli iyice düşünüldüğü zaman anlaşılır ki, bu yalnız Arap müşriklerinin bu âdet ve mezhebini tasvir etmek değil, bütün müşrikliğin amelî bakımından milletleri yok yere masraflara soktuğu ve nasıl ekonomik hastalığa düçar edip, dînî, dünyevî perişanlıklarla akıbet zararına sürüklediğini göstermektedir. Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem ve Allah'ın hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah'ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarıda "Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu. Kısaca tevhidin ilk amelî neticesi her yaptığı masrafı yalnız Allah için yaptıran amelî bir ekonomidir. Şirke gelince, inanç açısından şirk, Allah'tan başka gizli veya açık tapacak tanrı, hükmüne uyulacak hakem tanımak demek olduğu için, bir müşrik hareketlerinde bazan Allah'ı da hesaba katmak his ve ihtiyacından uzak kalamamakla beraber, çoğunlukla kendisine daha yakından etkili saydığı diğer tanrıları, ortakları adına yürür ve bunun için kazancında Hakk'ın hükmüne aykırı emeller takibettiği gibi, harcamasında da zararlı, haksız ve beyhûde olarak o ilâhları adına birtakım vergilere ve masraflara mahkum olur. Ve artık onun bütçesinde iki masraf vardır: Birisi Hakk'ın varlığının zatî varlığından dolayı, sırf kendi şahsi duygusuyla ihtiyaç hissettiği cüz'î bir hak ve hayır masrafı; birisi de şirk hükmünün yüklediği beyhude, boş ve hayırsız sırf tüketim olan masraftır ki, memleketleri yıkan, milletleri ezip harab eden hayatî ve ahlâkî krizlerin, sosyal ıztırapların en önemli sebeplerinden biri olan kriz ve ekonomik sefaletin sebebi özellikle bu masraftır. Bu, o masraftır ki, hiçbiri Allah için olmaz, boşuna tüketimden, sayılmaktan başka bir şey ifade etmez. Tersine Allah için ayrılan kazançları da kendine çeker, sarfına veya güzel sarf edilmesine engel olur. Ve artık bu durumda bulunanların hiçbir hayırları olmaz. Bütün işleri ve bütün kazançları şeytanlar uğruna boşu boşuna telef olur gider. Ve işte "Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır" kavramı, bütün şirkin bu kötü sonucuna işaret etmekte ve hatırlatmaktadır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

137. Allah’a ortak saydıkları, onları hem geriletmek hem de dinlerini bulandırmak için müşriklerin çoğuna -tıpkı bunun gibi- çocuklarını öldürmeyi de güzel göstermiştir[1*]. Tercihi Allah yapsaydı[2*] bunu yapamazlardı. Öyleyse onları, iftiralarıyla baş başa bırak.

[1*] Bunu yapanlar onların ilah sayıp Allah’a ortak bildikleri varlıklar değil, o varlıkları temsil ettiğine inanılan kişilerdir.

[2*] Bkz. En’am 6/107 ve dipnotları. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

138. Kendilerince: “Şu en’am ve ekinler kutsaldır, bizim belirlediklerimiz dışında kimse onlardan yiyemez; şu en’ama da yük yüklemek ve binmek haram kılınmıştır” derler. Bir kısım en’am da var ki onları (kasten) Allah’ın adını anmadan keserler. Bunları, Allah’a mâl ederek yaparlar. Allah onlara, bu iftiralarının cezasını verecektir.[*]

Bunlar bu şekilde birtakım hükümler uydurarak bir de dediler ki: şunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir, bunları bizim dilediklerimizden başka kimse yiyemez. Bu sırf kendi zanlarıncadır. Çünkü onlardan kendilerinin dilemediği nice kimseler yer ve diledikleri nice kimseler de yiyemez. Gerek yaratılışa ve gerek kanun koymaya hâkim olan irade, onların değil, Allah'ındır. Onlar ise bu hükmü verirken Allah tarafından hiçbir delil ve hüccete dayanmış değil, yalnız kendi kanaatlerince böyle söylemişlerdir. Şunlar da dediler, birtakım hayvanlardır ki, sırtları haram edilmiştir: Binilmesi, yük yükletilmesi ve her hangi bir şekilde kullanılma ve faydalanılması haramdır. Yani beş nesil doğuran deve, putlara adanan deve, soyundan on döl alınan devedir. (Bak. Mâide, 5/103. âyet) Şunlar da diğer bir hayvanlardır, dediler ki, bunlar üzerlerine Allah'ın ismini anmazlar. Putları adına keserler veya üzerinde hacca gitmez, "lebbeyk Allahümme" demezlerdi. Hep bu hükümleri, bu taksimi Allah'a iftira ederek uydurdular. Yapageldikleri, âdet edindikleri iftiralarıyla Allah onların cezalarını verecektir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

139. “Şu en’amın karınlarında olanlar yalnız erkeklerimiz içindir; eşlerimize haram kılınmıştır” derler. Ama karnındaki ölmüşse onların hepsi ortak olur. Allah, onların bu nitelemelerinin cezasını verecektir.[*] O Hakîm'dir; doğru kararlar verir ve Alîm'dir; her şeyi bilir.

Şirk ve putperestlik sapıklığından, helâl ve haram kılma yetkisini erkeklere bırakmaktan kaynaklanan düşünce ve uygulama kuruntularının içinde bocalıyorlardı. Bununla beraber erkeklerin koyduğu bu hükümlerin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu asılsız kuruntular içinde yüzüyor ve bazı hayvanların karnındaki yavrular için -belki de bunlar Bahire, Saibe ve Vesile dedikleri hayvanlardır- bunlar doğdukları zaman erkeklere özgüdürler, kadınlara haramdırlar derlerdi. Ancak yavru ölü doğacak olursa `kadın, erkek ortakdır' derlerdi. İşte böyle, hiçbir sebep, hiçbir kanıt, hiçbir neden olmaksızın... Sadece birtakım kuruntulara bulaşmış, karmaşık bir din edindikleri erkeklerin keyfi arzuları...

Kur'an'ın akışında bu hükümleri koyanlara, Allah'a iftira ederek bu hükümleri Allah koymuştur diyenlere yönelik tehdit dolu bir değerlendirme yer alıyor:

"Allah bu yakıştırmalarının cezasını verecektir."

"Hiç kuşkusuz O hikmet sahibidir ve her şeyi bilir."

Durumların içerdiği gerçekleri bilir ve bir hikmete göre uygulamada bulunur, cahil müşriklerinki gibi değil.

İnsan hayret ediyor, Kur'an'ın akışıyla birlikte yaşanan bu sapıklıkları, bunların taraftarlarına yüklediği ağırlıkları, tahribat ve fedakârlıkları gördükçe... Allah'ın şeriatından ve O'nun hayat sisteminden sapmanın doğurduğu ve doğru yoldan sapanlara yüklediği yükümlülüklere, sapıkların uyduğu hurafe, anlaşılmaz duygular ve kuruntuların ağırlığına, toplum ve vicdanda yer eden bozuk inancın insanlara vurduğu kayıtlara baktıkça dehşete düşüyor. Evet insan, sapık inancın hayatı bir bunalım, bir sıkıntı ortamına dönüştürmesinin sadece keyfi arzulara, çeşitli kuruntulara ve körü körüne uyulan geleneklere göre hareket eder duruma getirmesinin yanında ciğerlerinin köküne kadar insanlara ağır yükümlülükler yüklemesi karşısında hayrete düşüyor. Oysa karşılarında son derece sade ve açık tevhid inancı duruyor. Bu inanç, insan vicdanı, asılsız kuruntulardan ve efsanelerden kurtarır. İnsan aklını kör taklitçiliğin tutsağı olmaktan, insan topluluklarını cahiliye düzeni ve yükümlülüklerden, insanı -gerek koydukları kanunlar noktasında, gerekse belirledikleri değer yargıları ve ölçüler noktasında- kullara kul olmaktan kurtarır. Tüm bunların yerine son derece açık, anlaşılır ve sınırları belirlenmiş bir inanç, net, kolay ve huzur verici bir düşünce, varlık bütünü ve hayat gerçekleri konusunda eksiksiz ve derin bir bakış açısı, kullara kul olmaktan kurtuluşu, tek başına Allah'a kul olma makamına yükselişi yerleştirir. Adı geçen bu makamın doruklarına sadece peygamberler -selâm üzerlerine olsun- ulaşır.

Dikkat edin, insanlık Allah'ın doğru yolundan saptığı, kokuşmuş cahiliye bataklığına daldığı ve kendileri de birer kul olan sahte Rabblerin aşağılayıcı kulluğuna döndüğü zaman, ahiretten önce daha bu dünyadayken büyük bir felâket, dayanılmaz bir yıkım yaşayacaktır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

140. Çocuklarını bir bilgiye dayanmadan akılsızca öldürenler ve Allah'ın rızık olarak verdiğini, Allah'a iftira ederek haram sayanlar kesin olarak kaybetmişlerdir. Onlar sapıtmıştır; doğru yolda değillerdir.[*]

Kesin bir hüsrana uğramışlar. Hem dünyada, hem de ahirette zarar etmişlerdir. Kişilikleri ve çocukları açısından büyük hasar görmüşlerdir. Akıllarını ve ruhlarını heder etmişlerdir. Ondan başkasına kul olmaktan kurtarmakla yüce Allah'ın kendilerine verdiği üstünlüğü, kulların hakimiyetine teslim olmak suretiyle kulların Rabblığına kendilerini teslim ettikleri zaman kaybetmişlerdir. Bütün bunlardan önce inancı kaybetmekle doğru yolu kaçırmışlardır. Büyük bir zarara uğramışlar, artık doğru yolu bulmalarına imkân kalmayacak şekilde sapıtmışlardır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 17
141. Asmalı ve asmasız (üzüm) bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde yaratan O’dur.[*] Her biri meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de hakkını (zekat ve sadakasını) verin; ama israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.

Yeryüzünde hayatı yaygınlaştıran, bu şekilde türlere ayıran ve insanın yeryüzündeki hayatını gereklerine uygun kılan yüce Allah'dır. O halde bunca kanıta ve gerçeğe karşın, insanlar nasıl olur da gidip ekinler, hayvanlar ve mallar konusunda Allah'dan başkasının hükmüne başvurabiliyorlar?

Kur'an'ın ifade yöntemi, insanların hayatı üzerindeki hakimiyet noktasında yüce Allah'ın birlenmesinin zorunluluğuna bir kanıt olması için tek başına yüce Allah'ın insanlara bahşettiği rızık gerçeğini sık sık gözler önüne sermektedir. Çünkü tek başına yaratan, yarattıklarının rızkını veren ve onları koruyan kimse, tartışmasız olarak Rabblığın, hakimiyetin ve otoritenin O'na ait olması gerekendir:

Burada ayetlerin akışı ekin, meyve verme, hayvanlar ve bu vesileyle Allah'ın nimetlerinin oluşturduğu sahneler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Daha önce ilâhlık sorunu tartışılırken, üzerinde yoğunlaştığı bu etkenleri şimdi de hakimiyet sorununda kullanmaktadır. Böylece İslâm inancında ilâhlık ve hakimiyet sorunlarının aslında aynı şey oldukları gerçeğine işaret etmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

142. (Allah) En’amın bazısını yük ve insan taşıması için, bazısını da sırf eti, derisi ve yünü için oluşturup geliştirmiştir. Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin. Şeytanın izinden gitmeyin; o sizin için açık bir düşmandır.
143. (En’amı) Sekiz eş olarak oluşturup geliştirmiştir; koyundan iki, keçiden iki. De ki: “Allah iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa dişilerin rahimlerindeki yavruları mı haram kıldı? İddianızda haklıysanız bana bir bilgi getirin."
144. Deveden iki, sığırdan iki. De ki: “İki erkeği mi, iki dişiyi mi, ya da dişilerin rahimlerindeki yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah’ın size böyle bir görev yüklediğine şahit mi oldunuz?" İnsanları saptırmak amacıyla, bir bilgiye dayanmadan, bir yalanı Allah'a mâl edenden daha büyük yanlış yapan kişi kimdir? Allah yanlışlar içinde kalan bir topluluğu yola getirmez."[*]

Tartışma konusu yapılan ve geçen ayette Allah tarafından yaratıldıklarına işaret edilen bu hayvanlar sekiz çifttir. - Eşinin yanında dişi, erkek herbiri çift sözcüğüyle ifade edilmektedir- Bir çifti koyun bir çifti de keçidir. Peki bunlardan hangisini yüce Allah insana haram kılmıştır? Yoksa O, analarının karnındaki yavruları mı haram kılmıştır?

"Eğer doğru söylüyorsanız bana bilimsel bir açıklama yapınız?"

Çünkü bu tür konularda zan ile fetva verilmez. Tahminler sonucu bir yargıya varılmaz. Bilinen bir yetkiye dayanmadan hüküm koyulmaz.

Çiftlerin geri kalanı, erkek ve dişi deve, erkek ve sığırdır. Peki bunların hangisi haramdır? Allah bunların yavrularını mı insanlara haram kılmıştır? Ve nereden kaynaklanmaktadır bu haram kılma?

"Yoksa Allah'ın size bu direktifi verdiğinin somut tanıkları mısınız?"

Böylece hazır bulundunuz ve özellikle bu haram kılma olayına ilişkin yüce Allah'ın size yönelik direktifine tanık mı oldunuz? Çünkü Allah'dan kesin bir emir olmadıkça bir şeyi haram kılma söz konusu olamaz. Bunun ötesi yorum ve sanıya uymaktan başka bîr şey değildir.

Böylece kanun koyma yetkisi tümden tek bir kaynağa özgü kılınmaktadır. Onlar kendi koydukları hükümlerin Allah tarafından konulduğunu ileri sürüyorlardı. Bu nedenle sakındırma ve tehditle bu iddiaları geri çeviriliyor:

"Körü-körüne insanları yoldan çıkarmak amacı ile Allah'a iftira eden, Allah adına yalan uyduran kimseden daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz Allah zalimleri doğru yola iletmez."

O'nun izni olmadan Allah'a bir hüküm dayandıran, sonra da bu Allah'ın hükmüdür diyen birinden daha zalim biri bulunamaz. Çünkü O, bilgisizce insanları saptırmayı amaçlamaktadır. Onları hidayetle zan arasında şaşkın bırakmaktadır. Bunları yüce Allah doğru yola iletmeyecektir. Çünkü doğru yola götüren sebeplerle bağları koparmışlardır. Kendilerine hiçbir yetki verilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri doğru yola iletmez.

Şu anda müşriklerin inançlarındaki, düşünce ve uygulamalarındaki gevşeklik, saçmalık ve gülünçlük olanca çıplaklığıyla ortaya çıkmış oldu. Bu düşünce ve uygulamalarının bir bilgiye, bir belgeye ve bir temele dayanmadığı ortadadır. Daha önce gerek kendi kendilerine, gerekse şeytanlarının ve ortak koştukları tanrılarının telkiniyle haklarında birtakım uygulamalarda bulundukları ekin ve hayvanların var edilmesi gerçeğine döndürülmüşlerdi. Bu ekinleri ve hayvanları kendileri için var eden şeytanlar veya sahte tanrılar değildir. Tersine bunları kendileri için yaratan yüce Allah'dır. Bu yüzden yarattığı, rızıklarını verdiği şeyler ve bağışladığı mal ve kullar üzerindeki hakimiyet tek başına O'na ait olmalıdır. Şimdi de onlara bütün bunlarda yüce Allah'ın haram kıldığı şeyler açıklanmaktadır. Yüce Allah'ın bir belgeye ve vahye göre gerçekten haram kıldığı şeyler açıklanmaktadır, zan ve kuruntuya göre değil. Allah tek başına meşru egemenlik sahibidir. Bir şey haram kıldığında o, haramdır. Helâl kıldığı şey de helâldir. Bir insanın müdahalesi ya da ortaklığı söz konusu değildir. Hakimiyet ve kanun koyma yetkisinden dolayı sorgulanmaz yüce Allah. Bu münasebetle yüce Allah'ın özellikle yahudilere haram kıldığı ancak müslümanlara helâl kıldığı şeyler de hatırlatılmaktadır. Bu özel haram kılma, zulümleri ve Allah'ın hükmünden uzaklaşmaları nedeniyle bir ceza olarak yahudiler için belirlenmişti: (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 18
145. De ki: “Bana gelen vahiyde yiyen kişiye, şunlardan başka yemesi haram kılınmış bir şey bulamıyorum: Ölü (leş), akmış kan[1*], domuz eti ki bir pisliktir ya da üzerine Allah'tan başkasının adı anılarak kesildiği için fısk[2*] olan hayvan. Kim çaresiz kalır da birinin hakkına saldırmadan ve ihtiyaç sınırını da aşmadan bunlardan yerse şüphesiz Rabbin Gafrûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

[1*] Bu ayete göre sadece akmış kan haramdır, damarlarda kalan kan haram değildir.

[2*] Allah’tan başkası adına kesildiği, net olarak bilinmedikçe, Müslüman olmayanların kestiği veya besmelesiz kesilen hayvanın eti haram değildir. Aksini gösteren ne bir ayet ne de hadis vardır (En’am 6/121). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

146. Yahudilere (sığır ve davar hariç) tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık[1*]. Sığır ve davarların da sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlar ile kemiklerine karışanlar hariç iç yağlarını haram kıldık[2*]. Bu, (batıl Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.

[1*] Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. [Levililer, 11:1–3; Tesniye, 14:6.] Bu kurala göre sığır, koyun, keçi, geyik, ceylan, karaca, yaban keçisi, gazal, ahu, dağ koyunu gibi hayvanları yemek helal [Tesniye, 14:4–5.], geviş getirmelerine rağmen çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile çatal tırnaklı olmasına rağmen geviş getirmeyen domuz haramdır. [Levililer, 11:4–8; Tesniye, 14:7–8.] Yine karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri (keler ve kaplumbağa), kirpi, bukalemun, bütün kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da yasaklanmıştır. [Levililer, 11:29–31]

[2*] Ayette “bakar (بقر)” yani sığır cinsi hayvanlarla “ğanem (غنم)” yani koyun-keçi cinsi hayvanların iç yağlarının da haram kılındığının belirtilmesi, buna mukabil deveden hiç bahsedilmemesi, devenin Yahudilere mutlak manada haram kılındığının delilidir. Yukarıda 143 ve 144. ayetlerde dişili erkekli koyun, keçi, sığır ve deve cinsi hayvanlar - ki bunlara en’âm denir- zikredilip bu ayette (146. ayet) üçünden bahsedilip sadece deveden bahsedilmemesi, devenin bir bütün olarak haram kılındığını işaret eder. Bu ayet, Tevrat’ta geçen, Yahudilere özel yasağın Kur’an ile tasdik edildiğini göstermektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

147. Ve eğer senin yalan söylediğini iddia ederlerse onlara de ki: "Rabbinizin rahmeti sonsuzdur; ama günaha batmış insanları cezalandırması da kaçınılmazdır."
148. Şirke düşenler / Allah’ı ikinci sıraya koyanlar diyecekler ki “Allah farklı bir tercihte bulunsaydı[1*] biz de atalarımız da şirke düşmez, hiçbir şeyi de haram saymazdık.” Onlardan öncekiler de bu şekilde yalana sarıldılar[2*] ve sonunda baskınımızı tattılar. De ki “Yanınızda (bu tercihi Allah’ın yaptığına dair) bir bilgi mi var ki karşımıza çıkarabilesiniz. Siz sadece zanna uyuyorsunuz; siz sadece atıyorsunuz.”

[1*] Şae fiilinin, cümlenin akışından anlaşılan bir mefulü olur. Buradaki mef’ul “başka bir durumda olmamızı” şeklindedir. Meale ‘farklı’ kelimesini koymamız bu anlamı göstermek içindir.

[2*] Bu yalan, insanların iradeli varlıklar olmadığı, Allah neyi emrettiyse onu robot gibi yaptıkları yalanıdır. Bu tip insanlar, yaptıkları hataları Allah’a mal etmek için her şeyin ezelden yazılı olduğu, Allah’ın zaman ve mekana tabi olmadığı gibi bir takım iftiralar üreterek bambaşka bir din sistemi oluşturmaya çalışırlar. Bu iddiaların temelinde kendi kabahatini Allah’a yükleme amacı yatar. Oysa Kasas 28/68’e göre insanların ve meleklerin tercih hakkı vardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

149. De ki: “Kesin delil Allah’ın delilidir. Tercihi (size bırakmayıp) Allah yapsaydı[*] elbette hepinizi yola getirirdi.”

Kur’an’da olmayan kader inancını İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak (şâe = شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş, bu yanlış anlamı, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Yukarıdaki ayete de şu meali vermişlerdir:

“De ki: Kesin delil ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi” Bunu yapanlar Kur’an’ı, çelişkili bir kitap gibi göstermeyi de başarmışlardır. Ayette geçen (şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz En’am 6/35. ayetin dipnotu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

150. Şunu da söyle: "Allah şunu haram etmiştir diye tanıklık edip duran şahitlerinizi getirin." Eğer tanıklık ederlerse sakın onlarla birlikte tanıklık etme! Ayetlerimizi yalanlayanlarla âhirete inanmayanların keyifleri ardınca gitme! Onlar, kendi Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.[*]

Bu dehşet verici bir karşılamadır, aynı zamanda net bir karşılamadır. Bu dinin tabiatına ilişkin gerçeği de gizli değildir. Bu din, açıktan açığa Allah'la birlikte başka tanrılar edinmekle işlenen şirkle, koydukları hükümlerin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürmelerine bakmadan Allah'ın izin vermediği konularda hakimiyet ve kanun koyma hakkını insanlara vermekle somutlaşan şirki bir saymaktadır. Böyle bir davranışta bulunanların Allah'ın ayetlerini yalanladıklarını, ahirete inanmadıklarını, rabblerine bazılarını denk tuttuklarını, yani kendisine denk saydıkları eşler koştuklarını son derece kesin bir ifadeyle dile getirmektedir. Bu ifade, kâfirlerin niteliklerine ilişkin surenin ilk ayetinde kullanılan ifadenin aynısıdır:

Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yoktan var eden Allah'a mahsustur. Durum böyleyken kâfirler, bunları Rabblerine denk tutuyorlar. (En'am Suresi: 1)

Hakimiyet yetkisini gasbedenlere ve insanlar için kanunlar koymaya yeltenenlere -hükmettikleri şeylerin Allah'ın hükmü olduğunu ileri sürmelerine bakmadan- ilişkin Allah'ın hükmü budur. Artık bu oldukça önemli soruna ilişkin Allah'ın hükmünden sonra herhangi bir kimsenin görüş bildirme hakkı yoktur.

Yüce Allah'ın niçin böyle bir hüküm verdiğini, onları neden ayetlerini yalanlayan, ahiret gününe inanmayan, başkalarını Rabblerine denk tutan müşrikler saydığını anlamak istersek, bunu yapabiliriz. Çünkü Allah'ın şeriatının ve hükmünün gerisindeki hikmeti düşünmek müslümandan istenen bir şeydir.

Yüce Allah, kendi kendilerine insanlar için kanunlar koyanlar bu kanunlar Allah'ın şeriatına dayanmaktadır deseler de -hakkında Allah'ın ayetlerini yalanlayan hükmünü vermektedir. Çünkü O'nun bütün ayetleri- şayet evrensel ayetler kastediliyorsa- O'nun yaratıcı, yarattıklarının rızkını veren, aynı zamanda bir olduğuna tanıklık etmektedir. Yaratan, yarattıklarının rızkını veren, onların sahibidir de. O halde sadece O, hayatları üzerinde tasarrufta bulunup onlar için hükümler koyabilir. Kim O'nu hakimiyette birlemezse, O'nun ayetlerini yalanlamış demektir. Şayet Kur'an ayetleri kastediliyorsa; yüce Allah'ın, insanların pratik hayatları üzerindeki hakimiyet noktasında birlenmesinin, sadece O'nun şeriatının kanun edinilmesinin, uygulanan kanun ve egemen hüküm açısından insanların tek başına O'na kulluk yapmalarının zorunluluğuna ilişkin ayetler kesin, açık ve nettirler.

Aynı şekilde yüce Allah, onların ahiret gününe inanmadıklarına hükmetmiştir. Çünkü ahiret gününe inanan birinin, kıyamet günü yüce Rabbiyle buluşacağına iman eden kimsenin, Allah'ın ilâhlığına tecavüz etmesi ve yüce Allah'ın ortaksız olduğu bir yetkiyi kendisi için iddia etmesi mümkün değildir. Bu yetki, insan hayatının üzerindeki mutlak hakimiyettir. Bu hakimiyet O'nun ezeli yargısında, kaderinde, şeriat ve hükmünde somutlaşmıştır.

En sonunda onların, Rabblerine kimilerini denk tuttukları hükmü verilmiştir. Yani kâfirlerin niteliği olan şirkle itham edilmişlerdir. Çünkü onlar Allah'ı birleyen kimseler olmuş olsalardı, O'nun ortaksız ve bir olduğu hakimiyet yetkisinde bazılarını O'na ortak koşmazlardı. Ya da bir kulun böyle bir iddiada bulunmasını ve böyle bir şeye kalkışmasını hoşnutlukla kabul etmezlerdi.

Bizim gördüğümüz kadarıyla, hakimiyet yetkisini ele geçiren ve Allah'ın izin vermediği konularda insanlar için kanunlar koyanlar hakkında, Allah'ın ayetlerini yalanlama, ahiret gününe inanmama ve küfrün belirtisi olan Allah'a ortak koşma hükmünün verilmiş olmasının hikmeti budur. Fakat "hükmün" kendisine gelince; "müslüman" birinin bu konuda tartışmaya girmesi mümkün değildir. Bu konuda peşinde yorum yapılmayacak kesin söz söylenmiştir. O halde her "müslüman" her şeye gücü yeten, güçlü ve hikmet sahibi Allah'ın ayetleri karşısında nasıl bir tavır takınacağına baksın. (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 19
151. De ki: "Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben okuyup açıklayayım: O’na hiçbir şeyi ortak yapmayın,[*] anneye babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü sizin de onların da rızkını veren Biz’iz. Kötülüklerin, fuhşiyatın açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah’ın muhterem Saygıdeğer, sayılan. kıldığı cana haksız yere kıymayın. İşte aklınızı kullanırsınız diye Allah size bunları emrediyor.

Tanıklık yapmaya yönelik çağrıdan ve müşriklerin kendi kendilerine belirledikleri yasakların reddedilmesinden sonra, yüce Allah'ın gerçekten belirlediği haramları içeren bir açıklama sunulmaktadır onlara. Yüce Allah'ın haram kıldığı şeylerin yanında, haram kılınmış bir karşılığı bulunan bazı yapıcı yükümlülükleri de bulacağız. Yasaklar, ilk haram kılınan şeyle, yani Allah'a ortak koşma olayıyla başlıyor. Çünkü ilk belirlenmesi gereken kural budur. Teslim olup, müslüman olacak için bilinmesi gerekli olan diğer haram ve yasaklar bu temel kurala dayandırılır.

De ki; Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını anlatayım, sizin kendi kendinize O'nun haram kıldığını ileri sürdüklerinizi değil. Bunları size "Rabbiniz" haram kılmıştır. Rabblık yetkisi sadece O'na aittir çünkü. -Rabblık, otorite, eğitme, direktif verme ve egemen olmak demektir- O halde bu yetki O'na özgüdür, O'nun otoritesinin kapsamındadır. Çünkü haram kılan kim ise "Rabb" O'dur. Oysa Rabb olması gereken sadece Allah'dır:

"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."

İnanç yapısının dayanmak zorunda olduğu, yükümlülük ve farzların dönük olduğu, hak ve sorumlulukların kaynaklandığı temel... Emir ve yasaklara, yükümlülük ve farzlara, düzen ve sistemlere, kanun ve hükümlere girmeden önce yerleştirilmesi gereken temel... Öncelikle insanlar, inanç noktasında sadece O'nun ilahlığını kabul ettikleri gibi hayatları üzerinde de sadece Allah'ın Rabblığını tanımalıdırlar. İlahlığında O'na hiç kimseyi ortak koşmamalıdırlar. Aynı şekilde Rabblığında da hiç kimseyi ortak koşmamalıdırlar. Sebepler ve takdirler dünyasında şu evrenin işlerinde tek başına O'nun tasarrufta bulunduğunu kabul etmelidirler. Kıyamet günü, hesaplaşma ve cezalandırılmaları konusunda sadece O'nun tasarrufta bulunacağını, aynı şekilde hüküm ve şeriat aleminde kulların tüm işlerinde tasarruf hakkının O'nda olduğunu kabul etmelidirler.

Bu kabullenme, vicdanı şirk pasından, aklı hurafelerin tozundan, toplumu cahiliyenin geleneklerinden, hayatı kulların kullara kulluğundan temizler, arındırır.

Her çeşidiyle şirk, ilk etapta yasaklanır, çünkü, diğer tüm haramlar ondan kaynaklanır. En yoğun biçimde karşı çıkılması, reddedilmesi gereken kötülük şirktir. Ta ki, insanlar, Allah'dan başka ilâhlarının olmadığını, O'nun dışında kendileri için bir Rabb, O'ndan başka bir hükmedici ve kanun koyucu olmadığını bilip kulluk davranışlarıyla O'ndan başkasına yönelmesinler.

Mutlak şekliyle tevhid, başta gelen temeldir. İbadet, ahlâk ve davranışlardan hiçbiri O'nun yerini tutamaz. Bu nedenle direktifler öncelikle bu temel ilkenin belirlenmesiyle başlamaktadır:

"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."

Sıralanan direktiflerin hemen başında yasaklanan şirkle neyin kastedildiğini öğrenmemiz için bu direktiflerin öncesine bir göz atmamız gerekmektedir. Ayetlerin akışı bütünüyle belli bir sorun üzerinde odaklaşmaktadır. Kanun koyma ve uygulama yetkisini elinde bulundurma sorunu... (Seyyid Kutub Tefsiri)

152. Ergin hale gelinceye kadar yetimin malına yaklaşmayın, onun için en yararlı bir yolla olursa başka. Ölçüyü ve tartıyı hassas olarak tam yapın. Biz kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemeyiz. En yakınınızın aleyhine de olsa, konuştuğunuzda adaletli olun. Allah'a verdiğiniz sözü tam olarak yerine getirin. Onun size yüklediği görev budur. Belki aklınızdaki bilgiyi kullanırsınız.
153. İşte benim doğru yolum budur; siz onu takip edin! Başka yolları takip etmeyin, yoksa o yollar sizi benim yolumdan ayırır. Bunlar size yüklediğim görevlerdir. Belki yanlışlardan sakınırsınız.
154. Zaten Musa'ya o kitabı; iyi davranana iyiliklerimizi tamamlasın, her şeyi açıklasın, bir rehber ve bir ikram olsun diye vermiştik. Belki Rablerinin huzuruna varacaklarına inanırlar.
BÖLÜM 20
155. Bu da bizim indirdiğimiz bir kitaptır. Kutsal ve bereketli. Artık ona uyun ve sakının ki size rahmet edebilsin.
156. Aksi takdirde "Kitap bizden önceki iki topluluğa indirildi. Biz onların okuduklarından habersiz kaldık" derdiniz.[*]

İşte bu da, bu Kur'ân da büyük bir Kitaptır. Bir Kitap ki, onu biz indirdik. Bir Kitap ki, mübarek, feyz ve bereketine sınır yoktur. Şu halde buna uyun ve karşı gelmekten sakının ki rahmetimize erebilesiniz. Biz bunu indirdik ki Kitab ancak bizden önceki iki topluma -yahudi ve hıristiyanlara- indirildi. Ve şüphesiz biz onların öğretiminden kesinlikle habersizdik; o kitabın anlattığı bilgi ve hükümlerden habersiz bulunuyorduk, demeyesiniz, kıyamette böyle özür beyan etmeyesiniz. Yani yukarda tavsiye edilen genel hükümleri bildiren Kitabın şu topluma veya bu topluma indirilmiş olması, o Kitabın sadece onlara ait olmasını ve hükümlerle yalnız onların yükümlü olmasını gerektirmez. Gerçi Kitabın inmesinden hiç haberi olmamak bir özür oluşturursa da, yahudilerin Tevrat'ında ve hıristiyanların İncil'inde olduğu gibi, bir defa iniş gerçeği duyulup yaygınlaştıktan sonra "Biz O kitabın dilini bilmiyoruz, okuyup anlayamayız ve konuları da her zaman bilmiyoruz" diye özür ileri sürmek de caiz olmaz. Bir Kitabın inişi duyulduktan sonra, her toplumun onu öğrenmesi ve genel hükümlerini bellemesi mümkündür. En azından o toplum içinde bazıları, onun dilini ve anlaşılması için gereken şartlarını, imkan ölçüsünde öğrenip, diğerlerine de sözlü veya yazılı olarak tebliğ edebilirler. Arap müşrikleri arasında da söz konusu hükümleri kapsayan semavî Kitaplardan bir veya iki Kitabın, daha önce iki topluma inmiş bulunduğu ve bu şekilde yahudi ve hıristiyanların Ehl-i Kitab oldukları biliniyordu; bununla beraber onlar, bunların genel hükümlerinden habersiz bulunuyordu. Bu habersizlik, onlar için aslında müşriklikte ısrar açısından bir özür olmamakla birlikte, okuyup yazmaları, mektep- medreseleri olmayan ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir toplum olduklarından dolayı, Arab müşriklerinin çoğunluğuna nisbetle, bu habersizlikte bir özür şüphesi bulunabilirdi. İşte herkese feyz ve bereket ve rahmetin genelleştirilmesi için indirilen Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesi, Kıyamet gününde, o haşr ve neşr, o ceza ve azab gününde, bu gibi özür ve bahanelere imkan bırakmamak ve kitabın hükümlerinin sadece indirildiği topluma has olmadığını, onun inmesi işitildikten sonra onu okuma ve okutmasıyla, öğretimiyle uğraşmayıp, hükümlerinden habersizliğin bir özür sayılmayacağını kesin bir şekilde anlatmak gibi bir hikmeti de taşımaktadır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

157. Ya da şöyle derdiniz: “O kitap bize indirilmiş olsaydı ona, onlardan daha iyi uyardık." İşte size Rabbinizden açık bir belge, bir rehber ve bir ikram geldi. Bundan sonra Allah'ın ayetleri karşısında yalana sarılan ve onlardan uzak duranlardan daha büyük yanlış yapan kişi kimdir? Ayetlerimizden uzak duranları, uzaklaşmalarına karşılık, kötü bir azap ile cezalandıracağız.
158. Onlar, kendilerine; meleklerin gelmesini, Rabb'inin gelmesini veya Rabb'inin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabb'inin âyetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, imanı fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyin, kuşkusuz biz de beklemekteyiz.”

Onlar başka bir şeye değil, ancak kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab meleklerinin gelmesine yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup "Melekler sıra sıra dizili olduğu halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr, 89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasına, veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten taş yağdır" (Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin" (İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş yağması veya göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyamet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmaya delalet eden ve kendilerini inanmaya mecbur edecek olan birtakım alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan birisi olmayınca iman etmezler. Fakat O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri gelecektir. Ondan önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o günkü imanı fayda vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün artık teklifin zamanı geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile kazanılması mümkün hiçbir hayır kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın açıkça görüldüğü böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez ve hiçbir fayda vermez. İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil, gayb ve gelecekle ilgili olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek için bir hayır kazanmağa imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce inanmalı ki, zararından kurtulmak için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin. Mesela "Bir gün gelecek ki, inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu günahkârların cezası verilecek; bir gün gelecek ki, alım satım olmayacak, dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse kimseden bir iyilik görmeyecek" denildiği zaman, "Öyle şey mi olur, hele bakalım, o gün gelsin de çaresine bakarız" deyip de inanmayan, inanıp da öyle bir güne yarar bir iyilik kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp, içine düştükleri zaman, ister istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan kendileri için hiçbir fayda olmaz, iş işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce Allah'ın iki türlü "âyetleri" vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları yokluklarında, yani gerçekleşmeden önce haber verip bildiren âyetler ve delillerdir ki, sonunda faydası olacak iman, bu âyetleri onaylayıp inanmaktır. Ahiret bununla kazanılır. Peygamber, Kitap, ilim bu âyetlerdendir; mümin ve kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce Allah'ın diğer bazı âyetleri de vardır ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye başladıklarını ve ilâhî kudretin halen tecellisini gösterirler ve önceki âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince hükmünü zorunlu olarak yerine getirir, inanmama ihtimali kalmaz, fakat inanmanın faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce haberi olup da inanan ve ona göre korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki âyetler türünden olan Kur'ân'ın bu âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki, bu ikinci kısım âyetler de bir gün olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri yalanlayan ve halkı doğru yoldan saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları görüp inanacaklar, fakat onlara olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanmayanlara o gün imanları hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde imanlarından kesin olarak yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve imanında hayır kazanmış olan, yani iman ile ameli salihi toplamış bulunanlardır. Bununla beraber, önce iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış olanlar, aynı şekilde sonraki imanın da olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş olanların imanlarının faydasız kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi cümlesine atfedilmiştir. Bu şekilde nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır kazanmak, bu ikisine tekrar ile müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün, ne imanın öne geçmesi, ne de imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan kimseye imanın faydası olmayacağını ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi (önceden iman edilmesi), hem imanda hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi bulunan o gün, Mu'tezile'nin dediği gibi imanı fayda etmez denemeyecektir. Aksine, mefhum-ı muhalifinden (zıt anlamından), bunların birisinin bile faydadan uzak olamayacağı anlaşılır. Zıt mânâ ile istidlâl (delil göstererek sonuç çıkarma) caiz olmadığına göre, bunlardan birinin faydası bu âyet ile ispat olunamazsa da bu âyet ile inkâr da edilemez. Bununla beraber diğer âyetlerde ve hadislerde bunlardan birinde de faydadan uzak olmayacağını gösteren delaletler yok değildir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

159. Dinlerini parça parça edip belli kişiler etrafında toplananlar var ya! Sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işleri Allah’a kalmıştır[*]. Daha sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bildirecektir.

Bu husus İncil’de şöyle geçer: "Akılsız tartışmalardan, soya ğacı didişmelerinden, Kutsal Yasa’yla ilgili çekişme ve kavgalardan sakın. Bunlar yararsız ve boş şeylerdir. Birinci ve ikinci uyarıdan sonra fırkacı (bölücü) kişiyle ilişkini kes. Böyle birinin sapmış olduğundan ve günah işlediğinden emin olabilirsin; o kendi kendini mahkûm etmiştir." (İncil, Titus 3:9-11) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

160. Kim Allah`ın huzuruna bir güzellik getirirse ona, getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülük getirirse, o sadece getirdiğinin dengi ile cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.
161. De ki: Rabbim, beni doğru yola iletti. Dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine. O, ortak koşanlardan değildi.
162. De ki; "benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm tüm varlıkların Rabbi olan Allah içindir.[*]

Bu, kalpteki her çarpıntıda, hayattaki her harekette, namazda, ibadette, hayatta, ölümde, kulluk davranışlarında, pratik hayatta, ölümde ve onun ötesinde eksiksiz bir şekilde Allah için her şeyden soyutlanmadır.

Bu, mutlak tevhitten ve eksiksiz kulluktan kaynaklanan bir tesbihtir. -Allah'ı eksikliklerden uzak saymadır? Namazı, ibadeti, dirimi ve ölümü birleştirip tek başına Allah'a özgü kılmadır. "Tüm varlıkların Rabbi olan Allah'a..." Alemlerin üzerinde eksiksiz otorite ve egemenlik sahibi, eğiten, yönlendiren ve hükmeden Allah'a... Tam bir teslimiyetle, gönülde ve hayatta Allah'dan başkasına kulluk eden bir şey bırakmadan..." Vicdanda ve realiteler dünyasında O'na kulluk yapmaktan başka bir şeye yer vermeden... "Bana böyle emredildi." Ben de duydum ve itaat ettim. Dolayısıyla "Ben müslümanların ilkiyim." (Seyyid Kutub Tefsiri)

163. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bu şekilde inanmakla ve O’na teslim olanların ilki olmakla emrolundum."
164. De ki: "O her şeyin Rabbi iken, şimdi ben Allah`tan başka bir Rab mi arayacağım? İnsanların işledikleri kötülükler yalnızca kendilerini bağlar; zira hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu taşımaz. Sonunda hepiniz Rabbinize döneceksiniz; işte o zaman O, ihtilafa düştüğünüz hakikatlerin içyüzünü size bildirecektir.[*]

-İnkârcıların Hz. Peygambere: "Ey Muhammed! Gel bizim dinimize dön, dünya ve ahiret ne istersen biz kefil oluruz" ve müminlere: "Geliniz, bizim yolumuza gidiniz, günahlarınız bizim boynumuza olsun" demelerine karşı de ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben O'ndan başka bir Rab mi isteyeceğim? Halbuki herkes hiçbir şey kazanmaz ki, sorumluluğu kendi üzerine olmasın hem vebal (günah) yüklenen hiçbir kimse diğerinin vebalini (günahını) çekmez. Yani ne günah yapmakta, ne de cezasını çekmekte vekalet (vekillik) cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker. Şu halde birinin diğerine "Sen şunu şöyle yap da günahı, cezası yalnız benim boynuma olsun" demesi yalandır. Günah yapan yaptığının cezasını çeker; öyle deyip yalan söyleyen, günaha teşvik eden de, bu yalanının, bu teşvik ve aldatmasının, bu kötü taahhüdünün cezasını çeker. Başkasının günahını yüklenmeyi üzerine alan bu yalancı müteahhid, kendi taahhüdünün cezasını çekmekle diğerini kurtaramaz. Şurası açıktır ki, böyle demek, günahın failinden başka kimseye zararı olmaz demek değildir. Ancak her fiil, fâiline (yapıcısına) nisbet olunur ve her günahın, ilgili olanlara ilgisi oranında alâkası bulunur, demektir. Sonra, siz ne kadar ihtilâf ederseniz ediniz, sonunda hepinizin dönüş makamı Rabbinizdir. Hepinizin Rabbinize bir dönüşü, bir dönümü olacaktır. O zaman O size ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir. O vakit, sonucu görecek, akı karayı seçecek, acıyı tatlıyı tadacaksınız. Şu halde bugün dünyada herhangi bir işi yapacağınız zaman, başka düşünceleri, farklı dinleri, mezhepleri, arzuları bırakınız da, yaptığınız, yapacağınız işin, bağlanacağınız din ve mezhebin, Allah katında ne olduğunu düşünerek ve bu son sorumluluğu hesab ederek, samimi bir niyet ve ihlâs ile hareket ediniz. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)

165. Bu topraklarda sizi öncekilerin yerine geçiren odur. Kiminizi kiminizden birkaç basamak yükseltir ki verdikleriyle sizi zor bir imtihandan geçirsin. Rabbin, suça denk cezayı çabucak belirler. Ama o, Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.[*]

Ve O, O Allahtır ki, sizi yeryüzünün halifeleri kıldı. Bu yeryüzünde nice ümmetler gelmiş geçmiş, Peygamberlerin sonuncusunun gönderildiği siz insanlar, siz Muhammed ümmeti, hepsinin halefi olmuş, yerlerine konulmuş bulunuyorsunuz. Allah'ın bundan böyle yeryüzünde, sahiplik edecek, yönetecek ve hükümleri uygulayacak olan görevlileri, sorumluları sizsiniz. Yüce Allah "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara, 2/30), İlâhî buyruğunun Âdem'e takdir ettiği ve meleklere bile nasib etmediği bu yüksek makam ve şerefe, bundan böyle topyekün sizi tayin edip bu ağır sorumluluk ve emaneti size verdi. Ve bazınızı diğerinin üzerinde dereceler ile yükseltti. Bir kısmınızı akıl, ilim, şeref, makam, mal ve rızık gibi birtakım özelliklerde birçok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkardı ki size verdiği şeylerde hepinizi imtihan etsin, imtihan muamelesi yapsın, verileni yerinde güzelce kullanmakla şükredip etmeyeni ayırsın. En güzel amel yapanları seçsin de, gelecekte vereceğini ona göre kazancınızla versin. Bu âlem, böyle bir imtihan âlemi ve yarışmadır ve bugünkü durum, dünkü imtihanın bir sonucudur. Yarınki durum da bu imtihanın bir sonucu olacaktır. Ve bu şekilde Muhammed ümmeti, yalnız kendi fertleri ve sınıfları arasında değil, topyekün halef olduğu geçmiş ümmetler ile de bir imtihana tabidir ve onlardan ibret alıp yarışmayı kazanmak ihtiyacındadır. Ve derecelerinin farklı olması da bu imtihan ve müsabakanın gereklerindendir. Bunun sonucunda nice yükseklerdekiler düşebilir .Ve nice aşağıdakiler çıkabilir. Bunun için üst derecede bulunanların tehlikeleri daha çok, sorumlulukları daha ağırdır. O halde dünyada mevki ve mertebe yüksekliğine mağrur olmamalı, hakkıyla çalışmalıdır. Çünkü yüksekten düşmenin acısı daha büyük, küçükten büyümenin zevki daha yüksektir. Ey Muhammed şüphe yok ki Rabbinin cezası çabuktur. Verdiği nimet sermayesinin hakkını yerine getirmeyen ve şükrünü yapmayan inkârcılara ve başkaldıranlara, ne kadar yüksek mevkide olurlarsa olsunlar, Rabbin dilediği zaman bir anda belalarını verir. Zaten her gelecek olan yakındır. Bununla beraber şüphe yok ki, O muhakkak gafûr (bağışlayan), rahîm (merhamet eden) dir. Görevine çabalayan, imtihanda başarılı olmaya çalışan şükür ve tâat sahiplerinin kusurlarını bağışlar, ayıplarını örter ve sonunda kendilerini çeşitli rahmet ve saadetle umduklarına kavuşturur. Şimdi bir bu sûrenin Mekke'de nazil olduğu zaman, bir de ondan sonra İslâm Tarihinin safhaları düşünülürse, bu âyetin geleceğe yönelik ne kadar mucizeleri ihtiva ettiği ve daha etmekte bulunduğu hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya çıkar. Demek ki Hz. Muhammed (s.a.v)in peygamber olarak gönderilmesiyle insan hayatına bütün geçmiş ümmetleri de geçecek yeni bir tarih açılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri)