AL-İ İMRAN / İMRAN AİLESİ SURESİ

İniş Sırası: 89 • Mushaf Sırası: 3 • Medeni Sure • 200 Ayettir

Meryem Ana Evi, Selçuk, İzmir

Meryem Ana Evi, Efes çevresinde yer alan Bülbüldağı'nda bulunan bir Katolik mabet yeridir. Selçuk'a 7 km uzaklıktadır. Ev, 19. yüzyılda Katolik rahibesi olan Anne Catherine Emmerich (1774-1824)'in rapor edilmiş rüyalarını takiben keşfedilmiştir. Görümleri ölümünden sonra Clemens Brentano'nun kitabında toplanmıştır. Katolik Kilisesi evin gerçekten Meryem Ana'nın olup olmadığı hakkında bir yorum yapmamıştır, fakat ev keşfedildiğinden bugüne düzenli olarak hac ziyaretleri almaktadır. Katolik hacılar İsa'nın annesi Meryem'in, Havari Yuhanna tarafından bu taş eve getirildiği ve cennete alınışına kadar (Katolik doktrinine göre Assumption, Ortodoks doktrinine göre Dormition) bu evde yaşadığına inanarak ziyaret etmektedirler. (Vikipedi, Meryem Ana Evi)

Bir gün İmrân'ın karısı şöyle dedi: "Rabbim! Karnımda olanı, sadece senin hizmetinde olacak şekilde sana adadım; benden kabul et! Beni dinleyen de bilen de sensin!" Onu doğurunca, ne doğurduğunu Allah daha iyi bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim! Kız doğurdum. Erkek kız gibi olmaz ki! Ben ona Meryem adını verdim; onun ve soyunun, taşlanan şeytandan korunmasını sana bırakıyorum.” (Meryem 35-36)

Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla

1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Allah... İlâh yok O'ndan başka... Hayy'dır O; daima diridir. Kayyûm'dur; sürekli işinin başındadır.
3. Gerçekleri içeren ve kendinden öncekileri tasdik eden[*] bu kitabı sana, o indirmiştir. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirmiştir.

Tasdik, doğruluğunu onaylamaktır. Kur’ân, bütün nebilere verilmiş kitapları hem tasdik eder hem de içeriklerini korur. Onlara yapılan ekleme ve çıkarmalar, ancak Kur’an ile tespit edilebilir (Mâide 5/48). Kur’an’ın önceki kitapları tasdik edici özelliğine dair ayetler için bkz: Bakara 2/41, 89, 91, 97, Al-i İmran 3/3, Nisa 4/47, En’am 6/92, Yunus 10/37, Yusuf 12/111, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

4. Daha önce insanlığın rehberi bunlardı.[1*] Bütün furkanları / doğruyu yanlıştan ayıran kitapları[2*] o indirmiştir. Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlerin / kâfirlerin cezası çetindir.[3*] Ve Allah hem Azîz'dir; daima üstün olan, hem intikam alıcı...[4*]

[1*] Rehber diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesi, hidâyet kökündendir. Hidâyet, nazikçe yol göstermektir. Allah’ın hidâyeti dört çeşittir:

Birincisi, varlığını, birliğini ve insana her şeyden yakın olduğunu her vesileyle göstermesidir. Bu yüzden Allah, kendini ikinci sıraya koyup başka bir şeye öncelik vermeyi şirk sayar ve bunu asla bağışlamaz (Nisâ 4/48, 115-117). Yanlış yola girenleri ve yanlış işler yapanları, bir şekilde uyarır (Şems 91/8-10, En’âm 6/125).

İkincisi, iyiyi kötüden ayırma yani farkındalık özelliği verdiği insanoğluna, doğruyu bulmasında rehberlik etmesidir (Zâriyât 51/20-21).

Üçüncüsü, indirdiği kitaplarla yol göstermesidir. Bu yüzden o kitapların her biri birer hüdâ yani rehberdir. Dördüncüsü de Allah’ın, doğru tercihte bulunan herkesi yoluna kabul etmesi ve doğru yolda olduğunu onaylamasıdır (İbrahim 14/4).

[2*] Furkân, doğruyu yanlıştan ayırma veya ayıran anlamındadır. Kelimenin çoğulu olmadığı için yerine göre tekil veya çoğul anlam verilir. Furkan, Allah’ın indirdiği bütün kitapların ortak özelliğidir (Enbiya 21/48). Allah, kendini yanlışlardan koruyan müminlere de furkan yani doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir (Enfal 8/29).

[3*] Çetin, ayetteki (شديد = şedîd)in karşılığıdır. Şedîd, ‘güçlü bağla bağlı’ anlamındadır. Allah, vereceği cezayı, kulunun suçuna bağlamıştır(En'âm 6/160).

[4*] Ayette geçen (intikam = انتِقَام) suçla ceza arasındaki dengeyi tam kurma anlamına gelir (El-Ayn). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

5. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
6. Analarınızın rahminde, tercihine göre size özgü bir biçim veren odur[*]. Ondan başka ilah yoktur. Azîz'dir; daima üstündür, Hakîm'dir; bütün kararları doğrudur.

Bu ayet, her insanın kendine özgü ölçülerinin ezelde değil, ana rahminde belirlendiğini bildirmektedir. Bu da kadercilerin insanla ilgili ezeli bilgi iddialarının temelsiz olduğunu gösterir. (Meryem 19/67, İnsan 76/1-2) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

7. Bu kitabı sana indiren odur. Ayetlerinin bir kısmı muhkemdir;[1*] onlar kitabın[2*] ana ayetleridir. Diğerleri müteşâbihtir[3*] (muhkemlerle benzeşirler). Kalplerinde kayma olanlar, fitne[4*] çıkarma amacıyla istedikleri tevili[5*] kurup kitaptan, (kurgularıyla) benzeşen şeye[6*] uyarlar. Oysa kitabın tevilini sadece Allah bilir. Bu ilmi[7*] kavramış olanlar şöyle derler: “Biz bu ilme inandık, onun tamamı Rabbimiz katındandır.” Bu zikre[8*] sağlam duruşlu olanlardan[9*] başkası ulaşamaz.

[1*] Muhkem ayet, bir konuda hüküm içeren ayettir. O hüküm, başka ayetlerle ayrıntılı olarak açıklanır (Hûd 11/1-2)

[2*] (كتاب = Kitab) kelimesinin kök anlamı, bir şeyi bir şeye eklemektir (Mekayîs). Arapçada kelimeleri ekleyerek yazılan her türlü yazıya kitap denir (Müfredat). Kur’an-ı Kerim, muhkemler yani kısa ve özlü hükümler içeren ayetlerden ve onların benzeri olup onları açıklayan müteşâbih ayetlerden oluşur. Bir ayet şöyledir: “Allah sözün en güzelini, müteşâbih ve mesânî kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23) Mesânî, “ikişerliler” anlamına gelir. Kur'ân’ın, bildiğimiz bir kitap halinde inmediği açıktır. Bu ve benzeri ayetler onun, kendinden kitaplar oluşturulacak şekilde indiğini, her bir kitabın, bir muhkem bir de müteşâbih olmak üzere en az iki ve ikinin katları olan ayetlerden oluştuğunu, doğru hükme yani hikmete bu şekilde ulaşılabileceğini gösterir.”

[3*] Müteşâbih, benzeşen demektir. Birbirine benzeyen iki şeyden her birine müteşâbih denir. Bu kelime, sekiz ayette geçer: Bakara 2/25, Bakara 2/70, Bakara 2/118; Al-i İmran 3/7, Zümer 39/23, En’âm 6/99, En'âm 6/141 ve Ra’d 13/16. âyetlerdir.

[4*] Fitne”, altını içindeki yabancı maddelerden ayırmak için ateşe sokmaktır (Müfredat). Kur’an’da bu kelime imtihan (A’râf 7/155), aldatma (A’râf 7/27), cehennem azabı (Zariyât 51/10-14) ve savaş (Bakara 2/216) anlamlarında kullanılmıştır.

[5*] (Te'vîl = تَأْوِيلِ), (evl = أول) kökünden türetilmiştir; bir şeyi istenen hedefe çevirme anlamına gelir (Müfredât). Allah’ın ayetler arasında kurduğu bağlantıyı gösterir.

[6*] Bu ilim, ayetleri ayetlerle açıklama ilmidir (A'raf 7/52). Önceki kitaplara inananların alimleri arasında da bu ilmi bilenler vardı (Nisa 4/162).

[7*] Ayetin açılımı şöyledir: “فيتبعون ما تشابه منه بزيغهم = Kitaptan kendi eğrilikleriyle /kurgularıyla benzeşene uyarlar.” Necrân’dan bir Hıristiyan heyet nebimize gelmiş, “Ya Muhammed! Sen, İsa’nın Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh olduğu kanaatindesin değil mi?” demişti. O, “Evet” deyince “ Bu bize yeter” demişlerdi. Onlar, kendi eğrilikleriyle benzeşir gördükleri şu ayete dayanıyorlardı: “İsa… Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı sözü ve kendinden bir ruhtur.” (Nisa 4/171) Ayetin başında görmek istemedikleri şu ifade vardır: “Meryem oğlu İsa Mesih, yalnızca Allah’ın elçisidir.” Allah’ın kitabına uyma yerine onu kendilerine uyduranlar hep böyle yaparlar. (Taberî, Al-i İmran 3/7. ayetin tefsiri)

[8*] Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen doğru bilgi, o bilgiyi kullanıma hazır tutmak, akla veya dile getirmektir (Müfredât). Doğru bilginin kaynağı Allah’ın ayetleridir. Bunlar, yaratılan ayetler ve indirilen ayetler olmak üzere iki türlüdür. Her birinden elde edilen doğru bilgi zikirdir (Enbiya 21/24, En’âm 6/80). İnsanı, sadece bu bilgi tatmin eder (Ra’d 13/28).

[9*] “Sağlam duruş” anlamı verdiğimiz “elbâb = ألباب’ın tekili olan ‘Lubb = لب’ kelimesi, mastar olarak kullanıldığında, bir yerde sürekli durma, durduğu yerden ayrılmama, saf olma ve kaliteli olma anlamlarına gelir. İsim olarak kullanıldığında da her şeyin katkısız olanı anlamını ifade eder. Bu anlamlardan yola çıkılarak sağlam ve güçlü akla "lub" denir (Mekayıs, Muhtaru's-Sıhah, Umdetu'l-Huffaz, Tacû'l-Arûs). "Kalp ile birleşen akıl" anlamına geldiğini söyleyenler de vardır (Kitabu'l-Ayn, Lisanu'l-Arap, Tacu'l-Arûs) Be kelime Kuran’da, 16 yerde “ul’ul elbab (أولوا الألباب) = lub sahipleri şeklinde geçer ve genel olarak şu dört mana ile bağlantılı olur:

1- Takva (Bakara2/179, 197; Maide 5/100; Talak 65/10).

2- Tezekkür ve Tedebbür (Bakara 2/269; Al-İ İmran 3/7; Ra'd 13/19; İbrahim 14/52; Sad 38/29,43; Zümer 39/9,21; Mümin 40/54).

3- Tefekkür ve ibret alma (Al-i İmran 3/190; Yusuf 12/111).

4- Allah'ın kitabına en güzel şekilde uyma (Zümer 39/18).

Akıl manasına delalet eden diğer kelimeler ile "el-Lubb"ün farkı şöyle özetlenebilir: "Nuha" ve "hicr" (Taha 20/54, 124; Fecr 89/5) ile a-k-l kökünden türeyen elli civarındaki kelime, düşünme ile ilgilidir. Ancak "Ulu'l-Elbab"ın, yukarıdaki dört manadan birine bağlı olarak gelmesi gösteriyor ki, akıl sadece düşünmeye, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarar, "el-Lubb" ise düşünüp tespit ettikten sonra doğruyu yapmayı ve hakka tabi olmayı ifade eder. Çünkü yukarıdaki dört mananın her biri birer doğru eylemdir, doğru eylem doğru karardan sonra yapılır. Öyle ise "el-Lubb" sağlıklı düşünen akıl, yani akl-ı selim olur.

Bu gibi yerlerde "elbab"ın zikredilip sağlam duruş diye sonuç manasının irade edilmesine "mecaz-i mürsel" denir. Zira kelimenin hakikî manası ile kullanılan manası arasında sebebiyet ilişkisi vardır. Belagat terimi olarak bu kullanıma "zikri sebeb irade-i müsebbeb" denir. Burada olduğu gibi bir kelimenin hakikî manası ile istimal manası arasında teşbih dışında bir ilişki varsa, belagatta ona mecaz-i mürsel denir (Muhammed Ahmed Kasım, "Ulumu'l- Belagati 'el- Bediu ve'l-Beyanu ve'l-Meanî'", Müessesetü'l-Hadisetu li'l-Kitab, Trablus-Lübnan 2003. s: 215)."ulu'l-elbab" ifadesine "sağlam duruşlu" anlamı verilmesinin sebebi ikisi arasında kurulmuş sebep-sonuç ilişkisi ile oluşan mecaz-ı mürseldir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

8. (Onlar şöyle derler:) Rabbimiz! Bizi yoluna kabul ettikten sonra kalplerimizin kaymasına izin verme[*]. Bize katından iyilikte bulun! Vehhab olan / karşılık beklemeden bol bol veren sensin.

Yola gelmek de yoldan çıkmak da kişinin kararına bağlıdır (Saf 61/5). Bununla birlikte, bu dua, her şeyde olduğu gibi doğru yolda kalmak için de Allah’ın desteğine ihtiyacımız olduğunu gösterir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

9. Ey Rabbimiz! Sen Câmî'sin; insanları varlığında kuşku bulunmayan bir günde mutlaka toplayacaksın. Allah, sözünü yerine getireceği yer ve zamanı asla şaşırmaz.
BÖLÜM 2
10. Şüphesiz kafir olanlar, onların malları da, çocukları da Allah'a karşı zerre kadar kendilerine fayda sağlamayacaktır.[*] İşte bunlar, ateşin yakıtı olanlardır.

Bu ayetler İsrailoğullarına hitap sadedinde gelmiştir. Kendilerinden önceki ve sonraki inkârcıların vardığı kötü âkıbetle tehdit edilmektedirler. Ayrıca ibret verici hassas bir üslûbla Firavun hanedanının uğradığı kötü son kendilerine hatırlatılmaktadır. Yüce Allah Firavun ailesini yok etmiş ve İsrailoğullarını kurtarmıştı. Fakat bu durum sapıklığa düşüp inkâra kalkıştıkları zamanda onlar için özel bir imtiyaz değildi. Bozuldukları zaman onları küfürle damgalamaktan ve Allah'ın kendilerini zulümlerinden kurtardığı Firavun ailesi gibi onları da hem dünyada hem de ahirette inkârcıların cezasına uğramaktan kurtarmıyordu!

Aynı şekilde -inkârcı olan- Kureyş'in Bedir'de uğradığı hezimet hatırlatılıyor: "Allah'ın yasası değişmez. Hiç kimse Kureyş'in başına gelenlerin onların da başma gelmesine engel olamazdı. Çünkü onları hezimete uğratan neden küfürdü. Hiç kimse bu konuda Allah'a rağmen bir güce sahip değildir. Sağlam bir imandan başka bir aracısı da yoktu, kimsenin!.." (Seyyid Kutub Tefsiri)

11. (Bunların durumu) tıpkı Firavun’un ailesi (destekçileri) ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. (Onlar) ayetlerimizi yalanlamışlardı; Allah da günahları sebebiyle onları yakalamıştı. Allah, azabı şiddetli olandır.
12. O inkârcı kâfirlere de ki, siz mutlaka yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız. Orası ne fena bir döşektir.
13. (Bedir’de) Karşı karşıya gelen iki birlikte sizin için bir belge vardır. Birliklerden biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdi. (Müminler) baktıklarında onları kendilerinin iki katı görüyorlardı[1*]. Allah, gereğini yapanı[2*] yardımıyla destekler. İleri görüşlüler için bunda kesinlikle bir ders vardır.

[1*] Bedir Savaşında Mekkeliler müminlerin iki katından fazlaydı ama kendilerinin iki katı gösterildiler ki onlarla savaşmak zorunda kalsınlar. Çünkü müminlere, kendilerinin iki katına kadar düşmanla savaşma görevi verilmişti (Enfâl 8/65-66). Müslümanların Mekke ordusu ile kervan arasında kalması (Enfal 8/42), düşmanın rüyada Rasulullah’a az gösterilmesi (Enfal 8/43), iki ordu karşılaştığında birbirlerine olduklarından daha az gösterilmeleri (Enfal 8/44), Müslümanların üç bin melekle desteklenmesi (Al-i İmran 3/124), müminlerin rahatlaması için o gün hoş bir uykuya daldırılmaları ve üzerlerine rahatlatıcı bir yağmur yağdırılması da (Enfal 8/11) Allah’ın onlara olan yardımlarındandı.

[2*] Şâe ( شاء ) fiili, “bir şey yapmak” anlamındaki şey (شيء) mastarından türemiştir. Allah’ın yapması o şeyi var etmesi, insanın yapması da o şey için gereken çabayı göstermesidir (Müfredât). Allah, her şeyi bir ölçüye göre var eder (Kamer 54/49, Ra’d 13/8). İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır (Enbiyâ 21/35). Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece doğru şeyler yapanı doğru yolda sayar (Nur 24/46). Yaptığının doğru veya yanlış olduğunu da kişiye ilham eder. Onun için doğru davrananın içi rahat, yanlış davrananın içi de sıkıntılı olur (Şems 91/7-10). Buna göre şâe (شاء) fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı veya yarattı”, insan olursa “gerekeni yaptı” anlamında olur. Allah insanlara, tercihlerine göre davranma hürriyeti vermeseydi hiç kimse yanlış bir şey yapamaz ve imtihan diye bir şey de olmazdı (Nahl 16/93). Yanlış kader anlayışını imanın bir esası gibi İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe (شاء) fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş; bunu, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

14. Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.
15. De ki: “Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takva[*] sahipleri için, Rabb'lerinin katında, içinde sürekli kalacakları, içinden nehirlerin aktığı Cennetler, arındırılmış eşler ve Allah'ın rızası vardır.” Kuşkusuz, Allah, kullarını hakkıyla görendir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

16. O takvâ sahipleri ki, şöyle derler: “Ey Rabb’imiz! Biz gerçekten iman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi o cehennem ateşi azabından koru!”
17. Onlar sabreden, doğru olan, gönülden kulluk eden, iyilik için harcamada bulunan ve seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dileyen kimselerdir.
18. Allah’tan başka ilah olmadığına; Allah, melekler ve doğruların yanında olan ilim sahipleri şahittir[*]. Ondan başka ilah yoktur. O Azîz'dir; daima üstündür, Hakîm'dir; bütün kararları doğrudur.

Allah’ın varlığı ve birliği konusunda kimsenin şüphesi yoktur. İlah sayılanlar, Allah ile araya konan aracılardır. Heykellerin ilah olamayacağı kolayca anlaşılır ve kimse onları savunamaz (Enbiya 21/52-56). Ama bazı aracıları fark edebilmek için Allah’ın kitabını açıklama ilmini bilmek gerekir. O ilmi bilmeyenler onların, Allah ile araya konduğunu göremezler. Kur’an’ı açıklama ilmini gizleyenler, bazı kelimelerin anlamıyla da oynamış ve nebimizi, Allah’ın yanında ikinci ilah konumuna getirmişler; ona, ayetleri açıklama, neshetme ve yeni hükümler koyma yetkisi vermişlerdir. Artık Müslümanlar bunu, bir ilimi gerçek sanmaktadırlar. Sonra bu yetkiyi alimlere de vermişler ve bir ilahlar piramidi oluşturmuşlardır. Bu yapı, Müslümanları parçalamıştır. Parçalanmayı güzel göstermek için de nebimize şöyle bir söz mâl edilmiştir: “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Belli kişiler etrafında kümeleşerek dinlerini bölenler var ya, hiçbir konuda onlardan olamazsın.” (En’âm 6/159) Böyle bir oluşumu bilmeden kabul edenler, sorumlu tutulmayabilirler (Bakara 2/120, 145). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

19. Allah katında din, İslam’dır[1*]. Kitap verilenler, kendilerine bu bilgi[2*] geldikten sonra birbirlerine üstünlük kurma gayretlerinden dolayı ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnirse, Allah onun hesabını çabuk görür.

[1*] “İslam” sözcüğü Arapça “seleme” kökünden türemiş olup itaat etmek, bağlanmak, selamete kavuşmak, teslimiyet gibi anlamlara gelmektedir. İslam, Hz. Âdem’den günümüze kadar beşerin düşüncede, tasavvurda, pratik hayatta ve iç âleminde her şeyi düzenleyen; Hz. Muhammed’in risaletiyle kemal noktasına ulaşan ve ilahi düsturların tamamını ihtiva eden tevhid dininin adıdır. Bu dinin mensuplarına Müslüman denir. Müslüman, Allah’a, meleklere, Allah’ın gönderdiği kitaplara, peygamberlere ve âhiretin varlığına inanan ve Allah’ın emirlerini uygulamaya çalışan kimsedir.(Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

[2*] Bu bilgi, önceki kitapları tasdik eden yeni kitabın yani Kur’an’ın geldiği bilgisidir (Al-i İmrân 3/81). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

20. Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben Allah’a teslim oldum; beni izleyenler de öyle!” Kendilerine kitap verilenler ile ümmilere / ilahi kitaptan bilgisi olmayanlara[*], "Siz de teslim oldunuz mu?" de. Eğer teslim olurlarsa yola gelmişlerdir; ama yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğ / ayetleri bildirmektir. Allah kullarını daima görmektedir.

Bu âyete göre ümmiler, kendilerine ilahi kitap verilmemiş olanlardır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Mekke toplumuna ümmi denmesi de ellerinde ilahi bir kitabın bulunmamasındandır. İnandıkları ilahi kitabın içeriğini bilmeyenlere de ümmi denir. Bakara 2/78 (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 3
21. Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlere, haklı bir sebep olmadan nebileri[1*] öldürenlere,[2*] doğruluktan şaşılmamasını isteyen insanları öldürenlere[3*] acı veren bir azabın müjdesini ver.

[1*] Ayetteki “müjde ver.” emrini alan ilk kişi nebimiz Muhammed aleyhisselamdır. Onun karşısında nebiyi öldürmüş biri yoktu. Kimse atalarının günahından da sorumlu tutulamayacağı için (Necm 53/38) buradaki “öldürme”, “nebiliği öldürme” anlamında mecaz olur.

[2*] Katele (قتل) fiilinin kök anlamı öldürmedir ama itibarsızlaştırma anlamına da gelir (Müfredat). Ayette hem nebileri hem de doğruluktan şaşılmamasını isteyenleri itibarsızlaştırmak için yapılan davranışın geniş zaman kipi ile ifade edilmesi, bu işin sürekli yapıldığını gösterir. Nebi ve resul kelimelerinde anlam kayması yapılarak Muhammed aleyhisselamın nebi sıfatıyla söylediği sözler, resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesine çıkarılmış ve o, Allah’ın yanında ikinci derecede yetkili konuma yükseltilmiştir. Muhammed aleyhisselam, kendi sözlerinin yazılmasını, bu yüzden yasaklamış (Müslim Adâb 32) Ebubekir ve Ömer döneminde yasak sürdürülmüş ama daha sonra serbest bırakılarak fesatçıların önü açılmıştır. Aslında nebiyi ilah seviyesine yüceltenler, onun gerçek görevini gölgede bırakarak nebiliği itibarsızlaştırmayı amaçlamışlardır (Furkan 25/30). Nebimiz şöyle demiştir: Ahirette ashabımdan bir grup sol tarafa alınacak, ben de: “Ashabım! Ashabım!” diyeceğim. Allah Teâlâ diyecek ki: “Bunlar, senin ayrılmandan sonra sürekli geriye gittiler.” Ben de salih kul İsa’nın dediği gibi diyeceğim: “İçlerinde bulunduğum sürece onları görüyordum. Beni vefat ettirince gören yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin. Eğer azab edersen, onlar senin kullarındır. Bağışlarsan şüphesiz sen güçlüsün, doğrusunu yaparsın.” (Maide 5/117-118) (Buhari, Enbiya, 8). Birçok sahabinin ve değerli ilim adamının sözleri de Allah’ın sözü seviyesine çıkarılmış ve onlar da itibarsızlaştırılmıştır. Bu gibi faaliyetler, günümüzde de devam etmektedir.

[3*] Onlara mâl ettikleri bazı sözleri kullanarak hem onların kişiliğini öldürmeye hem de Müslümanları saptırmaya çalışırlar. Ömer ve İbn Abbas (r. anhuma) en çok iftiraya uğrayanlardandır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

22. İşte dünyada ve âhirette yaptıkları iyiliklerin hayrını görmeyecek olan onlardır; onlara yardım eden de olmayacaktır.
23. Baksana şu kendilerine daha önce vahiyden bir pay verilenlere! Aralarını bulmak için Allah’ın kitabına çağrıldılar; fakat onlardan bir kısmı itiraz ederek yüz çevirdiler.
24. Bunun sebebi, “O ateş bize, sayılı günler dışında dokunmayacak!” diyor olmalarıdır. Uydurdukları yalanlar, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır[*].

Yahudilerin bu iddiaları Tevrat'a dayanmamaktadır. Bu iddia, onların ‘Sözlü Tevrat’ dedikleri ve bizdeki Kur'an dışı kaynaklardan vahyi gayri metluva karşılık gelen Talmud'ta yer alır. Talmud'a göre "Kötülerin Cehennemdeki yargısı 12 ayda son bulur. Bu süre içerisinde günahlarının bedeli ödenmiş olur." [TB, Shabbat 33b]. Bu ayetin bağlamı dikkate alındığında, iddia sahiplerinin Yahudi oldukları ortaya çıkar. İslam ulemasından bazıları, bu konuda Yahudileri geride bırakmayı başarmışlardır. Uydurulduğu kesin olan bir rivayette nebimizin Muâz b. Cebel’e şöyle dediği iddia edilir: “Kim kalbiyle tasdik ederek Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehâdet ederse Allah ona cehennemi haram kılar.” (Buhari, İlim, 49) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

25. Bakalım kendilerini, o geleceğinde hiç şüphe olmayan gün için, bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden, herkese kazandığı tamamen ödendiği zaman, halleri nice olacaktır.
26. De ki: “Ey mutlak iktidar sahibi olan Allah’ım! Sen istediğine iktidar verir istediğinden de iktidarı çeker alırsın, istediğini aziz eder istediğini de zelil edersin; hayır yalnızca Senin elindedir: Elbette Sen her bir şeye kadirsin.[*]

Allah hayrı ve şerri birlikte zikretmiştir. Çünkü, bir kimseye nisbetle mülkünün elinden çekilip alınması ve alçaltılması şerdir. Fakat, âyetin devamında “hayır ve şer yalnız Senin elindedir” yerine “hayır yalnız Senin elindedir” denilmiştir. Âyet “Elbette Sen her şeye kadirsin” diye bitmektedir. Burada ve Kur’an’ın hiçbir yerinde “şerrin” Allah’a nisbet edilmediği bir gerçektir. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

27. Geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın[*]. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın. İstediğin kişiye hesapsız rızık verirsin.”

Gece ile gündüz, güneş ve ay gibi kendi yörüngesinde dönen ayrı varlıklardır (Yasin 36/40). Dünyanın Güneş ile yaptığı açının daima değişmesi gece ile gündüzün uzayıp kısalmasına sebep olur. Gece gündüzün içine girince gece kısalır, gündüz uzar. Gündüz gecenin içine girince de gece uzar, gündüz kısalır. Uzaydan çekilen fotoğrafları inceleyenler gece ile gündüzün, daima var olduğunu görebilirler. (Hac 22/61, Lokman 31/29, Fatır 35/13, Hadid 57/6) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

28. Kafirlerden bir şekilde korunma ihtiyacı[1*] içinde olmanız hariç, müminler kafirleri müminlerden yakın dost edinmesinler[2*]. Bunu yapanın Allah'tan bir beklentisi olamaz. Allah, sizi kendisine karşı uyarır. Dönüp varacağınız yer, Allah’ın huzurudur.

[1*] Ayette geçen “تُقَاةً” “koruma” anlamına gelir (Lisânül-Arab) Bu mastardan türeyen takıyye kelimesi “Açık ve muhtemel tehlikeden korunmak maksadıyla inancın gizlenmesi” olarak ıstılahta kullanılmıştır. Can tehlikesi söz konusu olduğunda kişinin kalbindeki inancını gizleyebileceği ile ilgili ayet şöyledir: “Kalbi güven (iman) dolu iken ağır baskı altında olan dışında her kim, inanıp güvendikten sonra ayetleri görmezlikten gelir ve görmezliği (kâfirliği) içine sindirirse, Allah’ın öfkesi onların üstünde olur. Onların hak ettiği büyük bir azaptır.” (Nahl 16/106).

Söz konusu böyle bir ruhsatın delili nebimizin Ammar b. Yâsir’in davranışını tasvip etmesiyle de gösterilmektedir: Ammar b. Yâsir Mekke müşrikleri tarafından anne ve babasıyla birlikte yakalanır ve sırf imanlarından dolayı akla gelmedik işkencelere maruz kalırlar. Annesini ve babasını gözlerinin önünde işkenceler altında kaybeden Ammar (r.a.) müşriklerin işkencelerine artık dayanamayacağını anladığı bir anda, onların baskısı üzerine; Muhammed’den hoşlanmadığını, Lat ile Uzza’nın iyiliğini dile getirir. Ammar (r.a.) bütün bu olanları nebimize anlatıp “Perişan oldum ya Rasulallah!” deyince, nebimiz sorar: “Kalbini nasıl buldun?” Ammar cevap verir: “İman ile dopdolu.” Bunun üzerine nebimiz: “Eğer bir daha seni yakalarlarsa aynı şekilde davran!” der. (İbn Sa’d, Tabakat, c. III, s. 249.) Fakat Şia, bu ruhsatı bir azimet telakki ederek, akidede asla terk edilmemesi gereken bir farz olarak kabul etmiştir. Şia bu ilkeyi zamanla ana prensiplerinden biri haline getirerek, ölüm tehlikesi gibi tehlikeli durumlarda değil genel olarak düşmanca tutumun görüldüğü her yerde uygulama yoluna gitmiştir. Neticede bir Müslümanın Kur’ân’da takva olarak gördüğü birçok şeyi Şia takıyye olarak görmeye başlamıştır. Örneğin, Nebimizin takıyye ile ilgili şöyle dediğini iddia ederler: “Siz Allah’ın dini üzeresiniz. Her kim bunu gizlerse Allah onu aziz kılar. Her kim de bunu duyurursa Allah onu zelil kılar.” (Küleynî, a.g.e., c. II. s. 220.) Ali’ye (r.a.) ise şöyle bir söz nispet ederler: “Takıyye mü’minin en faziletli amelidir. Takıyyesi olmayanın dini de yoktur.” (Küleynî, “a. g. e.”, II/220.) Dolayısıyla Yahudilikte olan ve insan şahsiyetine zıt Kriptoculuk /Gizlilik aşırı bir versiyonuyla Şiilikte de mevcuttur.

[2*] Dininizden dolayı bizi öldürmeye kalkışmamış, bizi yaşadığınız yerlerden çıkarmamış veya çıkaranlara destek vermemiş kafirlerle dostluk kurmamız yasak değildir (Mümtahine 60/8-9). Yasak olan, onları birinci dereceden dost saymamızdır. Birinci dereceyi daima müminlere vermemiz gerekir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

29. De ki: “İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Bütün göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye Kadîr'dir.”
30. Herkes, yaptığı bütün iyilikleri de kötülükleri de karşısında bulacağı o gün isteyecek ki kötülükleri ile kendi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, sizi kendisi ile uyarır / korkutur. Allah, kullarına karşı Raûf'tur; çok şefkatlidir.
BÖLÜM 4
31. De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr'dur; çok affedici ve Rahîm'dir; ikramı boldur."
32. De ki: “Allah'a ve Resul'e itaat edin.”[*] Eğer yüz çevirirlerse, kuşkusuz, Allah, gerçeği yalanlayan nankörleri sevmez.

İslam dininin “atalar” dinine dönüştürülmesi, büyük oranda “Allah'a ve Resûl'üne itaat” etmeyi buyuran ayetlerdeki Resûl sözcüğüne “sünnete ve hadise itaat etme” anlamı verilerek yapılmıştır. Oysaki Kur'an'da peygamber sözcüğü geçmez. Peygamber, Farsça bir sözcüktür. Kur'an'da Resûl ve Nebi sözcükleri geçmektedir. Kur'an'da Nebi'ye itaat etmeyi buyuran ayet yoktur. Yalnızca Resûl'e itaat vardır. Çünkü Resûl'e itaat etmek demek, bildirdiği ayetlere itaat etmek demektir. Yani Resûl'e itaat etmek aslında Allah'a itaat etmek demektir. Resûl'e tabi olmak demek, Allah'a yani vahye tabi olmak demektir. “Kur'an, Allah'ın kelamı, Resûl'ün beyanıdır/sözüdür.” Diğer bir ifade ile Resul'ün sözleri “ayettir”, Nebi'nin sözleri ise “hadistir.” Resûl'ün söyledikleri Allah'a aittir. (69:40) Resûl, hatasızdır. Nebi'nin yanıldığı olmuştur. Resûl ilahi koruma altındadır. Resûl'e itiraz etmek, Allah'a itiraz etmektir. Ama Nebi'ye itiraz edilebilir, nitekim sahabe zaman zaman yapmıştır. Allah'a itaatin emredildiği ayetlerde, bir terkip olarak Resûl'e de itaat emredilmektedir. Aslında bu itaat, Resûl'ün şahsına değil, onun söylediklerine itaat ederek, Allah'a itaat anlamına gelmektedir. Yani “Allah ve Resûl'ü” terkibi, iki ayrı şey değil, yalnızca Allah'ın otoritesini ifade eden bir terkiptir. Bu terkipte yer alan “ve” edatı, “atf-ı beyan” ve “atf-ı tefsir” için de kullanılmaktadır. Bu durumda “ve” edatı, kendinden önceki sözcüğü kendinden sonraki sözcük ile açıklar. Bu kurala göre Allah ve Resûl'ü demek, anlam olarak “Allah'a demektir.” (Erhan Aktaş Tefsiri)

33. Şüphe yok ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini, İmran ailesini kendi çağının insanları içinden seçerek üstün kıldı:
34. Bunlar birbirlerinin soylarından gelen tek bir nesildir. Allah Semî'dir; dinler ve Alîm'dir; bilir.
35. Bir gün İmrân'ın karısı şöyle dedi: "Rabbim! Karnımda olanı, sadece senin hizmetinde olacak şekilde[*] sana adadım; benden kabul et! Beni dinleyen de bilen de sensin!"

Ayetteki (muharrar =مُحَرَّر) hür olarak, yani ailesine ve başka bir yere karşı sorumluluğu olmadan yalnızca Allah’a adanmış olarak, anlamındadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

36. Onu doğurunca, ne doğurduğunu Allah daha iyi bildiği halde şöyle dedi: “Rabbim! Kız doğurdum. Erkek kız gibi olmaz ki![*] Ben ona Meryem adını verdim; onun ve soyunun, taşlanan şeytandan korunmasını sana bırakıyorum.”

Demek ki çocuğun erkek olmasını bekliyormuş. Yahudi toplumunda mabed görevlileri (kohenler) ve ilim adamları (hahamlar) erkek olur. İmran’ın karısı da erkek çocuk beklentisiyle bir adakta bulunmuştu. Ancak kız doğurduğunu görünce adağını nasıl yerine getireceğini bilemediği için böyle bir şaşkınlık yaşamıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

37. Rabbi Meryem’i, güzel bir şekilde kabul etti ve güzel bir bitki gibi yetiştirdi[1*]. Bakımını da Zekeriya’ya verdi. Zekeriya ne zaman onun has odasına[2*] girse yanında bir rızık[3*] bulur, "Meryem! Bu sana nereden?" diye sorardı. O da “Allah katından! Allah, tercih ettiğine hesapsız rızık verir!" derdi.

[1*] Ayette Meryem validemizin güzel bir bitki gibi yetiştirildiğinin belirtilmesi, onun yapısında bitkiye benzer bir özelliğin olduğunu gösterir. Çoğu çiçekli bitkilerde hem erkeklik hem dişilik organı olur ve kendi kendilerini döllerler. Meryem'in sıradan bir bitki yerine güzel bir bitkiye benzetilmesi, bize, onun özellikle çiçekli bitkilere benzetildiğini düşündürür. Meryem’in rahmine ruhun üflenmesi ile ilgili iki ayetten birinde rahmine erkek (Tahrim 66/12), diğerinde de dişi zamir (Enbiya 21/91) ile gönderme yapılması bunu destekler. İsa aleyhisselamın Adem aleyhisselam gibi olması (Al-i İmran 3/59) ve ilk yaratılışın bitki örneği ile açıklanması (Nuh 71/17), ahirette yeniden yaratılışın aynı usulle olacağının bildirilmesi (Araf 7/29) de bunu ispatlar.

[2*] Mihrab; oda, hünkar mahfili, başoda, sultanın tek başına kaldığı has oda, harem dairesi, insanların oturduğu ve toplandığı yer vs. anlamlarda kullanılır. (Lisân’ul-Arab ve el-Kamus’ul-Muhît) (Meryem 19/11, Sad 38/21)

[3*] İster maddi, ister manevi olsun, kendisiyle ihtiyaçların giderildiği her şeye rızık denir. (Bakara 2/22, 172, Hud 11/88, Hac 22/58, Vakıa 56/82) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

38. İşte o anda-orada Zekeriyya Rabbine şöyle dua etti: “Rabbim! Bana katından güzel bir nesil bağışla; çünkü sen tüm duaları işitensin!”
39. (Meryem’in olduğu) has odada, ayakta namaz kılarken melekler (Zekeriya’ya) şöyle seslendiler: "Allah sana, Allah’a ait bir sözü tasdik edecek[*], önder, kendine hâkim ve iyilerden olacak bir nebiyi, Yahya’yı müjdeliyor!”

Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir (Al-i İmrân 3/47, 59). O emir, Meryem’in rahminde İsa’nın babasız olarak oluşması emridir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

40. (Zekeriya) “Rabbim! Benim nasıl oğlum olabilir? İhtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısır[*]!" dedi. Allah: “Böyle olacak! Ben tercih ettiğim şeyi yaparım” dedi.

Zekeriya aleyhisselam, kendisinden sonra yerine geçecek bir çocuk istemektedir. Ancak eşi kısır, kendisi de çok ileri bir yaşta olduğu için bu çocuğu, Meryem’in evlenip doğurmasını beklediği anlaşılmaktadır. Beklediği çocuğun kendi çocuğu olacağı müjdelenince şaşırması bunu açıkça göstermektedir (Meryem 19/1-9). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

41. (Zekeriya:) “Rabbim! Benim için bir ayet / bir gösterge belirle!” dedi. Allah: “Senin göstergen üç gün boyunca insanlarla, işaret dili dışında konuşamamandır. Rabbini çokça an (onu iyi tanımaya çalış) ve sabah akşam ona ibadet et” dedi.
BÖLÜM 5
42. O zaman melekler, “Ey Meryem!” dediler, “Allah seni seçti ve tertemiz kıldı; seni bütün dünya kadınlarının üstünde bir konuma çıkardı.”
43. Ey Meryem! Rabbine içten boyun eğ, secdeye kapan ve rüku edenlerle birlikte rüku et!”[*]

“Rüku edenlerle birlikte rüku et!” yani namazını cemaatle kıl. “Rüku edenler” ifadesi, Arapçada kadın-erkek iki cinsi de kapsayacak bir cemaate işaret eder. Meryem aleyhisselama verilen bu emir, kadınların da cemaatle namaz kılacağının açık bir delilidir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

44. İşte bu, sana vahiy yoluyla bildirdiğimiz gayb[1*] haberlerindendir. Yoksa Meryem'in bakımını kim üstlenecek diye (kur’a için) çubuklarını atarlarken[2*] yanlarında değildin. Aralarında çekişirlerken de yanlarında değildin.

[1*] Var olduğu halde duyu organlarından uzak olana veya kişinin bilmediği şeylere ‘gayb’ denir. (Mufredat)

[2*] “Çubuk” diye tercüme ettiğimiz “kalem” kelimesi Arapçada “sert bir şeyden koparılan parça” anlamına gelir (Müfredat). Bu olay, aşağıdaki apokrif sayılan İncil pasajında da anlatılmış ve atılanların birer dal parçası olduğu söylenmiştir: “Rabbin meleği şöyle dedi: "Zekeriya, tapınaktan çık ve halkın dul erkeklerini bir araya topla. Her erkek bir dal parçası getirsin. Rab kime işaret verirse, Meryem o kişinin sorumluluğunda olacak". Bu çağrı tüm Yahudiye bölgesine ilan edildi; Rabbin borusu çalındı ve tüm erkekler tapınağa koştular.” (Yakup İncili VIII.3). Dal da ağaçtan koparılan bir parça olduğundan, çubuk kelimesi ayete uygun düşer. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

45. Yine bir gün melekler Meryem’e şöyle dediler: “Meryem! Allah sana kendisinden bir söz[1*] müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah'a yakınlaştırılmış kişilerden olacaktır[2*].

[1*] Bu “Söz” Allah’ın “Ol” emridir. (Al-i İmrân 3/59) İsa aleyhisselam anasının rahminde o emirle oluşmaya başlamıştır.

[2*] Geleneksel inanca göre nebilerin ismet sıfatı vardır yani günahtan korunmuşlardır. Halbuki hiçbir nebi, günahtan korunmuş değildir. Onlar günahlardan, kendi gayretleri ile korunarak insanlara örnek olmuşlardır. (Nisa 4/172-173, Zümer 39/65-66) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

46. Beşikteyken de büyüyünce de insanlarla konuşacak ve iyilerden olacak."[*]

Bunlar, İsa aleyhisselamın sahip olduğu özelliklerdir. Aslında her insan en güzel özelliklerle yaratılır (Tin 95/4-5). Ancak nebilere çok ağır görevler yüklendiği için nebiler, onların üstesinden gelebilecek güçte yaratılmışlardır (Kalem 68/4). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

47. Meryem, “Rabbim! Benim nasıl çocuğum olur? Bana bir erkek dokunmadı ki!” dedi. “Evet, öyle!” dedi. Ama Allah gerek gördüğü şeyi yaratır. Bir işe karar verdi mi sadece "Ol!" der, o şey oluşur.”
48. Allah ona kitabı ve hikmeti[1*] Tevrat'ı ve İncil’i[2*] öğretecektir.

[1*] Hikmet, Allah’ın kitaplarından doğru hüküm çıkarma ve çözümler üretme yöntemidir.

[2*] Tevrat ve İncil, tıpkı Kur’an gibi içinde hikmeti barındıran kitaplardır. Bu sebeple bunlar, kitap ve hikmetin atf-ı tefsiridirler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

49. İsrailoğullarına elçi olarak (gönderildi. Onlara şöyle dedi): "Size, Rabbinizin ayeti / mucizesi ile geldim. Sizin için balçıktan kuş heykeli yaratır,[*] ona üflerim de Allah'ın izni ile kuş olur. Doğuştan kör olan ve alaca hastalığı olanı iyileştirir, Allah'ın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde neler yediğinizi ve neleri biriktirdiğinizi de bildiririm. Eğer Allah’a inanıp güvenen kimselerseniz bunlar gerçekten sizin için birer ayet / mucizedir.

Yaratma iki türlüdür. Birincisi, maddesi ve benzeri olmayan bir şeyi yoktan var etmektir. Onu Allah’tan başkası yapamaz. “O, gökleri ve yeri, bir örneği yokken yaratmıştır. (En’âm 6/101). İkincisi, bir şeyden bir başka şey üretmektir. Bu tür yaratmayı insanlar da yapabilir. İsa aleyhisselamın yaptığı ikincisidir (Müminun 23/14). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

50. “Önümdeki Tevrat'ı tasdik etmek[1*] ve size haram kılınmış[2*] bazı şeyleri helal kılmak için geldim. Size, Rabbinizin ayeti / mucizesi ile geldim. Artık Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ve bana gönülden boyun eğin.

[1*] Matta İncil’inde İsa’ya ait şöyle bir söz geçer: “Kutsal Yasa'yı (Tevrat’ı) ya da elçilerin sözlerini geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil, tamamlamaya geldim. Size doğrusunu söyleyeyim, gök ve yer ortadan kalkmadan, her şey gerçekleşmeden, Kutsal Yasa'dan ufacık bir harf ya da bir nokta bile eksilmeyecek. Bu nedenle, bu buyrukların en küçüklerinden birini kim bozar ve başkalarına öyle yapmayı öğretirse, Göklerin Egemenliğinde en küçük sayılacak. Ama bu buyrukları kim yerine getirir ve başkalarına öğretirse, Göklerin Egemenliğinde büyük sayılacak.” (Matta 5/17-19)

[2*] Yahudilere özel olarak nelerin haram kılındığını görmek için (Al-i İmran 3/93) âyetin dipnotuna bkz. (Süleymaniye VakfıTefsiri)

51. Allah, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’inizdir. O halde O’na kulluk edin. Doğru yol budur."
52. İsa onlardaki inkârcı ve inatçı tavrı sezince (etrafındaki mü'minlere): “Allah'ın dini için (zalimlere karşı başlattığım mücadelede) yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler:[1*] “Biziz Allah'ın dininin (ve elçisinin) yardımcıları[2*]. Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız / tüm benliğimizle Allah'a teslim olmuş kimseleriz” dediler.

[1*] “Havari” kelimesi, “yardımcı, arkadaş, dost” anlamlarına gelmektedir. Havariler, Hz. İsa’ya ve onun Allah’tan getirdiği dinin yayılması için yardım etmeyi ve zalimlere karşı başlatılan mücadeleye ortak olmayı taahhüt eden sahabelerdir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği ilahi hükümleri yaymayı vazife edinen on iki kişiden her birine “havari” denir.

[2*] “Yardımcılar” manasına gelen “nasara” kelimesi ise, kendilerini Allah’ın yardımcıları olarak gören Hristiyanlar için kullanılmıştır. Hz. Muhammed’e ve onun davasına yardım eden Medineli Müslümanlara nasıl ki “Ensar” denmiş ise, Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olan Hristiyanlara da “Nasara” denmiştir. Allah, Kur’an’da Hristiyanlardan bahsederken 14 yerde “Nasara” ifadesini kullanmıştır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

53. “Rabbimiz! İndirdiklerine iman ettik, elçiye de tâbi olduk: Bu nedenle bizi (hakikate) şahit olanlarla birlikte yaz!”
54. (Kâfirlik edenler İsa’ya karşı) bir plan kurdular; Allah da plan kurdu[*]. Allah, plan kuranların en iyisidir.

“Plan kurma” diye meal verdiğimiz (mekr = المكر), birini hedefinden, bir şekilde çevirme anlamındadır (Müfredat). İnsan ve cin şeytanları, insanı doğru yoldan çevirmek için planlar kurarlar. Bu, onların mekridir. Allah Teâlâ da şeytanların planlarından kurtulma yollarını gösterir. Bu da Allah’ın mekridir (Tevbe 9/115). Engellere göğüs gererek hep doğruları arayan, onları bulur (Ankebut 29/69). Bundan sonraki ayette İsa aleyhisselamın Allah’ın mekri /planı sayesinde öldürülmekten nasıl kurtarıldığı anlatılmaktadır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 6
55. Bir gün Allah şöyle dedi: “Bak İsa! Seni vefat ettireceğim[1*] ve katıma yükselteceğim[2*]. Kafirlik eden / ayetlerimi görmezlikte direnen şu insanlardan seni kurtaracağım. Senin izinden gidenleri, kıyamet / mezardan kalkış[3*] gününe kadar, kâfirlik edenlere üstün kılacağım[4*]. Sonra dönüp geleceğiniz yer huzurumdur. Aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, o zaman karara bağlayacağım.

[1*] Zümer 39/42’ye göre vefat, işi biten ruhun bedenden ayrılmasıdır. Allah ruhu iki şekilde vefat ettirir, biri uykuya daldığında diğeri de öldüğünde olur. Ruh, bilgisayarın işletim sistemi gibi bütün bilgileri korur. Onun için Allah, hem uyuyan hem de ölen bedenin ruhunu koruma altına alır. Uyuyan insanın ruhu, uyandığında, ölenin ruhu da vücut yeniden yaratıldığında geri döner. (Müminûn 23/100 ve Tekvîr 81/7) İsa aleyhisselam, ruhunun alınmasından sonraki ilk konuşmasını ahirette yapacağı için (Maide 5/117) bu ayetteki vefat, onun öldüğünü gösterir; dünyaya tekrar gelmesi diye bir şey yoktur.

[2*] Ölen her insanın ruhu göğe yükselir ancak gök kapıları kâfirlere açılmaz (Araf 7/40).

[3*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür.

[4*] İsa’ya uyanlar, onu Allah’ın oğlu sayanlar değil, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inananlardır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

56. “İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim. Onların hiç yardımcıları da olmayacaktır.
57. İnanıp güvenen ve iyi iş yapanların hak ettiklerini de tam vereceğim. Ben, yanlış yapanları sevmem[*].”

“Ben yanlış yapanları sevmem” anlamı verdiğimiz cümle “Allah yanlış yapanları sevmez” şeklindedir. Burada birinci şahıstan üçüncü şahsa geçilmesinin sebebi Arap edebiyatındaki iltifat sanatıdır. Türk edebiyatında böyle bir kullanım olmadığı için bu geçiş bir Türkü şaşırtır. Anlamayı kolaylaştırmak için burada iltifat sanatı yok sayılmıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

58. Bunlar, sana bağlantılarıyla birlikte okuduğumuz[*] ayetler, doğru hükümlerle dolu akılda tutulması gereken bilgilerdir.

Derlemek, seçip toplamak, bir araya getirmektir. Bu, Arap dilindeki tilavetin kök anlamıdır. (Bkz. Mekâyîs) Kur’an-ı Kerim, Allah’ın ilk insandan beri indirdiği ayetlerin Allah tarafından yapılmış son derlemesi gibidir. Allah, önceki kitapların temel hükümlerini son kitabında aynen korumuş ve şöyle demiştir: “Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin kuralı (şeriat) yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve birbirinizden ayrı düşmeyin.” (Şûrâ 42/13)

Allah, önceki kitapların bazı hükümlerini Kur’ân’a almamış ve şöyle demiştir: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar, Kitaptan gizlediğiniz birçok şeyi sizin için ortaya çıkaran, birçoğuna da dokunmayan elçimiz (kitabımız) geldi. Size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi.” (Maide 5/15) Önceki kitapların bazı hükümleri ise daha iyisi ile değiştirilmiştir. Mesela Müslümanlar ilk başta orucu, önceki ümmetler gibi tutarken (Bakara 2/183) daha sonra bazı hafifletmeler yapılmıştır (Bakara 2/187). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

59. Allah katında İsa’nın durumu tıpkı Adem’in durumu[*] gibidir. Âdem’i topraktan yarattı sonra “Ol!" dedi; o da oluştu.

Âdem’in de İsa’nın da babası yoktur. İsa’nın annesi Meryem, Âdem’in annesi ise topraktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

60. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma!
61. Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu [hakikat] hakkında tartışırsa de ki: “Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizim yandaşlarımızı ve sizin yandaşlarınızı çağıralım; sonra [birlikte] tevazu içinde ve gönülden yalvaralım ve Allah’ın lânetinin [aramızdan] yalan söyleyenlerin[*] üzerine olmasını dileyelim.”

Yani, Hz. İsa’nın gerçek kimliği konusunda. Bütün muteber kaynaklara göre bu surenin 59-63. ayetleri, H. 10. yılda, bütün Hristiyanlar gibi, Hz. İsa’nın “Allah’ın oğlu” ve dolayısıyla insan suretindeki Allah olduğunu iddia eden Necrân Hristiyanlarından bir heyet ile Hz. Peygamber arasındaki bir tartışma dolayısıyla nazil olmuştur. Onlar, Hz. Peygamber tarafından kendilerine teklif edilen “namaz yoluyla sınanma”yı (mübâhele) reddettikleri halde Hz. Peygamber, kendileri ile tüm medenî haklarını kullanabilmelerini ve dinlerini serbestçe uygulayabilmelerini garanti eden bir anlaşma yaptı. (Muhammed Esed Tefsiri)

62. İşte İsa hakkında işin gerçeği budur. Allah'tan başka gerçek ilah yoktur. Ve Allah, elbette Azîz'dir; daima üstün ve Hakîm'dir; bütün kararları doğru olandır.
63. Eğer yüz çevirirlerse, Allah, kimlerin bozguncu olduğunu bilir.
BÖLÜM 7
64. De ki: "Ey ehlikitap / kitaplarında uzman kişiler![1*] Sizinle bizim aramızda ortak olan şu söze gelin: Allah'tan başkasına[2*] kulluk etmeyelim. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz, kimilerini Allah ile araya koyarak rabler edinmesin.” Yüz çevirirlerse onlara deyin ki: "Şahit olun, biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz."

[1*] Kur’an’da, ellerinde ilahi kitap bulunanları ifade etmek için iki ayrı kavram kullanılır. Bunlardan biri; “ûtu’l-kitab /kendilerine kitap verilenler”dir. Bu, genel bir ifade olup kitapları hakkındaki bilgi seviyelerine bakılmaksızın o toplumun tamamını kapsar (Nisa 4/47, 131, Maide 5/5). Diğeri ise “ehl’ül-kitab /ehl-i kitap”tır. Bu kavram, kitaplarının içeriğinden haberdar olanları ifade eder. Allah’ın ayetlerini, doğruluğuna şahitlik edecek derecede kavramış, gerçekleri ve onların nasıl gizlenebileceğini bilen kişiler için daima ehl-i kitap ifadesi kullanılır (Bakara 2/109, Al-i İmrân 3/70,71,98,99; Nisâ 4/171, Mâide 5/15). Bakara 2/78’de kitaplarının içeriğini bilmeyenlere ümmi denmiştir. Bakara 2/79’da ise kitaplarının içeriğini bilenler hakkında şu ifade kullanılarak aradaki fark, net bir şekilde ortaya konmuştur: “Fakat elleriyle kitap yazan, sonra onunla geçici bir çıkar sağlamak için ‘Bu ,Allah katındandır!’diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var!”

[2*] Ayette, tam tercümeyle “Allah’tan başka bir şey” ibaresi kullanılmaktadır. Bu ifade, bir başka insana kul olunabileceği gibi cansız bir varlığa ya da bir ideolojiye dahi kul olunabileceğini gösterir. İnsanın herhangi bir kişinin sözünü Allah’ın sözünden üstün tutması ve Allah’ın sözüne rağmen o kişiye kayıtsız şartsız uyması, Allah’ı ikinci plana atıp ona kul olmasıdır. Kur’an’daki açık âyetlere rağmen din adamlarının sözüne kayıtsız şartsız uymak da onları ilah edinmektir. Kendi arzularını gerçekleştirmek için Allah’ın emirlerini görmezlikte direnmek, Allah’ı ikinci sıraya atarak kendini ilah edinmek olur (Furkan 25/43 ve Casiye 45/23). Kısaca, Allah’ı ikinci plana atarak Allah’ın emirlerinden daha fazla öncelenen her şey, kişinin ilahı olur. Bu da şirke düşmektir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

65. Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz. Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?[*]

Yahudiler ve Hıristiyanlar İbrahim (a.s.)’ın kendilerinden olduğunu iddia etmişler ve bu konuda Peygamber (s.a.)’e ve mü’minlerle tartışmaya girmişlerdir [İbn Hişam, Sîret, s. 307]. Bu yüzden onlara şöyle denmiştir: Yahudilik ancak Tevrat’ın inzâlinden sonra, Hıristiyanlık ise İncil’in inzâlinden sonra ortaya çıkmıştır; İbrahim (a.s.) ile Musa (a.s.) arasında bin sene, İbrahim (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında ise iki bin sene var; o halde nasıl olur da İbrahim (a.s.), kendi zamanında mevcut olmayan ve çok uzun zaman sonra ortaya çıkmış olan bir dine mensup olabilir!? “Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız” ki böyle imkânsız bir iddiayı savunarak tartışmaya girmeyesiniz“!?” (Zemahşeri Tefsiri)

66. İşte siz böylesiniz: Hakkında biraz bilgi sahibi olduğunuz konuda (Musa ve İsa konusunda) tartıştınız; fakat hiç bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Oysaki Allah her şeyi bilir; siz ise bilmezsiniz.
67. İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyan. Fakat o, Hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.[*]

Münakaşa ettiğiniz konulara dair bilgiyi “siz bilmezsiniz” bu konuda cahilsiniz, “Allah bilir” ve Allah İbrahim Peygamber’in sizin dininizden berî olduğunu açıkça bildirmektedir: “İbrahim; ne Yahudi’ydi ne de Hıristiyan’dı, fakat (O’na) teslimiyet göstermiş samimi bir muvahhitti... Müşriklerden de değildi,” yani sizden olmadığı gibi Müşriklerden de değildi. “Müşrikler” ile Yahudi ve Hıristiyanlar da kastedilmiş olabilir, zira onlar da Üzeyir ve Mesih ’i Allah’a ortak koşmaktadır. (Zemahşeri Tefsiri)

68. İnsanların İbrahim'e en yakın olanları, elbette ona uyanlar ile bu nebi (Muhammed) ve ona inanıp güvenenlerdir. Allah, bütün müminlerin Veli'sidir[*].

Veli (çoğulu evliya), araya başka bir şey girmeyecek şekilde birbirine yakın olan iki veya daha çok kişiden her birini ifade eder. Bir işi üstlenene de veli denir (Müfredât). Sinir uçlarımızdan daha yakın olan Allah (Kaf 50/16), bizim velimiz ve en yakınımızdır (Bakara 2/257). Veli kelimesi Arap dilinde hem ism-i fail yani eylemi yapan hem de ism-i mef’ul yani eylemden etkilenen anlamında kullanılır. Her mümin, “Allah’ın koruması altında olan” anlamında Allah’ın velisidir (Yunus 10/62-63). Ayetler gayet açık olduğu halde gelenekte Allah ile insanlar arasında bir velayet makamı oluşturulur, orada olduğuna inanılan kişilere veli denilerek veliler birer tanrı konumuna getirilir ve asla affedilmeyecek şirk günahına girilir (A’raf 7/3, 30, Ahkaf 46/4-6). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

69. Kitap ehlinden bir grup sizi saptırabilmeyi çok arzu etti. Oysa sadece kendilerini saptırıyorlar, fakat farkına varmıyorlar.
70. Ey Kitap ehli! (Gerçeğe) şahit olduğunuz hâlde, niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71. Ey Kitap ehli! Niçin gerçek olanı yalan ile karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyor(üzerini örtüyor)sunuz?[*]

O gün ehl-i kitap gerçeğin bu dinde olduğuna şahitlik ettiği gibi bu günde aynı şahitliklerini sürdürmektedir. Bu gerçeği kitaplarındaki müjdeler ve işaretlerinden haberi olanlar da olmayanlar da kabul ediyordu. Hatta bunlardan haberi olan bazıları bu türden bilgilerini açıkça ifade ediyor, bir kısmı da kitaplarında gördükleri ve gözleriyle tanık oldukları gerçek karşısında müslüman oluyordu... Aslında ehl-i kitap İslâm'ın imana çağırdığını apaçık bir gerçek olarak görüyordu... Yalnız buna rağmen inkar ediyordu...Delil yetersizliğinden değil... İnkarlarının başlıca nedeni heva-heves, menfaat ve saptırmaydı. Halbuki Kur'an onlara "Ey kitap ehli!" diye hitap ediyordu. Zira bu sıfatın onları Allah'ın ayetlerine ve yeni kitabına yaklaştırması beklenirdi!

Sonra ayet ikinci defa onlara hitap ediyor... Bununla onların bilerek, kasıtlı ve amaçlı olarak gizleyip örtbas etmek ve batılın karanlığında kaybetmek için, hakk ile batılı karıştırmakla ne denli bir suç işlediklerini açığa çıkarıyor.

Yüce Allah'ın ehl-i kitabı kendisi yüzünden eleştirdiği o günkü eylemleri, onların bu güne kadar aynı çizgide izledikleri hareketlerdir. Tarih boyunca onların izledikleri yol bu olmuştur. Yahudiler ilk andan itibaren bu yolu izlediler. Sonra Hıristiyanlar onları takib etti!

Uzun asırlardan bu yana sürüp gelen İslâm kültürüne -ne acıdır ki- asırlarca süren çabalarla ancak ortaya çıkarılabilen gizli hilelere başvurdular!.. Bu kültürde baştan sona hakk ile batılı karıştırdılar. Allah'ın yüce keremine hamdolsun ki Allah'ın sonsuza dek korunmasını garanti ettiği Kur'an bunun dışında kaldı.

Yahudiler tarafından beslenen bu hain eller, İslâm tarihini, kahramanlarını ve tarihi olaylarını ters yüz ettiler. Aslı olmayan şeyler eklediler. Bununla da kalmayıp Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) hadislerine el attılar. Cenabı Allah bu işin üstesinden gelecek din adamlarını bu işe yöneltti. İslâm bilginleri hadis namına ortaya atılan malzemeyi uzmanlıklarına dayanarak dikkatle ve özenle çalışmalar yaparak ve insanın beşerî gücünü aşanlar dışında hepsini yazdılar. Kur'an tefsirine de uzandılar. Onu o kadar karıştırdılar ki araştırıcılar bu konuda yol işaretlerine varamayacak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Şahsiyetler üzerinde de bir takım plânlar yaptılar. Yüzlercesi, binlercesi İslâm kültürü aleyhinde kullanıldı. Bugün bu yöntemler hâlâ oryantalisler -Doğu bilimciler- tarafından icra edilmektedir. Ayrıca halkları, müslüman ülkelerde şu an düşünce önderliği makamlarını işgal edenler de oryantalistlerin öğrencileridir. Haçlılar ve Siyonistler tarafından üretilerek İslâm ümmetine kahraman diye lanse edilen onlarca şahsiyet ortaya çıkarılmıştır. Böylece bu düşmanların açıkça yapmayı başaramadığı hizmetleri İslâm düşmanlarına rahatlıkla takdim ettiler. Bu oyunlar hâlâ sürdürülmekte ve devam etmektedir. Bu planların etkisinden kurtulma ve korunmanın tek yolu, muhafaza altına alınan Kur'an'a sığınmak ve asırlarca süren savaşta istişare için O'na dönüş yapmaktır.

Aynı şekilde ehl-i kitaptan bir grubun müslüman cemaatı dininde kuşkuya düşürmek ve onu doğru yoldan alıkoymak için gerçekten çirkin bir tuzak yoluna başvurduklarını arzetmektedir (Seyyid Kutub Tefsiri)

BÖLÜM 8
72. Kitap ehlinden bir grup, “Mü’minlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar (size bakarak) dönerler” dedi.[*]

Bu âyette, İslâm’ın önünü kesmek için başvurulan psikolojik savaş yöntemlerinden biri dile getirilmektedir. Medine civarında yaşayan birtakım yahudi bilginler ve liderler, imanı henüz sağlamlaşmamış kimseleri şüpheye düşürmek için aralarında bir karar almışlardı. Buna göre İslâm’ı kabul etmiş gibi görünecekler, sabah namazını müslümanlarla birlikte kılıp, akşam üzeri İslâm’dan çıktıklarını ilan edeceklerdi. Amaçları, hiç olmazsa bazı kimselerin, “Bunlar vazgeçtiklerine göre, Müslümanlık’ta mutlaka bir eksiklik bulmuşlardır”, demelerini sağlamaktı. Âyette onların bu planları ortaya konmaktadır. (Diyanet İşleri Tefsiri)

73. Sizin dininize uymuş olandan başkasına inanmayın!” Sen de ki: “Doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur.” (Onlar şunu da söylediler:) “Size verilenin bir denginin başkasına da verildiğine veya Allah katında size karşı delil getireceklerine de inanmayın!” Sen de de ki: “Lütuf Allah’ın elindedir. Onu, tercih ettiği kişiye verir. Allah, Vâsî'dir; imkânları geniş olan ve Alîm'dir; daima bilendir.”
74. O, ikramını tercih ettiği[*] kişilere tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.

(Şâe = شاء) fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Âl-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada Allah’ın yaptığı şey, bazı kullarını tercih ederek ikramda bulunmasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

75. Kitap ehlinden öylesi vardır ki, kendisine bir kantar mal emanet etsen, onu sana geri verir. Ama öylesi de vardır ki, kendisine bir dinar emanet etsen başına dikilip durmadığın sürece onu sana geri vermez. Bu onların: "Bilgisizlere[*] karşı bizim üzerimizde bir sorumluluk yoktur" demelerinden dolayıdır. Onlar bile bile Allah hakkında yalan söylemektedirler.

Yahudiler, vahiy ve vahiyle bildirilmiş kitaplar hakkında bir şey bilmemeleri sebebiyle müşrik Araplara "ümmiler (:bilgisizler, cahiller)" demekte ve kendilerinin onlara yaptıkları haksızlıklardan dolayı sorumlu tutulmayacaklarını ileri sürüyorlardı. Daha sonra yahudi olmamalarına binaen Müslümanlar hakkında da benzer şeyler söylemeye başladılar. Ayeti kerimedeki "onlar bile bile Allah hakkında yalan söylemektedirler" ifadesiyle kastedilen şey ise, söz konusu iddialarını Allah tarafından kendilerine bildirilmiş bir hüküm olarak göstermeye çalışmalarıdır. Yahudiler Allah katından kendilerine böyle bir hüküm bildirilmediğini bildikleri halde bu hükmü Allah`a isnad etmekle, bile bile Allah hakkında yalan söylemiş oluyorlardı. (Ahmet Varol Tefsiri)

76. İş öyle değil! Kim ahdine vefa eder, takvaya[*] sarılırsa hiç kuşkusuz, Allah takvaya sarılanları sever.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

77. Şüphesiz Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları arındırmayacaktır. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.
78. Yine (Yahudilerden) öylesi de var ki, Tevrat’tan olmadığı hâlde ona ait olduğunu sanasınız diye dillerini eğip bükerek Tevrat’ı çarpıtırlar ve o Allah kelâmı olmadığı hâlde “Bu Allah kelâmıdır” derler: sonuçta onlar, bile bile Allah’a iftira etmiş olurlar.[*]

Bunun en tipik örneği Hz. İsa’nın tüm insanlığı yaratan ve yaşatan anlamına kullandığı “Babam” mecazını Pavlus Hıristiyanlığı’nın hakikate taşıması ve İsa’yı “Allah’ın oğlu” ilan etmesidir. Luka şöyle yazıyor: “Onu gördükleri zaman şaştılar ve anası ona dedi: Oğul, neden bizi böyle ettin? İşte babanla ben yüreğimiz çok sıkılarak seni aradık. Onlara dedi: Neden beni aradınız? Bilmiyor muydunuz ki benim için Baba’mın evinde bulunmak gerektir? Onlar ise kendilerine söylenen sözü anlamadılar” (2:48-50). Ve Markos: “Hepimizin Baba’sı bir değil mi? Bizi Allah yaratmadı mı?” (2:10) Ve Matta: “göklerden bir ses dedi: Sevgili oğlum budur, ondan razıyım” (3:16-17). Hz. İsa risaletini tebliğe başladığında, Yahudilerin kolektif tanrı anlayışını yansıtan “İlâhımızı” “İlâhıma” çevirdi. Bu onların zoruna gitti. Oysa Eski Ahid’de tüm insanlardan “Allah’ın oğulları” olarak söz ediliyordu (Tekvin 6:13). Ve mecaz cahillerin elinde hakikate dönüşünce, Tevhid de şirke dönüştü. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

79. Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve nebîlik verdiği hiçbir insanın kalkıp da insanlara: “Allah'ın yanı sıra bana da kulluk edin!” demesi düşünülemez. Aksine, (onlara şöyle öğüt verir): “(İnsanlar arasında) öğretmekte olduğunuz ve bilgisini yaydığınız Kitab'ın gerektirdiği gibi Rabbe bağlı kullar olun (O'nun koyduğu hayat prensipleriyle terbiye olun)!”
80. Yine o, melekleri ve nebileri rabler edinmenizi emretmez; siz Allah’a kayıtsız şartsız teslim olduktan sonra, o size inkârı emreder mi hiç?
BÖLÜM 9
81. Allah, nebilerden[1*] kesin söz aldığında şöyle dedi: "Size kitap ve hikmet veririm de daha sonra yanınızda olanı tasdik eden /onaylayan bir resul /bir kitap[2*] gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek olacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ısrı /ağır yükü[3*] yüklendiniz mi[4*]?". Onlar: "Kabul ettik!" dediler. Allah: "Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim[5*]." dedi.

[1*] Allah’ın nebilerden söz alması, nebilere indirdiği kitaplar vasıtası ile ümmetlerden söz alması anlamına gelir. Alınan bu söz gereği tüm ümmetler Kur’an’a iman etmekle yükümlüdürler.

[2*] Allah Teâlâ bu ayette nebilere, resule inanma ve ona destek olma emri vermiştir. Nebi ve resul kavramlarının iyi anlaşılması bakımından bu, çok önemlidir. Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi o sözü iletmek için gönderilen elçi anlamına da gelir (Müfredat). Allah’ın elçilerinin ana görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü sözleri ile asıl vurgulanan şey onların tebliğ ettikleri ayetlerdir. Bu ayetteki “yanınızda olanı tasdik eden bir resul” ifadesinin bir benzeri Bakara 2/101’de “yanlarında olanı tasdik eden bir resul” şekilde geçer. Bakara 2/101’in iç bütünlüğü, oradaki resul kelimesinin kitap anlamında olduğunu açıkça gösterdiğinden o ayet, buradaki resulün da kitap anlamında olduğunun delilidir.

[3*] Isr, gelecek nebiye inanma görevidir. Nebimizle birlikte ısr yükü kalkmıştır (A’raf 7/157).

[4*] Tevrat'taki ifade şöyledir: "Onlara kardeşleri (İsmailoğulları) arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adımla konuşan bu peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım." (Tesniye 18:18,19). İncil’de de şu ifadeler geçer: “Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki içinizden hiçbiri bana, `Nereye gidiyorsun?' diye sormuyor. Ama size bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. O gelince dünyanın günah, doğruluk ve gelecek yargı konusundaki suçluluğunu dünyaya gösterecektir. Günah konusunda - çünkü bana iman etmezler; doğruluk konusunda - çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; yargı konusunda - çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. Size daha çok söyleyeceklerim var ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi her gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek.” (İncil Yuhanna 16/5-14).

[5*] Allah’ın nebilerden söz alması, onlara indirdiği kitaplar vasıtası ile ümmetlerinden söz almasıdır. Verdikleri bu söz gereğince bugün bütün ümmetler Kur’an’a iman etmekle yükümlüdürler. Çünkü Kur’an, önceki kitapları tasdik eder yani onların Allah’ın kitabı olduklarını onaylar (Bakara 2/40-41, 91, 97, 101, Al-i İmran 3/3-4, 50, Nisa 4/47, Maide 5/48-39, En’am 6/92, Fatır 35/31, Ahkaf 46/12, 30 Saf 61/6-9). Bizim görevimiz ise tasdik yönünü öne çıkararak, insanları Kur’an’a çağırmaktır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

82. Artık bundan sonra, her kim verdiği bu sözden dönerse işte onlar Allah'ın yolundan çıkan kimselerdir.
83. Hâlâ Allah'ın dininden gayrısını mı arıyorlar? Oysaki, göklerdeki şuurlular da, yerdekiler de ister istemez O'na teslim olmuşlardır ve yalnız O'na döndürüleceklerdir.
84. De ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına indirilmiş olana, Mûsa'ya, İsa'ya ve diğer nebilere Rablerinden verilmiş bulunana inandık. Onlardan hiçbirini ötekinden ayırmayız. Biz O'na teslim olanlarız."
85. Kim İslam'dan / Allah'a teslim olmaktan gayrı bir din ararsa artık o, ondan asla kabul edilmeyecektir. Ve o, âhirette hüsrana düşenlerdendir.
86. İman ettikten, Resul'ün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkar eden bir topluma Allah nasıl yol gösterir? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.
87. İşte onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğramaktır.[*]

Sözlükte “kovma, hayırdan uzaklaştırma, ilgiden, iyilikten yoksun bırakma” demek olan “lanet”, dini ıstılahta “Allah’ın dünyada rahmet ve yardımını kesmesi, ilgisini kaldırması, sevgiden mahrum etmesi, mağfiretini esirgemesi; âhirette ise farklı şekillerde cezalandırarak cennet nimetlerinden yoksun bırakması” demektir. Allah’ın dışındaki varlıkların laneti ise, genelde beddua anlamını taşımaktadır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

88. Onlar bu halde kalacaklar; [ve] ne azapları hafifletilecek, ne de onlara bir mühlet tanınacak.
89. Ancak bunun ardından tevbe edip kendisini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz Allah Gafûr'dur; çok bağışlayan, ve Rahîm'dir; ikramı boldur.
90. İnanıp güvendikten sonra kâfir olan ve kâfirlikte ileri gidenlerin (ölüm gelince yapacakları) tövbeleri / dönüşleri[*] kabul edilmeyecektir. Yoldan çıkanlar işte onlardır.

Bu tövbe /dönüş, ölmekte olan kişinin tövbesidir (Müminun 23/99-100). Bunun örneği Firavun’dur (Yunus 10/90-91, Neml 27/14). Ölüm gelmeden tövbe edenin tövbesi kabul edilir (Nisa 4/17-18). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

91. İnkâr yoluna sapan ve kâfir olarak can veren kimseler, kurtuluş fidyesi olarak dünya dolusunca altın verseler de, mümkün değil, hiçbirinden kabul edilmeyecektir. Bunların hakkı, çok acı bir azaptır ve kendilerini bundan kurtaracak olan da yoktur.
BÖLÜM 10
92. Sevdiğiniz (kıymet verdiğiniz ve önemsediğiniz) şeylerden infak[*] etmedikçe gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Hayır olarak her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilendir.

Sözlükte “tükenmek, tamamlanmak, son bulmak” mânasındaki nefk kökünden türetilen infâk “bitirmek, yok etmek; yoksul düşmek” gibi anlamlara gelirse de daha çok “para veya malı elden çıkarmak” mânasında kullanılmaktadır. Dinî-ahlâkî bir terim olarak genellikle “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması, muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması” demektir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, İnfak maddesi) (Onur)

***

İnfakta kalite ve fayda esastır. İşe yaramayan, stoklanacak yer bulamayan ya da çöpe atılmayı bekleyen şeylerle iyilik yapılmaz. Gerçek iyilik, sevilen, lazım olan ve değer verilen bir şeyi vererek başkasının işini ve ihtiyacını görmektir. Almak istemediğiniz bir şeyi vererek başkasına iyilik yapamazsınız. Kısaca iyilik, bütün güzel şeylerin tamamıdır ve hiçbir karşılık beklemeksizin bu güzelliklerin bir başkasıyla paylaşılmasıdır ya da ona aktarılmasıdır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

93. (Yahudiler dediler ki[1*]) “Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in[2*] kendine haram ettiği yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir.” De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım[3*].”

[1*] Ayette geçen (قُلْ = de ki) ifadesi âyetin baş tarafında yer alan (… كُلُّ الطَّعَامِ) şeklinde başlayan ifadenin Yahudilerin iddiası olduğunu gösterir. Mealdeki parantez içi ifade (Yahudiler dediler ki) bunun için kullanılmıştır. Yani ayet, Yahudilerin bir iddiasını dile getirmekte ve devamında da iddialarında samimi iseler Tevrat’ı getirmeleri istenmektedir. Ayrıca 94. ayette de bu yalanı Allah’a mal edenlerin büyük yanlış yapmış olacaklarının bildirilmesi 93. ayetin başındaki ifadenin bir iddia olduğunu desteklemektedir. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde benzer takdirler ibare ve konu gereği zorunlu olarak yapılır. Örnek olarak bkz. Al-i İmran 3/73.

[2*] Yakub aleyhisselamın lakabı İsrail’dir. Bu nedenle onun soyundan gelenlere İsrailoğulları denir. İslam geleneğinde Tevrat’ın yalnızca Musa’ya indirilen kitap olduğu söylenir ama Kur’an’da bunu doğrulayan tek bir ifadeye rastlanmaz (Maîde 5/44).Ya‘kūb aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Ayetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir (Bakara 2/136,140; Al-i İmrân 3/84; Nisâ 4/163). Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 5/46) Tevrat, Musa’dan İsa’ya kadar İsrailoğullarının nebilerine verilen kitapların toplamından ibarettir.

[3*] Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Yahudilere (sığır ve davar hariç) tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve davarların da sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlar ile kemiklerine karışanlar hariç iç yağlarını haram kıldık. Bu, (batıl yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.” (En’âm 6/146) Tevrat’a göre de Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. Çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile geviş getirmeyen domuz haramdır. Karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri, kirpi, bukalemun, kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da haramdır. (Bkz. Levililer 11, Tesniye 14) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

94. Kim bundan (Tevrat’ı okuduktan) sonra hâlâ bu yalanı Allah’a mal ederse, işte onlar yanlış yapmış olanlardır.
95. De ki: "Allah doğru söyledi. Öyleyse siz de dosdoğru olarak İbrahim'in dinine uyun.[*] O müşriklerden değildi."

“De ki: Doğruyu (siz değil) Allah söylemektedir...” ifadesi, “Ancak bu, azgınlıklarından dolayı kendilerini cezaya çarptırdığımız içindi. Elbette Biziz doğruyu söyleyen...” [En‘âm 6/146)] âyetindeki gibi, onların yalan söylediklerine tarizde bulunmakta olup “indirdiği âyette Allah doğru söylemekte, siz ise yalan söylemektesiniz” demektir. “Öyleyse, İbrahim’in dinine uyun” ki o, Muhammed ve onunla birlikte olanların mensup oldukları İslâm dinidir. Siz de o dine tâbi olun ki amaçlarınıza ulaşmak için sizi Allah’ın kitabını tahrife mecbur eden; sizi, Allah’ın İbrahim ve tâbilerine helal kıldığı lezzetli yiyecekleri haram kılmaya zorlayan, din ve dünyanızı bozmaya sürükleyen Yahudilikten kurtulasınız. (Zemahşeri Tefsiri)

96. İnsanlık için bereket kaynağı olsun[1*] ve bütün bir alem için doğru yönü (kıbleyi) göstersin[2*] diye kurulan ilk Beyt, elbette Bekke'de olandır[3*].

[1*] Kâbe ve çevresi, önemli bir ticaret merkezidir. Hac, can ve mal güvenliğinin en üst seviyede sağlandığı haram aylarında yapılır (Bakara 2/197, Tevbe 9/36). Zilkade’nin 1. gününden 20’sine kadar Arafat yakınlarında Ukâz (عـكاظ) panayırı, Zilhicce’nin 1. gününden 9. Tevriye gününe kadar da Mina yakınlarında Zülmecâz panayırı kurulur, sonra Mina’ya gidilerek Hac görevine başlanırdı. İbrahim aleyhisselamın soyundan gelen Kureyşliler, Kâbe’yi ibadete açık tuttu ve hacılara çeşitli hizmetler sundular (Tevbe 9/19). Muhammed aleyhisselam da bu panayırlara katılmış ve insanları Allah’ın dinine çağırmıştı. (Cevad Ali, Tarih’ul-Arab kabl’el-İslâm, c. VII, s. 375-382 tarih ve yer yok.)

[2*] İlk kıble Kâbe’dir. Kıble, Beytülmakdis’e, Süleyman aleyhisselam zamanında (Tevrat/ I Krallar 8:28-30, II Tarihler 6/19-21), son nebi Muhammed aleyhisselam döneminde yaşayanlar için bir imtihan olsun diye çevrilmiştir (Bakara 2/142-150).

[3*] Arap dilinde beyt, gece kalınabilecek yerdir (Müfredât). İnsanlar için kurulan ilk Beyt, Bekke’dedir. Bekke, ekin bitmeyen bir vadidir (İbrâhîm 14/37). Tevrat’ta oraya Bekke Vadisi denir (Mezmurlar 84:4-7). Bekke denmesi, birbirini ezecek şekilde oluşan kalabalıktan (التباك = tebâkk) dolayıdır (Müfredât). Hac ibadeti sırasında bu kalabalık Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’de oluşur. Bekke Vadisini içinde barındıran şehrin adı Mekke’dir. Batı sınırı, 17 km uzağındaki Hudeybiye’ye kadar uzanır (Fetih 48/24). Mekke için Mescid-i Haram ifadesi de kullanılır (Tevbe 9/7). Kâbe’ye de beyt denir (Bakara 2/127, Maide 5/2, 97). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

97. Orada Makam-ı İbrahim'in[*] apaçık göstergeleri vardır. Oraya giren kişi, güvende olur. Bir yolunu bulanların, o Beyt’te hac yapması, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim bunu görmezlikten gelirse bilsin ki Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Zannedildiği gibi Makam-ı İbrahim, Kâbe’nin yanında korunan 50 cm. uzunluğundaki taş değildir. Makam, durulacak yer veya yerler demektir. Arap dili açısından makam bedel, “ayâtun beyyinatun = açık göstergeler” ifadesi de mübdelün minh olur ve İbrahim’in ibadet için durduğu yerlerin göstergelerinin olduğunu ifade eder. Onlar; Arafat, Müzdelife, Mina, Kâbe, Safa ve Merve’dir. Hac ibadeti oralarda yapılır. Nuh tufanında Kabe yıkılmış, hac ibadetinin yapıldığı yerler unutulmuştu. İbrahim aleyhisselam Kâbe’yi yeniden yapınca: “Bize hac ibadetini yapacağımız yerleri (menâsiki) göster.” (Bakara 2/128) diye dua etmiş Allah da göstermişti. Nuh tufanından sonraki ilk haccı o yaptığı için Makam-ı İbrahim, onun, hac ibadeti için durduğu yerlerdir. İnsanlar o yerleri ondan öğrenmişlerdir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

98. De ki: “Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınıza şahid olup dururken, niçin Allah’ın âyetlerini reddediyorsunuz?”[*]

Ehl-i kitabın ipliğini pazara çıkaran (ayıplayan) bu gibi ifadeler bu surede ve diğer surelerde açıkça tekrarlanır. Bu açıklamalar, öncelikle ehl-i kitabı gerçek konumlarıyle yüzyüze getirmeleri, gerçekte kâfir oldukları halde iman ve dindarlık maskesine bürünmelerine karşın onları gerçek sıfatlarıyle vasıflandırması neticesinde faydalı olmuşlardır. Onlar, Kur'an'daki Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleriyle kâfir olmuşlardır. Allah'ın kitabından bir kısmını inkâr edense tümünü inkâr etmiş demektir. Onlar şayet kendi yanlarındaki Allah'ın ayetlerine gerçekten inanmış olsalardı kendi Resullerinden sonra Allah'tan gelen ayetlere de inanırlardı. Çünkü dinin hakikati birdir. Bunu bilen, bundan sonra Resullerin getirdiği şeylerin de hakk olduğunu bilir ve bu Resullere uymak suretiyle Allah'a teslim olması gerektiğini de kabul eder... Oysa içinde bulundukları bu durum, sonucundan ürperip korkmalarını gerektiren bir hakikattir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

99. De ki: “Ey kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili[*] göstermeye yeltenerek inananları Allah’ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

İvec = عوج, çok dikkat etmedikçe anlaşılamayacak eğriliktir (Müfredat). Allah’ın yolunda böyle bir eğrilik isteyenler, yaptıkları yanlışlar kolaylıkla anlaşılmasın diye doğruya çok yakın görünecek çarpıtmalar yaparlar. Ayette sözü edilen kişilerin en çok istediği budur. Bu sebeple en tehlikeli yanlış, doğruya en çok benzeyendir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

100. Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yaparlar.
101. Size Allah’ın ayetleri okunup dururken ve Allah’ın Rasûlü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa kesinlikle o doğru yola girmiştir.
BÖLÜM 11
102. “Ey iman edenler! Allah için nasıl takvalı olmanız gerekiyorsa öyle takvalı[*] olun. Ve Müslüman olmanın dışında başka bir şekilde ölmeyin.”

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

103. Hep birlikte Allah’ın ipine[1*] sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayın. Ve Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayın: Siz birbirinize düşman iken kalplerinizi nasıl uzlaştırdı da O’nun lütfu ile kardeş oldunuz; ve ateşli bir uçurumun[2*] kenarında [iken] sizi ondan [nasıl] korudu. Bu şekilde Allah mesajlarını size açıklar ki hidayet bulasınız,

[1*] Allah Rasûlü bu ipin Kur’an olduğunu söylemiştir (Müslim, 2:227; Tirmizî, 4/343). (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

***

[2*]Lafzen, “bir ateş çukurunun” -manevî körlüğün kaçınılmaz sonucu olan ızdırapları anlatan bir mecaz. Bir zamanların karşılıklı düşmanlıklarının hatırlatılması, insanın, elinden yalnızca Allah’ın rehberliği sayesinde kurtulabileceği (bkz. 2:37-38) yeryüzündeki akibetine (karş. 2:36 ve 7:24) bir işarettir. (Muhammed Esed Tefsiri)

104. Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.[*]

Evet hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir cemaatin bulunması kaçınılmazdır. Bizzat Kur'an ayetinin ifadesiyle yeryüzünde, hayra çağıran iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir otoritenin bulunması da kaçınılmazdır. Çünkü ayette hayra "Davet" olayı söz konusu edildiği gibi iyiliği "Emr" ve kötülüğü "Nehy" etmek de söz konusu edilmiştir. Bilindiği gibi "Davet" otorite olmadan da yerine getirilebildiği halde, "Emir" ve "Nehiy" ancak bir otorite ile mümkündür.

İslâm'ın bu sorunla ilgili düşüncesi budur. Evet "Emr" eden ve "Nehy" eden bir otoritenin bulunması kaçınılmazdır. Birliklerini bir araya getirip Allah'ın ipi ve yolundâ kardeşlik bağlarıyla birbirine bağlayan bir otorite... Hayra "Davet" ve şerrden "Nehy" üzerine kurulu bir otorite... İnsan hayatında Allah'ın metodunun gerçekleşmesi için birbirinden ayrılmayan bu iki esas üzerine kurulu bir otorite... Evet yeryüzünde Allah'ın hayat için indirdiği metodunun gerçekleşmesi ve insanlar tarafından bilinmesi hayra "Davet"i ve iyiliği "Emr" edip, kötülüğü "Nehy" eden ve kendisine itaat edilen bir otoriteyi gerektirir. Yüce Allah buyuruyor: "Biz Resulleri ancak Allah'ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik." Allah'ın yeryüzündeki metodu vaaz, irşad ve açıklamalardan ibaret değildir. Bu meselenin bir yönü. Diğer yönü ise, insan hayatında iyiliği gerçekleştirip kötülüğü yok edecek, toplumun iyi adetlerini hevasına, şehvetine ve menfaatine uyan kişilerin oyuncağı olmaktan koruyacak, her önüne gelenin kendi görüş ve düşüncesini hayır, iyi ve doğru zannetmemesi için bu iyi adetleri koruyacak "Emr" ve "Nehy" yetkisine sahip bir otoritenin kurulmasıdır.

Bu açıdan baktığımızda, tabiatı gereği bazı insanların şehvetleri ve ihtirasları, bazılarının maslahat ve çıkarları, bazılarının gurur ve kibirleriyle çarpışacağından hayra davet etmenin iyiliği emredip kötülüğü nehyetmenin o kadar kolay ve rahat olmayacağını görürüz. Çünkü insanlar arasında zorba diktatörler baskıcı egemenler, yükselmekten hoşlanmayan alçaklar, sıkıntıya gelemeyen zenginler, ciddiyetten uzak laubaliler, adaleti sevmeyen zalimler, doğruluktan hoşlanmayan sapıklar ve iyiliği reddedip kötülükten hoşlanan insanlar her zaman bulunur. Bu yüzden, hayr galip gelip, iyilik, iyilik olarak ve kötülükte kötülük olarak bilinmedikçe millet kurtulamayacağı gibi insanlık da kurtulamaz. İşte bütün bunlar için iyiliği, emredip kötülükten nehyeden ve kendisine itaat edilen bir otoritenin varlığı gerekmektedir.

Bu sebebden Allah'a inanan ve Allah için kardeşlik desteğine dayanan bu sıkıntılı ve zor işe iman ve Allah'tan korkma kuvvetiyle, sonra sevgi ve dostluk güçleriyle göğüs geren bir cemaatin elbette bulunması zorunludur. Yüce Allah, bu görevi yerine getirenler için şöyle buyuruyor: "İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Seyyid Kutub Tefsiri)

105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.
106. O gün, kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacak. Yüzleri kararanlara: “İmanınızdan sonra kâfir[*] mi oldunuz? Öyle ise kâfir olmanız nedeniyle azabı tadın” denilecek.

Kafir sözlükte bir şeyi örtme anlamına gelir. Allah Kur'an'da çiftçi için kafir kelimesini kullanır. Hadid 20. ayette çiftçi için kafirin çoğulu olan kuffar kelimesi geçer; "kemeseli ğaysin a’cebelkuffare nebatuhu." Ayetteki ifade "bu hayat, bitirdiği bitkilerle çiftçileri hayran bırakan bereketli yağmura benzer" anlamına gelir. Çiftçiye kafir denmesinin sebebi toprağa tohum ekip üstünü toprakla örtmesinden dolayıdır. Allah'ın varlığını red edenlere kafir denmesi de imanlarının üstünü örtüp Allah yokmuş gibi, Allah'ı görmezden gelerek yaşamalarından ileri gelir. Allah'ın yarattığı düzende herkes Allah'ın varlığına ve birliğine şahit olur ve kabul eder. Fakat sonradan bunun üstünü örtüp görmezden gelebilir. Buna delil Al-i İmran 106. ayettir; Bazı yüzlerin ak olacağı, bazı yüzlerin de kararacağı günde, yüzleri kararanlara şöyle denir: "Siz inandıktan sonra kâfir oldunuz, değil mi? Kâfir olmanıza karşılık, tadın şu azabı!” Hesap günü herkesin inandığını itiraf ettiği gündür. Bu anlamda bir müslüman Allah'ın bir emrini beğenmeyip, onun yerine kendi veya bir insanın görüşünü veya başka bir dinin hükmünü koyarsa, Allah'ın emrinin üstünü örtmüş, kafir olmuştur. Bunun örneği İblis'tir. Bakara 34. ayette şöyle anlatılır; "Meleklere “Âdem’e secde edin!” dediğimizde hemen secdeye kapandılar ama İblis öyle yapmadı, büyüklenerek direndi ve kâfirlerden oldu." İblis kendisini haklı görerek Allah'ın emrini kendi düşüncesiyle örttüğü yani kendi düşüncesini tercih ettiği için kafir olmuştur. Allah'ı veya emirlerini örten; görmezden gelen veya beğenmeyen herkes kafir olur. (Onur)

107. Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada sonsuza kadar kalacaklardır.
108. Bunlar Allah'ın ayetleridir; onları sana, gerçeği ortaya koyacak şekilde sıralıyoruz. Çünkü Allah, kimseye yanlış yapmak istemez.
109. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler, Allah’a arz edilir.
BÖLÜM 12
110. Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. (Çünkü siz) iyi ve doğru olanı emreder, kötü ve yanlış olandan (zulüm ve haksızlıktan) alıkoyarsınız[*] ve (gerçekten) Allah'a inanırsınız. Ehl-i Kitab da inansaydı, elbette ki bu, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde iman edenler varsa da çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.

İnsanların iyiliği için hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkacak kişinin her şeyden önce güçlü bir imana, bu misyonun hakkını verebilecek vizyona, ruhi ve fikri olgunluğa, bilgi donanımına sahip olması gerekir. Hayırlı ümmet olmanın birtakım yükümlülükleri ve bunlardan kaynaklanan ciddi sorumlulukları vardır. İyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak sadece lafla olacak bir iş değildir. Tebliğde temsil esastır. İyiliği önerirken iyi olmak ve iyiliklerin yanında yer almak, kötülükten sakındırmak için kötü fiillerden uzak durmak, kötülerle ve kötülüklerle mücadele vermek, her daim zulmün ve haksızlığın karşısında olmak gerekir. Hayırlı ümmet, tavır ve davranışlarıyla, söylem ve eylemleriyle insanlara örnek olur, iyiliğin, huzurun ve esenliğin egemen olması için malını, imkânlarını, hayatını ortaya koyar, iyi ve faydalı faaliyetlerde bulunur ve bu tip faaliyetlerin destekçisi olur. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

111. (Yoldan çıkanlar) canınızı sıkmak dışında, size bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar gerisin geri dönüp kaçarlar. Sonra yardım da görmezler.
112. Onlar[1*], nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah'ın ve insanların ipine tutunmadıkları[2*] sürece zillet içinde olurlar. Onlar, Allah'ın gazabına uğradılar. Yoksunluğa tutsak oldular. Bunun nedeni, onların asileşip hadlerini aşarak, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve haksız yere nebilerini öldürmeleridir. Bu ceza, onların isyan etmelerinden ve haddi aşmış olmalarındandır.

[1*] Yahudiler.

[2*] Allah'ın ve müminlerin yoluna yönelmedikçe. (Erhan Aktaş Tefsiri)

113. Kitap ehlinin hepsi aynı değildir. Onların arasında, gece boyunca Allah'ın âyetlerini okuyan ve O'nun huzurunda secdeye kapanan (samimi, dürüst ve) dosdoğru insanlar da vardır.[*]

Burada Allah’ın “dosdoğru insanlar” olarak tanımladığı kişiler, önceki vahyin takipçileri yani Yahudi ve Hıristiyanlardan olup da Müslümanlara düşmanlık beslemeyen ya da Hz. Peygamber’in risaletinden sonra Müslümanların safında yer alan ve onlarla birlikte îmâni sorumluluklarını yerine getirenlerdir. Yaşadıkları çevrenin çoğu Hz. Peygamber’in çağrısının getireceği ahlaki ve manevi disipline uymak konusunda isteksiz davranırken ve hatta karşı çıkarken, Ehli Kitaptan bazılarının kendi dindaşlarının ve akrabalarının baskısına rağmen, Allah’a ve O’nun koyduğu ahlaki prensiplere sahip çıkarak Müslümanların yanında yer almaları takdire şayandır. İşte âyet bu gerçeği dile getiriyor. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

114. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler. Hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir / iyi işler yapanlardandır.
115. İyilik adına yaptıkları hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah takva[*] sahiplerini bilir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

116. Şüphesiz ki kâfir olanların malları da çocukları da Allah’a karşı onlara hiçbir şeyde asla yarar sağlamayacaktır. İşte onlar ateş halkıdır; onlar orada [ebedî] kalıcıdır.
117. Onların bu dünya hayatı için harcadıkları, kendi kendilerine zulmeden bir halkın ekinlerine musallat olan ve onu mahveden dondurucu bir rüzgara benzer: Onlara haksızlık yapan Allah değildir, fakat onlar kendi kendilerine haksızlık yapıyorlar.[*]

Zemahşerî, bu ayet hakkındaki yorumu ile ilgili bir tesbitinde bu kıssayı şöyle açıklar: “Eğer hakikati inkar edenlerin ‘ürün’ü [yani, kazandıkları başarılar] kaybolursa, bu dünyada ve öteki dünyada hiçbir şey bırakmamacasına tümüyle kaybolur; halbuki bir müminin ‘ürün’ü hiçbir zaman tümüyle kaybolmaz; çünkü görünüşte kaybolmuş olsa bile, onun, zorluklara karşı gösterdiği sabırdan dolayı öteki dünyadaki mükafat beklentisi devam eder.” Başka bir ifadeyle, yukarıdaki Kur’ânî ibare, hakikati inkara şartlanmış olanların şahsında bütün çabaların tamamiyle boşa gideceğini vurgulamaktadır. (Muhammed Esed Tefsiri)

118. Siz ey imana ermiş olanlar! Sizden olmayan kişileri[*] dost edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler ve sizi sıkıntıda görmekten hoşlanırlar. Şiddetli öfke ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha da kötüdür. Biz [bununla ilgili] işaretleri sizin için [işte böylesine] açık ve anlaşılır kıldık, eğer aklınızı kullanırsanız.

Lafzen, “sizin dışınızdakileri”. Bazı müfessirler, bu ifadenin bütün gayrimüslimleri kapsadığı görüşüne yakınlık duyarlar. Ama bu görüş, müminlerin kendilerine ve inançlarına düşmanlık beslemeyen inançsızlar ile dostluk kurmalarına açıkça izin veren 60:8-9 ile çelişmektedir. Dahası, ayetin siyâkı ve sibâkı, “sizden olmayan kişiler” ile sadece, sözleri ve davranışlarıyla İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını belli eden kişilerin kasdedildiğini göstermektedir (Taberî). Benim tercih ettiğim “sizden olmayan kişiler” çevirisi şunu ifade eder: Onların hayat görüşü, Müslümanlarınkine öylesine temelden karşıdır ki aralarında gerçek bir dostluk sözkonusu olamaz. (Muhammed Esed Tefsiri)

119. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz; onlar ise, bütün kitaplara iman ettiğiniz hâlde, sizi sevmezler. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizden ölün!” Şüphesiz Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.
120. Size bir iyilik dokunsa bu onları rahatsız eder. Size bir kötülük dokunsa bununla sevinir, ferahlarlar. Eğer sabreder, sakınır / korunursanız onların tuzakları size hiçbir şekilde zarar veremez. Allah Muhît'tir, yapmakta olduklarını çepeçevre kuşatmıştır.
BÖLÜM 13
121. Bir sabah evinden çıkmış, (Uhud’da) müminleri savaşacakları yerlere yerleştiriyordun. Allah Semî'dir; daima dinleyen ve Alîm; bilendir.
122. Sizden iki takım, korku ile bozulmak üzereydi. Halbuki Allah onların Velî'siydi.[*] Müminler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.

Veli, çoğulu evliya, iki şey arasında kendilerinden olmayan bir şeyin girmesine izin verilmemesidir. Bu, yakınlık anlamına gelir. Yakınlık da, mekan açısından, soy açısından, din açısından ve dostluk (arkadaşlık), dayanışmayı / yardımlaşma ve inanç sistemi açısından olabilir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vly” md.) Bir başka tanım şöyledir; Sözlükte “bir şeye çok yakın olmak, bir kimseyle yan yana bulunmak” anlamındaki vely ile “birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” mânalarındaki velâyet (vilâyet) kökünden türeyen velî “yardımcı, dost” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “vly” md.; Kāmus Tercümesi, IV, 1223-1226). Bu iki tanımdan anlaşılan; veli hem en yakın olmayı hem de yakın edindiğinin yönetimi altına girmeyi ifade eder. "Allah müminlerin velisidir/dostudur" mealindeki ayetlerde anlatılan; Allah ile kulu arasına hiç kimsenin olmaması, yönetici anlamında sadece Allah'a uyulması gerektiği, eğer Allah ile kul arasına birisi girerse kulun velisi yani kendisine en yakını ve yöneticisi araya giren kişi olduğudur. Bu yüzden Allah bir çok ayetin toplam mealinde "Yahudileri, Hristiyanları, kafirleri, münafıkları, şeytanı vs veli edinmeyin" buyurmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde müminlerin velisi ancak yine müminlerdir. (Onur)

123. Ant olsun! Çok zayıf olduğunuz Bedir'de de Allah size yardım etmişti. O halde, Allah'a karşı takvalı[*] olun ki şükretmiş olasınız.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

124. O sırada sen, müminlere şöyle diyordun: "Rabbinizin, indirilmiş üç bin melekle destek vermesi, size yetmiyor mu?
125. Evet! Sabreder ve takvalı davranırsanız, düşman size hemen saldırsa bile, Rabb'iniz, size, seçilmiş beş bin melekle yardım eder."
126. Allah bu yardım vaadini, sadece size bir müjde olsun ve kalpleriniz onunla ferahlasın diye yapmıştır. Evet, yardım ve zafer, ancak Azîz; daima üstün olan ve Hakîm; bütün kararları doğru olan Allah'a aittir.[*]

Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu ilahi sözleri, Bedir günü kendisiyle silahlı topluluğu karşılamaktan çok, ticaret malı yüklü kervanı karşılamak üzere çıkmış ancak karşılarında silahlı bir topluluk bulan müslüman azınlığa söylüyordu. Resulullah o gün, birer beşer oluşları nedeniyle duygu ve düşüncelerine yakın alışageldikleri güçlerin yardımına her zaman ihtiyaç duyan müminlerin kalplerini ve ayaklarını sabitleştirmek için Rabbinden aldıklarını olduğu gibi tebliğ ediyordu. Ayrıca onlara bu yardımın şartını da bildiriyordu; sabır ve takva... Düşmanın saldırısını karşılarken sabır... Zafer ve yenilgi durumunda kalbi Allah'a bağlayan takva...

"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beş bin nişanlı melekle yardım eder."

İşte şimdi yüce Allah, bütün işlerin sonuçta kendisine döndüğünü, bütün faaliyetlerin kaynağının kendisi olduğunu, melekleri indirmenin, müminlerin kalplerine bir muştu olmak ve bununla yakınlık, sevinç, güven ve sebat sağlamaktan başka bir şeye mebni olmadığını, zaferin doğrudan doğruya O'nun yüce katından olduğunu, hiçbir vasıta, sebep ve araca gerek kalmadan yalnızca takdirine ve iradesine bağlı olduğunu bildiriyor.

"Allah size bu yardımı sırf müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."

Kur'an-ı kerim, bu temel kurala bulaşan şaibelerin müslümanın düşüncesine takılmaması için bütün işleri sonuçta Allah'a döndürmeye büyük özen göstermektedir. Herşeyi topyekün Allah'ın mutlak iradesine, etkin dilemesine ve kesin kaderine döndürmeye ve sebeplerin ve aracıların kendilerinden kaynaklanan bir faaliyetlerinin olmadığını; ancak, yüce iradenin onları harekete geçirip dilediğini bunlar vasıtasıyla gerçekleştirdiği birer alet oldukları kuralını yerleştirmeye büyük özen gösteriyor.

"Yoksa zafer sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."

Kur'an-ı kerim gerçek alemde olduğu gibi, kul ile Rabb, mümin kalp ile Allah'ın takdiri arasında perdesiz, engelsiz, araçsız ve aracısız direkt bir bağ kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine yerleştirmeye ve her türlü şaibeden arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve aletlerin kendiliğinden bir faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye dikkat etmiştir.

Kur'an-ı kerimde, çeşitli te'kid yöntemleriyle tekrarlanan bu ve benzeri direktifler, bu gerçeği son derece parlak, yol gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde müslümanların gönüllerine yerleştirmektedir.

Böylece müslümanlar, yalnızca yüce Allah'ın gerçek anlamda faaliyet sahibi olduğunu anlamış

oldular. Kendilerinin de Allah tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya, çaba sarf etmeye ve yükümlülüklerini yerine getirmeye emrolunduklarını kavramış oldular. Bu sayede gerçekten ikna olup emredilene itaat ederek bilinç ve davranış arasındaki şaşırtıcı dengeyi sağlamış oldular.

Ancak bütün bunlar, zamanla, olayların meydana gelmesiyle, şimdi ve bu suredeki birçok benzerinde olduğu gibi olaylar ve onların değerlendirilmesi yöntemiyle eğitme sürecinde gerçekleşti.

Bu ayetlerde, içinde Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müminlere sabır ve takvaya sarılmaları, savaş alanında düşmanla bu şekilde yüz yüze geldiklerinde direnmeleri halinde Allah katından yardım olarak gelecek melekleri vadettiğini görüyoruz. Sonra melekleri indirmenin ötesindeki etkin kaynağın, her şeyin iradesine bağlandığı ve zaferin O'nun emri ve izniyle gerçekleştiği yüce Allah olduğu hakikatini bildiren Bedir'den bir sahneyi gözler önüne getirmektedir. (Seyyid Kutub Tefsiri)

127. Bir de; Allah bunu, inkâr edenlerden bir kısmını helâk etsin veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler diye yaptı.
128. O iki bölükle ilgili olarak[1*] senin yapacağın bir şey yoktur. Allah onların tövbelerini / dönüşlerini kabul edebilir, yanlışlar içinde olmalarından dolayı azap da edebilir[2*].

[1*] Uhud’da dağılmak üzere olan iki topluluk.

[2*] Allah Teâlâ elçilerine sadece, sözlerini insanlara ulaştırma (tebliğ), açık açık anlatma (beyân), müjdeleme ve uyarma görevi vermiştir. Hiçbir elçinin koruma görevi yoktur (En'am 6/107, Şura 42/48, Hud 11/12). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

129. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, bağışlanmayı hak edeni bağışlar, azabı hak edene[*] de azap eder. Allah Gafûr'dur; çok bağışlar ve Rahîm'dir; ikramı bol olandır.

Şâe = شاء fiili ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz Al-i İmran 3/13. ayetin dipnotu. Burada insanın yaptığı affedilmeyi veya azap edilmeyi gerektiren davranıştır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

BÖLÜM 14
130. Ey Allah’a inanıp güvenenler! Değişmez özelliği kat kat katlanıp artma olan faizi yemeyin[*]; Allah'a karşı yanlış yapmaktan sakının ki umduğunuza kavuşasınız.

Kat kat katlanarak artma, faizin değişmez özelliği yani hal-i sabitesidir. Mesela %5 faizle alınan borç zamanında ödenmezse onun faizi katlanarak artar ve zamanla anaparayı geçer. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

131. Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının.
132. Allah’a ve resulüne / elçisinin getirdiğine[*] gönüllü olarak boyun eğin ki iyilik göresiniz.

Resul (رسول), “birine gönderilen söz” anlamına geldiği gibi “o sözü iletmek için gönderilen elçi” anlamına da gelir. (Müfredat). Allah’ın elçilerinin görevi, onun sözlerini insanlara ulaştırmaktır. Bu sebeple Kur’an’da geçen Allah’ın resulü (رسول اللّه) ifadelerinde asıl vurgu ayetleredir. Muhammed aleyhisselam öldüğü için bizim muhatabımız olan resul, sadece Kur’an’dır (Al-i İmrân 3/144). Resul kelimesi yerine ”resul /elçinin getirdiği” ifadesi bunun için yazılmıştır (Maide 5/67, Nahl 16/35). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

133. Rabbiniz tarafından bağışlanmak ve genişliği göklerle yer kadar olan cenneti kazanmak[*] için yarışın. Orası, müttakiler / yanlışlardan sakınanlar için hazırlanmıştır.

Allah Teâlâ'nın bu ayetteki "yarışın" emri, 130. ayette "Ey iman edenler!" diye başlayıp, buraya kadar müminlerden istediği şeylerin dördüncüsü ve sonuncusudur. Birinci talep müminlerin faiz yememesidir. İkinci talep özellikle faizden sakınarak cehennem ateşinden korunmalarıdır, Çünkü yasak geldikten sonra faiz yemeye devam ederlerse cehenneme giderler (Bakara 2/275). Üçüncü talep Allah'ın merhametini, iyiliğini ve ikramını elde etmeleri için Allah'a ve resulüne itaat etmeleridir. Dördüncü talep ise her türlü iyi işleri yapmaya acele etmeleri, hatta bu konuda birbirleriyle yarışmalarıdır. Çünkü ödül çok büyüktür: İlahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennet. Allah Teâlâ bu himayenin kendisine yaklaştırma şeklinde olduğunu ve burada genişliğini bildirdiği cennetin başka özelliklerini, Vakıa suresinde tam 16 ayette açıklamaktadır (Vakıa 56/10-26). İşte bu ödül ahiretteki en büyük ödüldür. Dünyada iken ayetteki yarışma emrine uyan ve yarışı kazananlara verilecektir. Zira dünyada insanlar arasında maddi ve manevi nimetler bakımından derece farkları vardır. Ahirette derece farkları daha büyük olacaktır (İsra 17/21). En büyük derece de işte bu ayetle Hadid 57/21 ayette bildirilen ilahi himaye ve genişliği gökler ve yer kadar büyük olan cennettir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

134. O müttakîler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.
135. Yine onlar, utanç verici bir iş yaptıkları veya kendi kendilerine bir kötülük ettikleri zaman, Allah’ı(n affını) hatırlayıp hemen günahları için bağışlanma dilerler; hem Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir ki? Üstelik onlar, yaptıkları kötülükte bile bile ısrar da etmezler.
136. İşte bunların ödülü, Rablerinden bir mağfiret ve orada yerleşip kalacakları zemininden ırmaklar akan cennet olacaktır: çalışıp çabalayanlar için ne muhteşem bir ödüldür bu.
137. Sizden önce de nice topluluklara Allah’ın sünneti[1*] uygulandı. Yeryüzünü dolaşın da yalana sarılanların sonu nasıl olmuş bir görün[2*]!

[1*] Sünnet, bütün nebileri için belirlediği yolu, sırat-ı müstakimi ifade eder (Ahzab 33/38). O yola girmeyenler kaybederler (İsra 17/76-77, Kehf 18/55). Bu kavram üç âyette sünnetullah /Allah’ın sünneti şeklinde geçer (Ahzab 33/38, 62, Fetih 48/23 ).

[2*] Böyle bir gezi, Allah’ın yarattığı ayetleri, indirdiği ayetlerle birlikte okumak olur ve insana çok şey kazandırır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

138. Bu (Kur’an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ[*] sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

139. Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer iman etmiş iseniz en üstün sizsiniz.
140. Siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, karşınızdaki topluluk da (Bedir’de) öyle bir yara almıştı. Böyle günleri, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah'ın inanıp güvenenleri bilmesi[1*] ve içinizden kimilerini şahit tutması içindir[2*]. Allah yanlış yapanları sevmez.

[1*] İnanmak, güvenmektir. Allah’ı var ve bir kabul etmeyen yoktur ama çoğu insan, menfaatleriyle çatışan konularda onu ikinci sıraya koyar ve imtihanı kaybeder. Allah’ın emirlerine uyma konusunda gösterilen güvensizlik, imansızlığın delilidir. Bundan sonraki ayetlere bu gözle bakılırsa konu doğru anlaşılabilir.

[2*] Şahitler, savaşta imtihanı kazanan ile kaybedeni gören, döndüğü zaman bunu diğer insanlara anlatarak Allah’a güven konusunda onları uyaran kişilerdir (Tevbe 9/122). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

141. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helâk etmek ister.
142. Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri / elinden geleni yapanları[*] bilmeden, sabredenleri de bilmeden cennete gireceğinizi mi hesap etmiştiniz?

Cihad (جهاد), düşmanın, şeytanın veya arzuların baskısına karşı Allah’ın emrine uymak için verilen her türlü mücadeledir (Müfredat). Allah yolunda savaş, cihadın çok önemli bir parçasıdır. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

143. Siz, ölümle yüz yüze gelmeden önce, ölmeyi temenni ediyordunuz; ama onu görünce de bakakaldınız.[*]

“Ölümü temenni ediyordunuz” ifadesiyle; daha önce Bedir savaşı- na katılmayıp, Peygamber (s.a.)’le beraber bir savaşa katılıp Bedir şehitleri gibi şehitlik mertebesine erişmeyi arzulayanlara hitap edilmektedir. Bunlar, Uhud savaşı öncesindeki istişarede Peygamber (s.a.)’e Medine’den çıkıp Müşrikleri dışarıda karşılama yolunda ısrar edenlerdir. Peygamber (s.a.)’in görüşü ise, Medine’de kalmak şeklindeydi. Yani “daha önce ölümle yüz yüze gelmeden, onun ne kadar çetin olduğunu, ona katlanmanın ne denli zorluk içerdiğini bilmezken, ölüp şehit olmayı arzu ediyordunuz” demektir.

“İşte onu gördünüz; hatta, onunla göz göze geldiniz,” yani gözü- nüzün önünde şehit olan kardeş ve akrabalarınızı ayan beyan görüp ölümle yüz yüze geldiniz. Bu ifadede şehit olmayı arzu etmeleri ve bu yüzden önce ısrar ederek Peygamber (s.a.)’in Medine’den çıkmasına, sonra da onu yalnız bırakmaları ve -az sayıdaki bazıları dışında- yanında sebat etmemeleri sebebiyle Medinelilere bir eleştiri söz konusudur. Şayet “Şehit olma yı arzu etmek nasıl caiz olur? Oysa şehit olmayı arzulamak, kâfirlerin Müslümanlara galip gelmelerini arzu etmek demektir” dersen, derim ki: Burada şehit olmayı arzu eden kimse şehitlerin nail oldukları yüce mertebeye çıkmaktan başka bir şey arzu etmemektedir. Onun zihninde sizin bahsettiğiniz o mâna asla mevcut değildir. Tıpkı Hıristiyan bir doktorun tavsiye ettiği bir ilacı içen kişinin maksadının, ümit ettiği o şifaya kavuşmaktan ibaret olup, bu Allah düşmanına menfaat sağlamak, ona iyilik etmek ve onun zanaatını parlatmak vb. herhangi bir düşünce taşımadığı gibi. Abdullah b. Ravâha [v.8/629; şehit olacağı] Mûte savaşına giderken, kendisini uğurlayanlardan birinin; “İnşâallah sâlimen dönersiniz!” demesi üzerine şöyle demişti:

Oysa benim Allah’tan dileğim; mağfirettir, ‘köpüklü kan fışkırtan delik’ler açan bir kılıç darbesidir

Ya da bağırsaklarımı ve ciğerimi parçalayan ölüme susamış bir mızrağın açtığı öldürücü bir yara!

Ta ki; “Allah bu gaziye doğru yolu gösterdi; o da doğru yolda gitti” desinler mezarımdan geçenler. (Zemahşeri Tefsiri)

BÖLÜM 15
144. Muhammed yalnızca bir elçidir; ondan önce de [başka] elçiler gelip geçtiler: Öyleyse, o ölür yahut öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?[*] Ama, topukları üzerinde gerisin geri dönen kişi hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez -halbuki Allah, [Kendisine] şükreden herkesin karşılığını verecektir.

Hz. Peygamber’in -ve o’ndan önce gelip geçmiş olan öteki bütün peygamberlerin- fanîliğine yapılan bu vurgu, ilk bakışta, Uhud Savaşı ile ve o savaşta birçok Müslümanın savaşı terk etmesine ve hatta bazılarını teslim olmaya kadar götüren Hz. Peygamber’in vefat ettiği söylentisi ile bağlantılıdır (Taberî; ayrıca bkz. yukarıdaki 90. not). Ancak, daha geniş anlamda, yukarıdaki ayet, tapınmanın yalnız Allah’a özgü olduğu, hiçbir insanın -peygamber bile olsa- ondan pay alamayacağı şeklindeki temel İslamî akîdeyi yeniden dile getirmektedir. Birçok korkak Müslümanın İslam’ın sona erdiğini düşündüğü Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından ilk halife Hz. Ebû Bekir’in okuduğu Kur’an pasajı işte budur. Ama Hz. Ebû Bekir’in hemen, “Bakın, her kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed öldü, ama her kim Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah sonsuza kadar yaşayan ve asla ölmeyecek olandır” şeklinde konuşması (Buhârî) ile tüm kargaşa duruldu. -“Bir kimsenin topukları üzerinde gerisin geri dönmesi” ifadesi, şartlara göre, ya gerçek bir irtidadı veya Allah yolunda çaba göstermekten bilinçli bir geri çekilişi anlatır. (Muhammed Esed Tefsiri)

145. Allah’ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
146. Nice nebi var ki kendilerini Rablerine adamış çok sayıda kişi, onunla birlikte savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda başlarına gelenden ötürü gevşememişler, zayıflık göstermemişler ve yılmamışlardır. Allah sabredenleri / duruşunu bozmayanları sever.
147. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibaretti: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı sabit tut! kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”
148. Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel ödülünü verdi. Allah güzel davrananları sever.
BÖLÜM 16
149. Ey iman edenler! Siz eğer kâfir olanlara uyarsanız, sizi gerisingeriye (küfre) çevirirler de, büsbütün hüsrana uğrarsınız.[*]

Medine'deki kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların dirençlerini kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte hareket etmenin sonucundan onları korkutmak, savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri ve müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin başlarına gelen yenilgi, ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür kalplerin karıştırılması, safların dağılması, güvensizliğin oluşması ve güçlülerle savaşmaya devam etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını istiyordu. Çünkü savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak üzere olanların barışmaya yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi havasıdır. Ayrıca bu atmosfer, kişisel acıların ve bireysel felaketlerin yaygınlaşıp toplumun ve akidenin bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya uygun bir atmosferdir.

Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini, bununla beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi kaçınılmazdır. Küfür, şer, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek; küfür, şer sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdi mi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını zannetmese de... Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından, dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:

"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."

Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?

Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni, onlardan bir koruma ve yardım beklentisi ise, bu bir vehimdir. Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini hatırlatarak bunu da reddediyor:

"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."

Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri merci burasıdır. Allah'ın dost olduğu kimse için O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek var mı? Yardımcısı Allah olanın, kulların yardımına ihtiyacı olur mu? (Seyyid Kutub Tefsiri)

150. Hayır, hayır! Sizin Mevlâ'nız[*] Allah'tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır.

Sözlükte “birinin yakını, dostu, arkadaşı ve yardımcısı olmak, onun idaresini elinde bulundurmak” anlamındaki velâyet (vilâyet) kökünden mastar ismi ve sıfat olan mevlâ kelimesi “birine sevgiyle bağlanan, dost, arkadaş, yardımcı; sahip ve mâlik” gibi mânalara gelir. Râgıb el-İsfahânî, kavramın “temel” anlamındaki yan yana oluş faktörünü göz önünde bulundurarak velâ kökünün “iki veya daha fazla şeyin aralarında yabancı bulunmamak şartıyla birlikte olması” mânasına dikkat çekmiş ve bu birlikteliğin mekân, nisbet, din, dostluk, yardım ve inançta yakınlık için kullanıldığını söylemiştir (el-Müfredât, “vly” md.). Mevlâ kelimesi Allah’a izâfe edildiğinde maddî unsurlar hariç yakınlığın (kurb) “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. (TDV İslâm Ansiklopedisi, Mevlâ maddesi) (Onur)

151. Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri, Allah’a ortak koştuklarından dolayı; inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız. Barınakları da cehennemdir. Zalimlerin kalacakları yer ne kötüdür.
152. Bakın! Allah size verdiği sözü tuttu; onun izniyle kâfirleri kırıp geçiriyordunuz. Elde etmek istediğinizi (ganimeti) göstermesinden sonra gevşediniz, ne yapacağınız konusunda anlaşmazlığa düştünüz ve emrime karşı geldiniz (düşmanı takip etmediniz)[1*]. Kiminiz hemen eline geçecek olanı (ganimeti) istiyor[2*], kiminiz de sonrasını (düşmanı tam etkisiz hale getirmeyi) istiyordu. Sonra (Allah) sizi, yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için onlar karşısında galipken mağlup hale getirdi[3*]. Ama yine de sizi affetti. Allah inanıp güvenenlere lütufkârdır.

[1*] (Aralarında anlaşmazlığa düşünce yerine getirmeyerek karşı gelmiş oldukları emir şuydu: “Ey inanıp güvenenler! Ordu halinde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın arkanızı dönüp kaçmayın. Savaş için bir mevzi tutma ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun varacağı yer cehennem olur. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfal 8/15-16)

[2*] Bunlar münafıklardır (Tevbe 9/47-48)

[3*] Benzer bir durum Bedir’de de olmuştu ama Allah önceden zafer sözü verdiği için (Rum 30/1-5) onları galip getirmişti (Enfal 8/67-69). (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

153. Kimseye bakmadan dağa tırmandığınız sırada Elçimiz arkanızdan size sesleniyordu[1*]. Allah, size gam üstüne gam vererek iyilikte bulundu ki elinizden kaçana da başınıza gelene de üzülmeyesiniz[2*]. Allah yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.

[1*] Muhammed aleyhisselam, savaş meydanından kaçıp dağa tırmanan müminlere ilgili ayetleri hatırlatıyor, onları savaş meydanına çağırıyordu (Enfal 8/15-16, Nisa 4/84).

[2*] Allah sizi, her şeyinizi kaybedeceğiniz bir hale soktu ki daha sonra az zararla kurtulduğunuza sevinesiniz. Ölümü gösterdi ki sıtmaya razı olasınız. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

154. O gamdan sonra size bir güven duygusu ve sizden bir kesimi rahatlatan tatlı bir uyku verdi. Bir kesim de kendi derdine düşmüştü. Allah hakkında gerçek dışı kuruntulara, cahiliye[*] kuruntularına kapılarak "Bu işten elimize ne geçti ki?" diyorlardı. De ki: "Bu iş, bütünüyle Allah içindir." Sana açamadıklarını içlerinde gizliyor, "Bu iş lehimize olsaydı burada öldürülmezdik!" diyorlardı. De ki: "Evlerinizde bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılmış olanlar, düşecekleri yere kadar gelirlerdi.” Bunlar, Allah'ın içinizde olanı denemesi ve kalplerinizdeki kirleri iyice gidermesi içindir. Allah içinizde ne olduğunu bilir."

“Cahiliye” terimi, Arapların İslâm’dan önceki dinî hayatını ifade için kullanılır. Kelime aynı zamanda kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eder. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

155. İki ordunun karşılaştığı gün geri dönenler var ya, onların ayaklarının kayması, yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytanın yönlendirmesiyle olmuştu. Allah onları affetti. Allah Gafûr'dur; çokça bağışlar ve Halîm'dir; pek yumuşak davranır.
BÖLÜM 17
156. Ey iman edenler! Dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veya gazalarda öldürülen arkadaşları hakkında: “Bizim yanımızda olsalardı, ne ölürler ne de öldürülürlerdi” diyenler gibi olmayın! Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı. Hayatı veren de, alan da Allah'tır. Allah bütün yaptıklarınızı görür.
157. Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah’ın bağışlaması ve iyiliği, savaşa gitmeyenlerin biriktirebileceği her şeyden hayırlıdır.
158. Ölseniz de öldürülseniz de şüphesiz Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
159. Allah’ın ikramı sayesinde onlara nazik davrandın[*]. Kaba ve katı yürekli olsaydın yanından dağılıp giderlerdi. Kusurlarına bakma; onların bağışlanmalarını dile. Her konuda görüşlerini al. Bir de karar verdin mi, yalnız Allah’a dayan. Allah kendisine dayananları sever.

Uhud savaşı sırasında nebimize yapılan yanlışlar, dayanılabilecek gibi değildi. Bir kesim savaşa çıkmadı (Al-i İmran 3/167-168), bir kesim de yola çıktıktan sonra geri döndü (Al-i İmran 3/155). Savaş sırasında düşmana zayiat verilmiş ve geri çekilmesi sağlanmıştı. Düşmanı tamamen etkisiz hale getirmeden ganimet alma yasağını (Muhammed 47/4, Enfal 8/67) dinlemeyen bir kesim ganimetlere saldırdı (Al-i İmran 3/152). Bu fırsatı değerlendiren düşman geri döndü ve Müslümanlar mağlup duruma düştüler. Herkes kendini kurtarmaya çalıştı. Nebimizi tek başına bırakıp dağa tırmandılar (Al-i İmran 3/153). Sonra da onun ganimet malını zimmetine geçirdiği iddiaları ortaya atıldı (Al-i İmran 3/161). Ama o, bunlara aldırmadan, çevresindekilere yumuşak davranmaya devam ederek olağanüstü bir örneklik gösterdi. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

160. Eğer Allah size yardım ederse artık kimse size üstün çıkamaz. Eğer sizi yardımsız, kendi halinize bırakırsa o zaman O'ndan başka size kim yardım edebilir? Şu halde mü'minler yalnız Allah'a güvensinler.
161. Bir nebinin ganimetten pay çalması, olacak şey değildir[1*]. Ganimetten pay çalan, kıyamet / mezardan kalkış[2*] günü çaldığıyla birlikte huzura gelir. Sonra herkese kazandığı tam verilir. Kimseye haksızlık yapılmaz.

[1*] Ayet, nebimizin, kamu malını çalmakla itham edildiğini bildirmektedir. Önceki ayetler üzerinde düşünülürse ithamı bazı Müslümanların yaptığı ortaya çıkar. Bedir savaşı ganimetlerinden saçaklı kırmızı bir kumaşı aldığı iddiaları vardır. Bu iddialar, o sırada henüz 4 yaşında olan ve Mekke’de yaşayan İbn Abbas’a dayandırılır (Bkz. Taberi). Bu rivâyet şüpheli olsa da ayet böyle bir ithamın yapıldığının delilidir.

[2*] Kıyamet ayağa kalkma ve kalkış demektir. Kıyamet günü, insanların yeniden dirilip kabirlerinden kalktığı gündür. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

162. Allah’ın rıza yolunu tutmuş, o yolda koşan kimse, hiç Allah’ın hışmına uğrayan ve son durağı cehennem olan kimse gibi olur mu? Ne kötü bir yerdir o cehennem!
163. Onların, Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah, yaptıkları her şeyi görendir.
164. Doğrusu Allah, âyetlerini onlara okumak, onları arındırmak, ilâhî kelâmı ve hikmeti onlara öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak mü’minlere ihsanda bulunmuştur; oysa ki daha önce apaçık bir sapıklık içerisinde bulunuyorlardı.
165. (Bedir'de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musibet, (Uhud'da) kendi başınıza geldiği için mi "Bu nasıl oluyor!" dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter.

Bedir’de müslümanlar müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almışlardı. Uhud’da ise yetmiş şehit verdiler. Âyet-i kerimede geçen "musibet"le buna işaret ediliyor. Ve bunun, okçuların Allah Resûlü’nün emrini tutmamalarından dolayı başlarına geldiği vurgulanıyor. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

166. İki topluk savaş için karşı karşıya geldiğinde, (savaşın sonunda) sizin başınıza gelen (yenilgi) Allah’ın izniyle, gerçek inananları bilmesi için olmuştur.[*]

“Başınıza gelen musibet ” yani Uhud savaşında sizin topluluğunuzla Müşrikler topluluğu karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, “Allah'ın izni” yani serbest bırakmasıyla ”ileydi.” Burada serbest bırakmadan isti‘âre olarak izin kelimesi kullanılmıştır. Çünkü Allah Müslümanları imtihan etmek için, Müşriklerin onlara zarar vermelerine mani olmamıştır. Zira izin veren, izin verdiği kişiyi yapmak istediği şeyi yapmakta serbest bırakmaktadır. “Allah” bu yaptıklarını “mü’minle münafık birbirinden ayrılsın” ve birinin imanı, diğerinin de nifakı ortaya çıksın “diye yapmaktadır.” (Zemahşeri Tefsiri)

167. Ve ikiyüzlülük yapan münafıkları bilsin diye. Onlara, "Hadi gelin, Allah yolunda çarpışın yahut savunma yapın!" dendiğinde: "Savaştan haberimiz olsaydı sizi elbette izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, onların gizlemekte oldukları şeyi çok iyi bilmektedir.
168. Uhud gününde Medine'de oturup, savaşta ölen yakınları hakkında: “Eğer bizi dinleselerdi ölmiyeceklerdi” diyen o münafıklara şöyle söyle: “Öyle ise, kendinizden ölümü geri çevirin, eğer sadıklardansanız.”[*]

Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren, münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki mevkisinin sarsılmasına neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış Abdullah b. Ubey olmak üzere, diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:

"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" diyerek, savaştan sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı ve hayıflanma duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.

Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip uymakta da bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve bunların yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı konusundaki saf İslâm düşüncesini bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan hilelerini bozmak, diğer taraftan İslâm düşüncesini düzeltip onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli karşılığı vermektedir:

"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan samız bakalım."

Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma geri çeviremez ölümü. Korku ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel kanıtı tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla onlara cevap vermekte, iğrenç hilelerini bozmakta, gerçeği yerine oturtmakta, böylece müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven, huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır. (Seyyid Kutub Tefsiri)

169. Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar.[*]

Yüce Allah mümin kalplerde kader ve ecel hakikatini iyice belirginleştirmek, münafıkların "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi" sözleriyle öldürülenler hakkında yaydıkları; kuşku, karışıklık ve hayıflanma duygularını:

"De ki; Eğer doğru söylüyorsanız ölümü kendi başınızdan savın bakalım" meydan okuyuşuyla bertaraf etmek istemiştir.

Yüce Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde mümin kalpleri huzura kavuşturduktan sonra, bu kalplerin huzur ve güvenini artırmak için Allah yolunda öldürülen -Allah yolunda öldürülen, kalplerini bu mananın dışındakilerden arındıran ve diğer tüm şartlardan soyutlananlardan başkası şehid değildir- şehidlerin varacağı sonucu açıklamayı dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün hayat özelliklerine sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar". Rabblerinin fazlından verdiği ile sevinmektedirler. Geride kalan müminlere vardıkları sonucu müjdelemek istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler. Kuşkusuz bütün bunlar; yararlanma, müjdeleme, ilgilenme, etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat belirtileridir. Onlar, elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki makam ve rızkın yanında hayat ve olaylarla ilişki içindeyken ayrılıklarından dolayı duyulan bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri şehidle geride kalan kardeşlerine ilişkin düşüncelere koydukları mesafe de nerden çıktı? Burada ve orada sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında, mesafelerin ve engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla hayat sonrası alem arasında konulan bu engel de nedir?

Bu büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi, olayları değerlendirmede büyük önem arzetmektedir. Bir kere o, farklı hayat çeşitleri ve durumlarıyla birlikte varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi de dengeler. -Hatta yeni baştan inşa eder. Artık bu bir sürekliliktir, kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm öncesiyle sonrası arasında mutlak anlamda bir engel de söz konusu değildir.

Kuşkusuz bu, müminlerin hayat ve ölümü karşılayışlarına ve buradan orayı tasavvur edişlerine ilişkin duygularda büyük etkisi bulunan yepyeni bir bakış açısıdır.

"Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız. Aksine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar."

Ayet, Allah yolunda öldürülen, böylece hayattan ayrılıp gözlerden uzaklaşanların "ölü" sayılmasını yasaklayan bir hükümdür. Ayrıca onların "Rabbleri katında diri olduklarını" da isbat eden bir nasstır. Bu yasaklama ve isbatı canlılara özgü bir sıfat takip etmektedir. Onlar "besleniyorlar."

Bununla beraber -şu fani dünyada yaşayan- bizler, sahih hadislerin bildirdiklerinin dışında şehidlerin sürdüğü hayatın şeklini bilemiyoruz. Ancak her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanın zatından gelen bu doğru nass, tek başına ölüm ile hayat ve her ikisinin arasındaki ayrılık ve bütünlüğe ilişkin anlayışımızı değiştirmeye yeterlidir. Aynı zamanda meydana gelen olayların gerçek mahiyetinin bizim algıladığımız dış görünüşleri gibi olmadıklarını öğretmeye de yeterlidir. Çünkü biz, mutlak hakikatlere ilişkin anlayışımızı, algıladığımız dış belirtilere dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle kavramak için yeterli değildir. O halde bu konuda gerçeği açıklamaya kadir yüce Allah'ın açıklamasını beklemekten başka seçeneğimiz yoktur. (Seyyid Kutub Tefsiri)

170. Allah'ın, lütfundan, kendilerine verdiklerine sevinirler. Arkalarından gelecek olanlara, bir korkunun olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.
171. Onlar, Allah katından ulaşan bir lütfu, bir nimeti ve Allah’ın inananların hak ettiği ödülü zayi etmeyeceği [vaadini] müjdelemek isterler.
BÖLÜM 18
172. Savaşta yara aldıktan sonra Allah’ın ve elçisinin çağrısına uyanlara[*], onların içinden yanlışlardan sakınarak güzel davranış gösterenlere büyük bir ödül vardır.

Resulullah şu ayeti okuyarak çağrıda bulunmuş olmalıdır: “Düşman topluluğunu takipte gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik sizin Allah'tan bir beklentiniz var. Onların böyle bir beklentileri de yok. Bilen ve doğru kararlar veren Allah’tır.” (Nisa 4/104) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

173. Bir kısım insanlar, müminlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve "Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!" dediler.[*]

Rivayete göre Uhud savaşında müslümanların bir ara bozulduktan sonra tekrar toparlanmaları üzerine önemli bir sonuca ulaşmayan düşman ordusunun kumandanı Ebu Süfyân, savaş alanını terkederken Hz. Peygamber’e "Ey Muhammed! Önümüzdeki yıl Bedir meydanında seninle tekrar karşılaşacağız!" tehdidini savurmuş; Hz. Peygamber de: "İnşaallah!" demişti. Ertesi yıl, Ebu Süfyân’ın böyle bir hazırlık içinde bulunduğu haberi Medine’ye ulaşınca, Hz. Peygamber, bir süvari birliği ile düşmanı karşılamaya çıkmıştı. İşte bu âyet, düşman tarafından gelen bu haber karşısında müslümanların azim ve kararlılığını, onların yüksek moral gücünü takdir ve ifade etmektedir. (Diyanet Vakfı Tefsiri)

174. Ve Allah’ın lütfu ve nimeti ile [savaştan] bir zarara uğramadan döndüler: Çünkü onlar, Allah’ın rızası için çabalıyorlardı; ve Allah, yüceliğinde ve lütfunda sınırsızdır.
175. Size o haberi getiren adam şeytanın tekidir. O sizi kendi dostları ile korkutmak ister. Fakat siz mümin iseniz onlardan korkmayın, Ben'den korkun!

Razî’ye ve birçok müfessire göre bu şeytandan maksat, Mekkeli müşriklerin Medine’deki Müslümanlar arasında aleyhte propaganda yapmak üzere gönderdikleri Nuaym İbn Mes’ud Eşceî’dir. Demek burada, cin şeytanının insan kılığına girmiş şekli olan bir insî şeytan söz konusudur. Uhud savaşı sonunda galip mağlup belli olmadı. Mekkelilerin komutanı Ebû Süfyan ayrılırken: “Rövanşımız gelecek sene Bedir panayırında olsun!” diye bağırınca Peygamberimiz: “Öyle olsun!” dedi. Vakit gelince Mekkeliler korktular. Durumu kurtarmak için Nuaym’ı propaganda için gönderdiler. Fakat Hz. Peygamber yılmayıp oraya gitti. Sekiz gün kalıp galibiyetini tescil etti. Mekkeliler ise gelmediler. (Suat Yıldırım Tefsiri)

176. İnkârda birbirleriyle yarış hâlinde olanlar seni üzmesin! Unutma ki onlar Allah’a hiçbir zarar veremezler; Allah onların âhiretten hiçbir pay almamalarını murad eder; neticede onları korkunç bir azap bekler.
177. İman karşılığında inkârı satın alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler; onları da elem verici bir azap bekler.
178. Ve inkârda direnenler sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz kendi hayırlarınadır. Onlara yalnızca günahlarını artırsınlar diye mühlet veriyoruz; sonunda onları da alçaltıcı bir azap bekler.[*]

Bu ayet, insanın eğilimlerinin ve eylemlerinin -ve evrendeki diğer bütün olayların- tâbi olduğu tabiat kanunu (Kur’an terminolojisinde sünnetullâh: “Allah’ın yolu”) öğretisine işaret etmektedir. Yukarıdaki ayet sanki şöyle demektedir: “Bu insanlar hakikati inkara şartlanmış olduklarından, onlara serbestlik vermemiz (yani, seçme özgürlüğü vermemiz ve davranışlarını gözden geçirmek için mühlet tanımamız) kendilerinin yararına olmayacak, ama tersine, sahte öz-güvenlerinin ve böylece günahkarlıklarının artmasını sağlayacaktır”. Kur’an’daki benzer birçok pasajda olduğu gibi, Allah, burada da, onların “günahkarlıklarının artması”nı kendi iradesine izafe etmektedir, çünkü sebep-sonuç tabii kanununu bütün mahlukatı için geçerli kılan O’dur. (Ayrıca bkz. 14:4, not 4.) (Muhammed Esed Tefsiri)

179. Allah, siz müminleri bulunduğunuz halde bırakacak değildir, pis olanları temiz olanlardan ayıracaktır.[1*] Allah, gaybını size açacak da değildir; ama (onu bildirmek için) elçilerinden tercih ettiği birini seçer.[2*] Öyleyse siz, Allah'a ve elçilerine / kitaplarına güvenin. Eğer onlara güvenir de yanlışlardan sakınırsanız büyük bir ödülü hak edersiniz.

[1*] Bazı müfessirler (mesela Râzî), mâ entum ‘aleyhi (lafzen, “üzerinde olduğunuz”) ibaresinin burada “içinde bulunduğunuz şartlar”ı -yani, Uhud Savaşı’ndan sonra Müslüman toplumun içine düştüğü zayıflık ve şaşkınlık halini- gösterdiği ve bu nedenle yukarıdaki pasajın müminlere hitab ettiği görüşündedirler. Ancak bu yorum, pek makul değildir. Müminlere burada üçüncü şahıs zamiri ile işaret edilmesinin yanısıra, mâ entum ‘aleyhi ibaresinin ikinci çoğul şahıs halinde kullanılması, bununla hem Kur’an’da hem de sahih Hadisler’de her zaman insanların hayat tarzının ve inançlarının kasdedildiğini göstermektedir. Ayrıca, İbni ‘Abbâs, Katâde, Dehhâk, Mukâtil ve Kelbî’nin, burada hitab edilen insanların, önceki pasajların işaret ettiği “hakikati inkar edenler” olduğunu tereddütsüz olarak açıkladıklarına dair elimizde güvenilir bilgiler bulunmaktadır (bkz. Taberî ve Beğavî’nin bu ayet ile ilgili yorumları). Bu anlamda okununca yukarıdaki pasaj, müminlerin, zaman içinde, yalnız inançlarında değil, sosyal hedefleri ve hayat tarzları açısından da inkarcılardan farklılaşacaklarına işaret eder. (Muhammed Esed Tefsiri)

***

[2*] Ayette elçi anlamı verilen kelime ‘resul’ kelimesidir. Kur’an’da nebi kelimesi, Allah’tan insanlara tebliğ etmek üzere vahiy alan kişiler için kullanılır. Resul kelimesi ise nebi olsun olmasın, Allah’ın Kitabını insanlara kendi dillerinde ulaştıranlar için kullanılır. Hem ayetin konusu gereği hem de onun elçileri (رسله) şeklinde geçtiği için burada resul kelimesiyle ifade edilen kişilerin, Allah’ın kitap indirerek gaybını açtığı nebi olan resuller olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, dinde Allah ve onun nebi olan elçilerinin (kitaplarla) bildirdikleri dışında kaynak olamayacağının da delilidir. Ahzab Suresi 40. ayette Muhammed aleyhisselamın son nebi olduğunun bildirilmesi de ondan sonra artık kimsenin Allah’tan insanlara tebliğ edilmek üzere vahiy alamayacağını gösterir. Buna rağmen kendisine vahiy geldiğini söyleyenler her zaman olacaktır. Onları dikkate almamak gerekir. Allah Teala şöyle buyurur: “Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen odur. O, gaybını kimseye açmaz. Uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. (Böylece) O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kavramıştır." (Cin 72/26-28) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

180. Allah'ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hali kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır! Bu, onların hakkında şerdir. Cimrilik edip vermedikleri malları kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah ne yaparsanız hepsinden haberdardır.
BÖLÜM 19
181. “Allah fakirdir,[*] biz zenginiz” diyenlerin sözünü, Allah elbette işitmiştir. Hem bu söylediklerini hem de haksız yere nebileri öldürmelerini yazacağız. Ve onlara, “Yakıcı azabı tadın” diyeceğiz.

Allah’ın sadaka ve zekat vermelerini emretmesinden rahatsız oldukları için içlerinden böyle diyorlar. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

182. “Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına zulmetmez.”
183. Onlar, "Ateşin yiyeceği bir kurban[*] getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamız konusunda Allah bizden söz aldı," diyorlar. De ki, "Benden önce, apaçık delillerle birlikte bu dediğinizi de size getiren elçiler geldi. Sözünüzün eriyseniz niçin onları öldürdünüz?"

Tevrat'a göre Allah İsrailoğullarından kurban sunmalarını ister. O zaman Allah'ın yüceliğinin onlara görüneceğini vaat eder. Kurban sunulunca gökten bir ateş gelerek kurbanı küle çevirir. Böylece kurbanın kabul edildiğini görmüş olurlar. Tevrat’ta şu ifadeler geçer: "Harun günah, yakmalık, esenlik sunularını sunduktan sonra ellerini halka doğru uzatarak onları kutsadı ve aşağıya indi. Musa’yla Harun Buluşma Çadırı’na girdiler. Dışarı çıkınca halkı kutsadılar. O zaman RABB’in yüceliği halka göründü. RAB bir ateş gönderdi. Ateş sunağın üzerindeki yakmalık sunuyu, yağları yakıp küle çevirdi. Bunu gören halkın tümü sevinçle haykırarak yüzüstü yere kapandı." (Levililer 9:22,23,24.) (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

184. Seni yalanlarlarsa (bil ki) senden önceki elçiler de yalanlanmıştı. Onlar; açık belgelerle ve zeburlarla[1*], aydınlatıcı kitaplarla[2*] gelmişlerdi.

[1*] Zebûrlar diye meal verdiğimiz (ez-Zübür =الزُّبر), zebûr’un çoğuludur, hikmet dolu kitaplar anlamındadır. (ez-Zeccâ, Meânî’l-Kur’ân ve İ’râbuhu) Ali- İmrân 3/81’de bütün nebîlere kitap ve hikmet verildiği için bu ayetteki zübür’ün, hikmet dolu kitaplar dışında bir anlamı olamaz. Kelime, Nahl 16/43-44 Şuarâ 26/196, Fatır 35/25 ve Kamer 54/43’te aynı anlamı ifade etmektedir. Bu zebûrlardan biri de Davut aleyhisselama verilmiştir. (Nisa 4/163, İsra 17/55) Zebûr, Davut aleyhisselama verilen kitabın özel ismi olmadığı için ez- Zebûr şeklinde geçmemektedir. Kelime, ez-Zebûr şeklinde elif lâmlı olarak sadece Enbiyâ 21/105’te geçer ve Davut aleyhisselam da dahil bütün nebîlere verilen kitapları ifade eder.

[2*] Bu kitaplar, bütün nebileri ilgilendirdiği için buradaki el-kitab cins kabul edilerek çoğul anlam verilmiştir. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

185. Her canlı ölümü tadacaktır.[*] Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka bir şey değildir.

“Her canlı ölümü tadacaktır” ifadesi, Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Âyette “her canlının ölmesi” yerine, “her canlının ölümü tatması” ifadesinin kullanılması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Zira bir şeyin tadına bakmakla o şeyi yemek aynı şey değildir. Ölüp yok olmakla ölümü tatmak farklı şeylerdir. Ölümü tatmak anestezi almak gibidir. Anestezi alanlar belli bir müddet sonra kendilerine gelerek hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler ama ölüm anestezisini alanlar hayatlarına gittikleri yerde devam ederler. Demek ki ölüm, kişinin yok olup gitmesi değil, yeni ve farklı bir hayatla ölümsüzlüğe adım atmasıdır. Ayrıca bu ifade, herkesin ölümünün farklı olacağı anlamına da gelmektedir. Nitekim yenecek şeyin tadı, rengi, kokusu ve lezzeti ne kadar aynı olsa da yiyen kişinin algısına ve tat alma zevkine göre değişir. Herkes ölümü tadacaktır ama herkesin ölümü ve ölümden sonraki hayatı, yaşadıklarına göre farklı olacaktır. (Cemal Külünkoğlu Tefsiri)

186. Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ[*] gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

187. Allah, geçmişte kendilerine vahiy verilenlere, “Bunu insanlara açıklayın ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyin!” [buyurduğunda, bunu yapacaklarına] dair onlardan güçlü bir taahhüt almıştı.[1*] Ama onlar bu taahhütlerini kulak arkasına attılar ve küçük bir kazançla değiştirdiler: Ne kötü bir alışverişti bu! [2*]

[1*] Bu, Yahudilerden, Kur’an’ın mesajını reddedenler olarak söz eden 183-184. ayetler ile bağlantılıdır. Yukarıdaki 187. ayetin anlamı şudur: Peygamber Muhammed (s)’in gelişi, hem Eski Ahid’de, hem de Yeni Ahid’de önceden haber verilmişti ve Kitâb-ı Mukaddes’e tâbi olanlardan, bu haberi, fiilen yaptıkları gibi örtbas etmeleri değil, onu etrafa yaymaları istenmişti.

[2*] Lafzen, “satın aldıkları ne kötü bir şeydi” -Yahudilerin kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak görmelerine ve Hristiyanların, Hz. İsa’nın “vekaleten kefaret”ine inanmalarının kendilerini otomatik olarak kurtaracağı inancına işaret: Her iki halde de “alışveriş”, öteki dünyada azabın kendilerine dokunmayacağı hayalidir. (Muhammed Esed Tefsiri)

188. Yaptıkları işten dolayı sevinen, yapmadıkları işten dolayı övülmekten hoşlananların azaptan kurtulacaklarını sanma[*]. Onların hak ettiği acı veren bir azaptır.

Kitaptan işlerine geleni tebliğ edip gelmeyeni gizleyerek geleneksel yapıyı sürdürdükleri için övülmek isterler. Fakat bu yönleriyle anılmak istemez, kendilerinin dine en büyük hizmet yapan kişiler, özellikle de muhafazakarlar olarak anılmalarını arzu ederler. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

189. Göklerin de yerin de mülkü / yönetimi Allah'ındır. Allah Kadîr'dir, her şeye gücü yeter.
BÖLÜM 20
190. Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıllarını / gönüllerini işletenler için çok ibretler vardır.
191. Onlar; ayakta, oturarak ve yan tarafları (kol ve bacakları) üstünde[*] Allah’ı zikrederler (anlayarak Kur'an okuyup namaz kılarlar). Bir de göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Derler ki: "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, sana içten boyun eğeriz, bizi o ateşin / cehennemin azabından koru!

Kişinin yan tarafları, kolları ve bacaklarıdır. Rükuda ve secdede gövde, kolların ve bacakların üstünde olur. (Süleymaniye Vakfı Tefsiri)

192. Ey Rabbimiz! Sen birini ateşe soktun mu onu tam rezil etmişsindir. Zalimlerin, yardımcıları olmayacaktır.
193. Ey Rabbimiz! Bir çağırıcının, "Rabbinize inanın!" diye imana çağırdığını işittik ve iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla bizim. Kötülüklerimizin üstünü ört ve bize iyilerle birlikte ölmek nasip et.
194. Ey Rabbimiz! Resullerin aracılığıyla bize vaat etmiş olduğunu da bize ver; kıyamet günü bizi rezil etme! Sen, vaadine asla ters düşmezsin."
195. Rableri de onların dualarına şöyle icâbet etti: “Erkek olsun kadın olsun, -ki zaten hepiniz mükellef olarak birbirinize eşitsiniz- emek veren hiç kimsenin emeğini zayi etmeyeceğim. Kötülükten ve kötülük diyarından hicret edenlere, yurtlarından sürülenlere, yolumda eziyet çekenlere, savaşanlara ve öldürülenlere gelince: Onların günahlarını mutlaka örteceğim ve elbet onları Allah’tan bir ödül olarak zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağım; zira ödüllerin en güzeli Allah katındadır.”
196. Kâfirlerİn refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
197. Bu az bir yararlanmadır; daha sonra varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yataktır.
198. Fakat Rabb'lerine karşı gelmekten sakınan[*] kimseler için, içinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar, orada sürekli kalıcıdırlar. Bu, Allah katından bir konaklamadır. İyi kimseler için, Allah katında olan daha hayırlıdır.

Sözlükte “korumak, korunmak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek” anlamlarındaki vikāye mastarından türeyen takvâ, Allah'a karşı yanlış yapmaktan çekinmek, sevgisini kaybetmekten korkmak, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımak, bunun için de kendini yanlışlardan ve günahlardan korumak demektir. Bu özeni gösteren insanlara müttaki denir. Bakara ikinci ayette Kur'an'ın müttakiler için rehber olduğu ifade edilir. İşte o Kitap budur. Bu konuda şüphe yoktur Müttakîler/yanlışlardan sakınanlar için rehberdir. Bu rehbere uyan yanlışlardan ve günahlardan korunmuş, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığını göstermiş olur. Bu aynı zamanda insanların Allah katındaki kıymetlerini, derecelerini gösterir. Allah katında üstünlük ancak takvanın derecesiyle orantılıdır. Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır. (Onur)

199. Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene inanırlar, Allah’a karşı çok saygılıdırlar. Allah’ın ayetlerini az bir değere satmazlar. İşte onların karşılıkları Rableri katındadır. Allah hesabı çok çabuk görendir.
200. Ey iman edenler! Sabredin! Sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! Cihad için daima hazırlıklı ve uyanık bulunun! Ve Allah'a karşı gelmekten sakının ki felâh bulup Kurtuluş, selamet. başarıya eresiniz.