DUHAN / DUMAN SURESİ

İniş Sırası: 64 • Mushaf Sırası: 44 • Mekki Sure • 59 Ayettir

Artık gözetle gökyüzünden apaçık, gözle görünür bir dumanın geleceği günü. (Bu duman) İnsanları sarıp kuşatıverir. İşte bu, acıklı bir azaptır. İnsanlar, “Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz” derler. Artık onlar nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Öğüt alma zamanı geçti. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler de “Onu birisi yetiştirmiş; cinlerin etkisine girmiş!” dediler. Biz azabı birazcık kaldırırız, ancak siz yine de eski halinize dönersiniz. Bütün bunlar, onlara o büyük darbeyi indireceğimiz gün (Mekke’nin fethedildiği gün) olacaktır. Biz onlara hak ettikleri cezayı vereceğiz. (Duhan 10-16)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Hâ, Mîm.
2. Düşün gerçekleri apaçık ortaya koyan bu kitabı!
3. Biz onu mübârek bir gecede[*] indirdik. Çünkü biz, uyarıcıyız.

Çoğunluğun görüşüne göre; “Mübârek gece” ile kastedilen Kadir gecesidir; çünkü hem Allah Teâlâ “Biz onu, şüphesiz Kadir gecesi indirdik.” [Kadir 97/1] buyurmuştur hem de bu sûredeki “Bütün hikmetli işler o gecede ayrılır.” sözü ile Kadir sûresindeki “O gece, melekler ve Ruh (Allah’tan aldıkları) her emir için Rablerinin izniyle iner dururlar. Tanyeri ağarıncaya kadar da tam bir esenliktir.” [Kadir 97/4-5] sözleri ve Bakara sûresindeki “Ramazan ayı ki insanlara doğru yolu gösteren, hak ile bâtılı ayıran Kur’ân o ayda indirilmiştir.” [Bakara 2/185] sözü arasında bir uyum vardır. Çoğunluğun görüşüne göre Kadir gecesi Ramazan ayında bulunmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

4. Karara bağlanmış her iş, o gece (görevli melekler arasında) paylaştırılır.
5. (Bu kitap da) tarafımızdan verilen bir emirle (o gece indirilmiştir). Biz elçiler göndeririz.[*]

Şayet “Çünkü Biz, hep uyarmışızdır.” ve “Bütün hikmetli işler o gecede ayrılır” cümlelerinin konumu nasıldır?” dersen şöyle derim: : Bu iki cümle, öncesinden bağımsız yeni cümlelerdir ve burada leffüneşir sanatı vardır. Yeminin cevabı olan “Biz onu öyle mübârek bir gecede indirdik” cümlesi, bu iki cümle vasıtasıyla tefsir edilmiştir. Bu durumda sanki şöyle denilmektedir: Onu Biz indirdik, zira azap hususunda uyarma ve ondan sakındırma Bizim işimizdir; onu özellikle bu gecede indirdik; çünkü Kur’ân’ın indirilmesi hikmetli işlerdendir ve bu gece bütün hikmetli işlerin ayrıldığı [ve belirlendiği] bir zamandır.

Mübârek “içinde çok hayır barındıran” demektir. Zira Allah Teâlâ bu gecede, kulların din ve dünyaları hususunda faydalarına olacak ikramlarda bulunmuştur. Gerçi bu gecede sadece Kur’ân indirilmiş olsaydı bile bereket olarak yeterdi.

“Bütün hikmetli işler” yani bu geceden başlayarak gelecek senenin aynı gecesine kadar olan, kulların rızıkları, ecelleri ve bütün işleriyle ilgili hususlar “[bu gecede] ayrılır”, yani belirlenir ve yazılır. Denilmiştir ki, bu hususların Levh-i Mahfûz’dan istinsah edilmesi Berat gecesinde başlar, Kadir gecesinde biter. Sonrasında rızıklarla ilgili olan nüsha Mîkâîl’e; savaş, deprem, yıldırım ve ay tutulmalarıyla ilgili olan nüsha Cebrâîl’e; amellerle ilgili olan nüsha -dünya semasına refakat eden ve büyük bir melek olan- İsmâ’îl’e; belâ ve felâketlerle ilgili olan nüsha da ölüm meleğine teslim edilir. Bazı kimselerden şöyle nakledilmiştir: Her amel sahibine amelinin bereketi verilir ve insanların diline o kimsenin övgüsü, kalplerine de heybeti yerleştirilir. (Zemahşeri Tefsiri)

6. Elçiler göndermemiz, Rabbinin rahmeti gereğidir. Çünkü o, Semi'dir; sizi dinler Alim'dir; her şeyi bilir.
7. Eğer kesin olarak inanıyorsanız bilin ki O göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabb'idir.
8. O’ndan başka ilah yoktur, hayat bağışlayan ve ölüm veren O’dur: O sizin de Rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da.
9. Fakat kâfirler[*] bir şüphe içinde oynayıp eğleniyorlar.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

10. Artık gözetle gökyüzünden apaçık, gözle görünür bir dumanın geleceği günü.
11. İnsanları sarıp kuşatacak. İşte bu can yakıcı bir azaptır.
12. İnsanlar: “Rabbimiz! Bu azabı bizden kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz” diyecekler.
13. Artık onlar nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Öğüt alma zamanı geçti. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti.
14. Sonra ondan yüz çevirmiş ve şöyle demişlerdi: “(Bu bilgiler) ona öğretilmiş. O, cinlerin etkisine[*] girmiş.

Peygamberimize (a.s) neden "mecnun-cinlenmiş" dediklerini anlayabilmek için o dönem Arapların Allah, melekler ve cinler hakkındaki inançlarını bilmek gerekir. O dönem Araplar Allah’a inanıyordu ama Allah’ı çok yüce kabul edip, insanları muhatap almayacağına inanırlardı. Alırsa da bu kişi o şehrin en zengin, en itibarlı, en sözü dinlenen insanı olmalıydı. O dönem Araplar Allah’ın gökyüzünün en üst katında ikamet ettiğine, meleklerin de kızları olarak etrafında Kendisini zikreden varlıklar olduğuna inanırdı. Melekler Allah’ın çevresinde olduğu için ilahi bilgiye sahiptir. Meleklerin altında da cinler vardır. Cinlerle melekler akrabalık bağı ile birbirine yakındır. Cin akrabalar meleklerin sahip olduğu ilahi bilgiyi kulak hırsızlığıyla çalarlar ve dünyaya şair ya da kâhin dostuna getirir anlatırlar. O dönem Araplar her şairin bir cini olduğuna inanırdı. Bu cin, şairin içini coşturur, şair bu sayede şiir yazar. Mecnun’nun cinlenmiş anlamına gelmesinin kökeni budur. O dönemde arrâf denen “kahinler” de vardı. Gelecekte ne olacağını haber veren kahinlerin de cinlerle bağlantısı olduğuna inanılırdı. Kahinlere gelecek bilgisini getiren de yine cinlerdir. Kur'an ayetleri de şiirsel vezne sahiptir. Peygamberimiz şiirsel vezni olan ayetleri okuyunca kendisine bu yüzden mecnun-cinlenmiş denmiş. (Onur)

15. Biz azabı birazcık kaldırırız, ancak siz yine de eski halinize dönersiniz.
16. Bunlara en büyük darbeyi indireceğimiz gün(ü gözle), biz hak ettikleri cezayı elbette vereceğiz[*].

Müşriklerin hak ettikleri ceza, Mekke’yi Müslümanlara bırakmak zorunda kalacak olmalarıdır (İsra 17/76-77). Müslümanları göçe zorlayan Mekkeli müşrikler; Bedir (Enfal 8/67-70), Uhud (Al-i İmran 3/172-174) ve Hendek (Ahzab 33/25) savaşlarında ağır darbeler aldılar. Sonra Müslümanlarla Mekke’nin yanı başında, Hudeybiye’de bir antlaşma yapmak zorunda kaldılar (Tevbe 9/7). Müşriklerin antlaşmayı bozmaları üzerine, Müslümanlar Mekke çevresine kadar gelince, onlar paniğe kapılıp çaresiz kaldılar. İslâm ordusuna karşı koyamayacaklarını anladılar ve Ebû Süfyân başkanlığında bir heyeti Muhammed aleyhisselamın karargahına gönderdiler. Ebû Süfyân, Kâbe’nin avlusunda Mekkelilere kendisinin İslâmiyet’i kabul ettiğini ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyledi (DİA, Mekke md.). Ama onun Müslüman olduğunu söylemesi, Mekke’nin Müslümanların eline geçmesine engel olmadı. Mekke’yi de kaybedince müşrikler en ağır darbeyi yediler ve bütün hakimiyetleri yok oldu. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

17. Bunlardan önce Firavun’un[1*] halkını imtihana[2*] sokmuştuk[3*]; onlara da değerli bir elçi[4*] gelmişti,

[1*] Musa (a.s.) ile ilgili ayetlerde geçen “firavun” kelimesinin tek bir kişinin özel ismi olduğu sanılır. Oysa firavun sözcüğü, özel isim değil, Mısır krallarına verilen unvanın adıdır (TDV İslam Ansiklopedisi, firavun). Tevrat'a göre, Musa (a.s.) doğduğunda yönetimde olan firavun, Musa'nın ilk çocuğunun doğumundan sonra, nebi olmasından önce, ölmüştür (Çıkış 2:22). Tevrat’a göre Musa 80 yaşında nebi olmuştur (Çıkış 7:7). Tarihî bilgilere göre en uzun iktidar süren firavun dahi 67 yıl tahtta kalmıştır yani Musa doğduğunda firavun olan kralın, Musa nebi olduğunda iktidarda olması mümkün değildir. Ayrıca Musa (a.s.) bebekken İsrailoğullarının erkek çocuklarının öldürülmesi emri zaten yürürlükteydi (Kasas 28/4-7). A’râf 7/127 ayetinde konuşan firavun ise Musa’nın ona elçi gitmesinden sonra “oğullarını öldürüp kızlarını sağ bırakacağız” diyerek, gelecek zaman kipinde planını anlatmıştır. Bu, eski planın yeni iktidarda tekrar hayata geçirilmesinin kararıdır. Özetle, Kur’an, Tevrat’ta bulunan, Musa’nın hayatı süresince iki farklı firavunun hüküm sürdüğü bilgisini tasdik etmektedir.

[2*] “Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.

[3*] A’raf 7/130-136, Zuhruf 43/46-50.

[4*] Firavun’un halkına elçi olarak hem Musa (a.s.) hem Harun (a.s.) gitmesine rağmen ayette “değerli bir elçi” denerek tekil kişi kullanılmıştır. Bu bilgi Kur’an’ın Tevrat’ı tasdiki açısından önemlidir; çünkü Tevrat’ın Mısır’dan Çıkış 4:14-16 pasajlarında Allah, Musa aleyhisselamı görevlendirirken, onun Harun’a ne söylemesi gerektiğini bildireceğini, Harun’un onun sözcüsü gibi olacağını işaret etmektedir. Yani ikisi tek elçi gibi hareket etmektedir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

18. (Şöyle demişti:) “Allah’ın kullarını (İsrailoğullarını) bana teslim edin. Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.
19. Allah`a karşı baş kaldırmayınız. Çünkü ben size apaçık bir mucize getirdim.
20. Doğrusu ben, beni taşlamanızdan / kovmanızdan, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığındım.
21. Eğer bana inanmıyorsanız, hiç değilse benden uzak durun / engellemeyin" (demişti)
22. Sonra Musa: "Bunlar, suç işleyen bir toplum" diye Rabbine dua etti.
23. Allah da şöyle dedi: “O hâlde kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz.
24. Denizi açık hâlde bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur."[*]

Ayette geçen "İsra" sözcüğü ile ancak geceleyin yapılan yolculuklar ifade edilir. Böylece ayeti kerime hem gece yolculuğu anlamına gelen "isra" kelimesini hem de "gece"yi kullanarak sahneyi, yani Allah'ın Kullarının İsrailoğulları'nın geceleyin yola çıkarılmaları sahnesini tekrarlamış oluyor. Bunun yanısıra bu ifadeyle gizlilik havası uyandırılıyor. Çünkü onların geceleyin yola çıkmaları Firavun'un gözünden uzak, onun bilgisi dışında olmuştu. Ayetin orjinalinde geçen "Rahv" kelimesi, durgun anlamındadır. Yüce Allah Musa'ya ve soydaşlarına denizi geçmelerini, geçtikten sonra öylece durgun bırakmalarını emretmişti. Amaç onları izleyen Firavun ve ordusunun boğulması, böylece Allah'ın belirlediği planın tamamlanmasıdır: "Onlar boğulacak bir ordudur." İşte görünür sebepler arasından Allah'ın planı bu şekilde yürürlüğe giriyor, gerçekleşiyor. Bizzat sebepler de bu kaçınılmaz planın bir parçasıdır zaten. (Seyyid Kutub Tefsiri)

25. Geriye nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar.
26. Nice ekinler / çiftlikler ve güzel konaklar!
27. ve içlerinde tadına vardıkları nice nimetler…
28. İşte böyle oldu. Biz onları diğer halka (İsrailoğullarına) miras bıraktık.
29. Firavun’a ve ordusuna ne gök ağladı ne de yer. Onlara süre de tanınmadı.
BÖLÜM 2
30. Böylece İsrailoğullarını aşağılayıcı azaptan kurtarmış olduk;
31. Firavun’un çektirdiği azaptan... O, kesinlikle bir zorbaydı, aşırı gidenlerdendi.
32. Şüphesiz onları (İsrailoğullarını), bir ilimle (verdiğimiz Kitap ve hikmetle) çağdaşlarına tercih etmiştik
33. Onlara açık bir imtihan vesilesi olan âyetler vermiştik[*]

İmtihan vesilesi olan ayetler, hem Allah’ın Musa aleyhisselam aracılığıyla onlara ilettiği emir ve yasaklar hem de gösterilen mucizelerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

34. Şimdi, şunlar tutmuş diyorlar ki:
35. "Bir kez öleceğiz ve her şey bitecek. Biz dirilecek değiliz.[*]

Müşrik Araplar diyorlardı ki: Bir defa öleceğiz ve bunun ötesi yoktur. Ölümden sonra dirilmek, mahşer gününde toplanmak yoktur. Buna söz verilen dirilme ve mahşerde toplanma va'dini geride bırakan anlamında "ilk" ölüm diyorlardı. İlk ölümden sonra herşeyin bittiğine delil olarak, ölüp giden atalarından hiç kimsenin geri dönmemiş olmasını, hiç kimsenin tekrar dirilmemiş olmasını ileri sürüyorlardı. Şayet ölümden sonra dirilmek gerçekse, doğruysa, o zaman ölen atalarımız gelsin diyorlardı.

Onlar bu istekte bulunurken ölümden sonra dirilişin, mahşerde toplanmanın hikmetinden habersizdirler. Bunun insan varoluşunun halkalarından biri olduğunu; özel bir hikmete göre belli bir hedefe yönelik olduğunu bilmiyorlardı. Belirlenen hedef; varoluşun ilk halkasında yapılanların gerekli karşılığı görmeleridir. Allah'ın buyruklarına isteyerek boyun eğenlerin, dünya hayatında attıkları doğru adımların karşılığı olarak onur verici bir akıbete ulaşmalarıdır. Allah'ın buyruklarına karşı çıkanların kokuşmuş bir bataklığa benzer hayatlarında attıkları çarpık ve yanlış adımların karşılığı olarak onur kırıcı, aşağılayıcı bir akıbete ulaşmalarıdır. İşte bu ilahi hikmet, insan varoluşunun yeryüzündeki aşamasının bütünüyle sona ermesinden sonra yeniden dirilişi ve mahşer gününde toplanmayı kaçınılmaz kılıyor. Ölümden sonra dirilişin bir ferdin, ya da topluluğun diriliş ve mahşeri onaylamaları için istedikleri zaman gerçekleşen bir oyuncak olmasını önlüyor. Oysa insanlar bu meseleye ilişkin gayba tanıklık etmedikleri sürece imanları tamamlanmaz. Gaybın kapsamındaki bu meseleyi peygamberler bildirmişlerdir; hayatın tabiatına ve yüce Allah'ın yaratılışa esas kıldığı hikmetin özüne ilişkin plan bunun gerçekleşmesini zorunlu kılıyor. Hayatın akışını yönlendiren planı gereği gibi düşünmek, ahirete inanmak, ölümden sonra dirilişi doğrulamak için yeterlidir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

36. O halde, eğer iddianızda haklı iseniz atalarımızı [şahit olarak] getirin!”[*]

Yani, “atalarımızı yeniden hayata döndürün ve bir öteki dünyanın var olduğuna tanıklık yapmalarını sağlayın.” Bu müstehzî talep, inkarcıların 43:22 ve 23’de zikredilen şu sözleriyle aynı mahiyettedir: “Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk ve ancak onların izinden giderek doğru yolu buluruz!” Böylece, sonuçta, atalarının öteki dünyaya inanmadıkları gerçeği, onlar için, bugüne kadar hiç kimsenin hayata geri dönüp yeniden dirilme hakikatini teyid etmediği gerçeği kadar etkili ve ikna edici bir delildir. (Muhammed Esed Tefsiri)

37. Bunlar mı daha üstün yoksa Tübba‘ kavmi ve onlardan öncekiler mi?[*] Hepsini helâk ettik. Çünkü onlar suçlu toplumlardı.[*]

Bu, Himyerli Tübba‘dır. Kendisi mümin, kavmi ise kâfirdi. Bu sebeple, Allah onu değil, kavmini kötülemektedir. Tübba‘, orduları komuta eden, Hîre’yi bir şehir hâline getiren ve Semerkant’ı kuran kişidir. -Semerkant’ı yıkan kişi olduğu da söylenmiştir.- (Mektup) yazdığı zaman “Karanın ve denizin sahibi olan Allah’ın adıyla…” diye başlarmış. Peygamber’in “ Tübba‘ hakkında ileri geri konuşmayın; çünkü o Müslüman idi.” buyurduğu nakledilmiştir. [ Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXVII, 519] Yine “ Tübba‘ nebi miydi, değil miydi bilmiyorum!” dediği de rivayet edilmiştir. [ Ebû Dâvûd, “Kitâbü’s-Sünne”, 14 benzer lafızlarla] İbn Abbas’ın “Nebi idi.” dediği nakledilir. Söylendiğine göre İbn Abbas Himyer’in bir bölgesinde bulunan iki mezara bakmış ve “Bunlar Tübba‘ın kızları Radvâ ve Hubbâ’nın mezarlarıdır. Onlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmazlardı.” demiştir. Kâbe’ye (ilk defa) örtü örten kişinin Tübba‘ olduğu da söylenmiştir. Yemen krallarına -insanlar kendilerine tâbi olduğu için- tebâbi‘a dendiği de söylenir. Yine onlara, sözlerine güvenildiği ve kendilerine uyulduğu için akyâl de denmiştir. Gölgeye de güneşi takip ettiği için tübba‘ denir.

Şayet “İki grupta da herhangi bir hayır olmamasına rağmen ‘Bunlar mı daha hayırlı…’ denmesinin anlamı nedir?” dersen şöyle derim: Bu, güç ve engelleme bakımından bunlar mı daha üstün, onlar mı anlamındadır. Firavun hanedanını zikrettikten sonra “Sizin inkârcı nankörleriniz ‘bunlardan’ daha mı ileri?” [Kamer 54/43] buyrulması da böyledir. İbn Abbas’ın da; “Bunlar mı daha zorlu, yoksa Tübba‘ın kavmi mi?” şeklinde tefsir ettiği nakledilmiştir. (Zemahşeri Tefsiri)

38. Ve biz gökleri ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri eğlence için, boşu boşuna yaratmadık.
39. Biz onları ancak belli bir amaca göre yarattık.[*] Ne var ki onların çoğu bilmezler.

Burada çok latif psikolojik amaçlı bir uyarı yöneltiliyor. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkların yaratılışı ile ölümden sonra diriliş ve mahşer gününde toplanma meselesi arasında çok ince hesaplanmış bir münasebet vardır. Ne var ki insanın öz yaratılışı (fıtratı) burada olduğu gibi dikkatle yöneldiği zaman bu münasebeti çok kolay kavrar.

Göklerin ve yerin yaratılışındaki inceliği, hikmeti, gözle görülür amacı, bilinçli olarak göz önünde bulundurulmuş ahengi... Her şeyin, yaratılış amacının gerçekleşmesi ve çevresindeki varlıklarla ahenk oluşturması için, fazla ya da eksik, olmamak üzere bir ölçüye göre yaratılması... Tüm varlıkların yaratılış planında ve biçiminde belirgin bir amacın gözetilmesi... Ne yönden bakılırsa bakılsın içindeki latif ve ince planlanmış yaratıklarla birlikte akıllara durgunluk veren varlıklar aleminin ince hesaplanmış planının tesadüf ve boşuna yaratılmış olmaya yer vermemesi...

Evet, bir insan bütün bunları düşündüğü zaman, bu yaratılışın bir amacı olduğunu, boşuna olmadığını, hak ilkesine dayalı olarak gerçekleştiğini ve asla batıla yer vermediğini anlar. Ayrıca bu yaratılışın henüz gelmemiş bir sonunun olduğunu, bununsa şu gezegen üzerindeki kısa yolculuğun sonundaki ölümle gerçekleşmediğini, hayatın ve varlıklar aleminin binasına dayanaklık eden planın kesin mantığı açısından ahiret ve mahşer günü hesaplaşmanın kaçınılmazlığını anlar. Çünkü şu dünya hayatındaki iyiliğini, yapıcılığın ve bozgunculuğun doğal sonucu ancak bu şekilde gerçekleşir. İnsanoğlu aynı anda hem yapıcılık hem de bozgunculuk niteliklerini özünde barındırır, ikisinden birini seçme gücüne ve iradesine sahiptir. Yolculuğunun sonunda bu seçiminin karşılıyı görür. (Seyyid Kutub Tefsiri)

40. Şüphesiz (hakkı bâtıldan Doğru ve haklı olmayan. Çürük, temelsiz, asılsız. ayıran) hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür.
41. O gün dostun dosta faydası olmaz ve onlar, bir yardım da görmezler.[*]

Bu ve Kur’an’ın muhtelif yerlerinde bu anlamdaki ayetleri gördükten sonra hâlâ birilerinden şefaat umarak günah işleme rahatlığını gösterenleri anlamak mümkün değil. Âyetler çok açık, Allah’ın kararı çok nettir. Kimsenin kimseye bir faydasının olmayacağı çok kesin. Torpilin, kayırmanın, arka çıkmanın, sahiplenmenin işe yaramayacağı belirgin. Kişinin kendi amellerinden başka Allah’ın rahmetinin ve mağfiretinin dışında ona yardım edecek hiçbir gücün olmayacağı aleni. Buna rağmen birilerinin şefaatine, himmetine, kayırmasına güvenme rahatlığı nereden geliyor? Eğer Kur’an’daki bu ayetlere gerçekten inanırsak işte o zaman şefaatçi aramak yerine güvenebileceğimiz çalışmalar yaparız, daha doğru ve verimli bir hayat ortaya koyarız. Birilerine güvenmek, birilerinin gönlünü almak ve kapıkulu olmak yerine Allah’a güveniriz, O’nun rızası için çalışırız, O’na kul oluruz, O’na sığınırız, yaptıklarımızı O’na arz ederiz, her şeyi O’ndan bekleriz, O’nun rahmetine güvenir ve O’nun rızasını kazanmak için mücadele veririz. İşte o zaman kimsenin bize şefaat etmesini beklemeyiz, zaten gerek de kalmaz. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

42. Ama Allah’ın ikram edeceği kişiler olacaktır. Allah Azîz’dir; üstünlükte eşi ve benzeri yoktur, Rahîm’dir; ikramı boldur.
BÖLÜM 3
43. Şu bir gerçek ki zakkum ağacı,[*]

Muhtemelen Kur’an’da ilk geçtiği yer burasıdır. Buna inkârcı muhataplardan itiraz gelmiş olmalı ki, cevap Sâffât 62-66’da verilmiştir. Zakkum, Arap dilinde “nahoş bir şey yemek” veya “bir şeyi nahoş bir şekilde yemek” anlamına kullanılır. Bölgede yetişen zehirli bir bitki olan zakkum şöyle tanımlanır: “Toz renginde, küçük ve oval yapraklarının kenar kısımları dikensiz, keskin kokulu ve acı, gövdesi çok boğumlu, arıların yararlandığı çok ince damarları bulunan bir ağaçtır” (Lisân). Son kullanıldığı yerde “lânetli ağaç” olarak nitelenen bu bitkinin sınav aracı kılındığı bilgisine rastlıyoruz (Bkz: 17:60, not 80; 37:63). Kullanıldığı üç sûrenin iniş zamanları birbirine yakındır. Daha sonra kendisinden hiç bahis açılmayan bu “lânetli ağaç”, Sâffât 62’de de görüldüğü gibi geleni kötü ağırlamayı temsil eder. Daha temelde bu mecaz, dünya misafirhanesinde oturtulduğu mükellef sofraya ihaneti tescillenmiş olanlara “Âhirette zehir zıkkım yiyin!” mesajıdır. Türkçe’de “zakkum” adı verilen bitki (nerium oleander) kokusu ve rengine aldanıp yiyeni zehirleyen yapısıyla günaha benzer: hazzı cezbeder, fakat sonu azaptır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

44. Günahkarın yiyeceğidir.
45. Erimiş maden gibidir. Karınlarında kaynar,
46. Suyun kaynaması gibi.
47. Tutun onu, yakıcı ateşin ortasına sürükleyin.
48. Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün.
49. (Ona şöyle denecek) "Tad bakalım, hani aziz; üstün olan, kerim; şerefli olan yalnız sendin?
50. İşte bu (ceza, dünyadayken) hakkında tartışıp durduğunuz şeydir."
51. Müttakiler[*] ise güvenli bir makamdadır.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

52. Bahçelerde ve pınar başlarında.
53. İpek ve atlastan giysiler içinde karşılıklı otururlar.
54. İşte böyle... İri gözlü hurileri de yanlarına (hizmetçi olarak) veririz[*].

Cennete giden müminlere kadın ve erkek hizmetçiler verilecektir. Kadın hizmetçilere huri, erkek hizmetçilere "vildan" denir. Vücutları, kabuğunda saklı inciler gibi örtülü olan, gözlerini, hizmet ettikleri kişilerin üzerinden ayırmayan huriler (Saffat 37/48-49, Rahman 55/56,72; Vakıa 56/22-23) birbirleriyle aynı yaşta ve top göğüslü olacaklardır (Nebe 78/33). Hurilerle ilgili olarak bu ayette ve Tur 52/20’de geçen “(وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍعِينٍ) Onlara, iri siyah gözlü hurileri zevc yapmış oluruz.” ifadesinden dolayı hurilerin, cennete giden erkeklere odalık olarak verileceği iddia edilir ama bu iddia yanlıştır. Arapçada aynı görüş etrafında birleşenlerden her birine zevc (Vakıa 56/7) dendiği gibi aynı cinsten canlıların erkeğine, dişisine, bir çift ayakkabıdan her birine, nitelikleri birbirine yakın veya zıt olan iki şeyden her birine zevc denir. Fasih Arapçada "zevce" kelimesi yoktur. Zevc ile aynı kökten olan (زوج) "zevvece" fiili, tek mef’ul /nesne alırsa “bir şeyi çift yapma” (Şûrâ 42/49-50), iki nesne alır da ikinci nesne, fiile doğrudan bağlanırsa "evlendirdirme" anlamına gelir (Ahzab 33/37). Ama ikinci nesne fiile, harf-i cer ile bağlanırsa onun çok yakına alınması anlamını ifade eder. Bu sebeple ayetlerde geçen “Onlara, iri siyah gözlü hurileri zevc yapmış oluruz.” ifadesinin tek anlamı, hurilerin yakın hizmetçiler yapılacağıdır (Müfredat). Zaten huri kelimesi, bir şeyden uzaklaşıp tekrar o şeye dönme anlamındaki ”havr (حَوْرُ) kökünden türemiştir (Lisan’ul-Arab). Bu da onların, hizmet ettikleri kişilere yakın konumda olacaklarını (Sad 38/52), kendilerinden istenen şeyleri, çevrelerinde dolaşan erkek hizmetçilerden (vildandan) alıp getireceklerini gösterir. Erkek hizmetçiler de kaynağından doldurulmuş testiler, ibrikler, kadehler, çeşit çeşit meyveler, etler, kuş etleri ve zencefil katkılı sularla çevrelerinde, saçılmış inciler gibi dolaşacaklardır (Vakıa 56/17-21; İnsan 76/15-19). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

55. Orada güven içinde her türlü meyveden isterler.
56. Orada ilk ölüm çeşidi (olan uyku[*]) dışında bir ölüm tatmayacaklar, Allah onları yakıcı ateşin azabından da korumuş olacaktır.

İnsan, biri beden diğeri ruh olmak üzere iki ayrı nefisten oluşur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibidir. Onun bedene yerleştirilmesi, vücut yapısının tamamlanmasından sonradır. Böylece insan; dinleyen, basiret ve gönül sahibi olan bir canlı türü haline gelir (Mü'minûn 23/12-14, Secde 32/7-9). Allah’ın öldürmesi, ruhu bedenden almasıdır. Allah, ruhu bedenden iki şekilde alır; birincisi uykuda, ikincisi de ölüm sırasında olur. Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu tutar. Uyuyanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu ise ahirette yeniden dirildiğinde bedene geri döner (Zümer 39/42, Tekvîr 81/7). Burada “ilk ölüm çeşidi” ile ifade edilen, uykudur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

57. Rabbinden bir lütuf olarak. İşte büyük kurtuluş budur.
58. Böylece biz Kur`ân`ı senin dilinde kolay anlaşılır kıldık ki, düşünüp öğüt alsınlar.[*]

Bu, surenin havasını, genel içeriğini özetleyen bir bitiştir. Bu bitiş cümlesi surenin başlangıcı ile, ayrıca surenin akı çizgisi ile uyuşuyor. Nitekim sure kitaptan ve kitabın uyarmak ve hatırlatmak amacı ile indirilişinden söz ederek başlamıştı. Surenin akışı içinde de kitabı yalanlayanları bekleyen akıbete değinilmişti. "O gün büyük bir şiddetle çarparız. Zira biz öç alıcıyız.!"

Bu bitiş cümlesi de onlara bu Kur'an'ın anlayıp kavrayabildikleri arapça olarak peygamberin dilinde indirilmek suretiyle kolaylaştırılmasında somutlaşan Allah'ın kendilerine yönelik nimetini hatırlatıyor. Bunun yanısıra, üstü kapalı ama korkutucu bir ifadeyle onları yaptıklarının akıbetinden korkutuyor:

"Öyleyse bekle onlar da beklemektedirler." (Seyyid Kutub Tefsiri)

59. Öyleyse bekle, çünkü onlar da bekliyorlar.